Merkezi İsviçre’nin Zürich şehrinde bulunan finans şirketi Credit Suisse bir araştırma yaptırmış ve bunu “Küresel Servet Veri Kitabı”nda yayımlamış. Ülkelerde nüfusun yüzdelik dilimlerine bağlı olarak servetin dağılımını inceleyen bu araştırmaya göre, 2014 ortasındaki verilerle Türkiye’de nüfusun en zengin yüzde 1’lik kesimi, ülke servetinin yüzde 54.3’ünün sahibi. İnanılır gibi değil. Eşitsizliği soyut olarak biliyoruz ama böylesi bir matematik kesinlik karşısında insan yine de şaşırıyor.
Yüzde bir, ülkenin yarısından çoğunu mülkiyetine geçirmiş bulunuyor.
Kitabı bulup inceleyebilmiş değilim; bu veri, Cumhuriyet gazetesinde 22 Aralık 2014 günü yayımlanan kısa bir haberden. İktisat profesörü Ahmet Tonak, İstanbul Kültür Üniversitesi’nde düzenlenen bir toplantıda yüzde 1’in, yüzde 54.3’ü eline geçirmesiyle ilgili şunları söylemiş: “Bu rakamla Türkiye dünyanın ikincisi. Önünde ise Rusya var. Ancak bir konuda Rusya’yı geçmiş durumdayız. 2000-2014 arasında Türkiye, en zengin yüzde 1’lik kesimin toplam servetteki payının, yüzde 43 yükselerek en hızlı arttığı ülke oldu. Rusya’da bu oran yüzde 25. ‘AKP ne yaptı’ sorusunun en açık cevaplarından birisi bence bu.”
Ortalığa saçılan birkaç ayakkabı kutusu ve faiziyle iade edilen rüşvet paraları, kurulan tezgâhın tuzu biberi. AKP devr-i iktidarında, ülke insanının yüzde 90’ının serveti sıfırlanırken, yüzde 1’ine aktaracak her türlü mekanizma politika haline getirildi; torba kanun, kararname, dolaylı vergi, asgari ücret, havuz medyası, imam hatip, cuma vaazı, işsizlik, polis gazı, iş kazası...
Karşıdevrim ülkelerinde eşitsizlik: Rusya ve Türkiye
Haberde başka veriler de var. Türkiye’de 16.6 milyon insan, yani nüfusun yüzde 22’si en yoksul sınıfında yer alıyor. Günlük harcaması 4 doların altında olanlar. Kapitalizmin olağan yüzü; bir yanda yiyecek ekmeğe muhtaç milyonlar, öte yanda onların emeğini ele geçirerek milyon dolarların üzerine oturan binler…
Rusya ve Türkiye’nin gelir eşitsizliğinde birinciliğe koşmasının bir rastlantı olmadığını biliyoruz. Rusya, sosyalist düzende, dünyanın en eşit gelir dağılımı olan ülkelerinden biriyken, 1989’da başlayan bir karşıdevrimle kapitalizme düştü. Oligarkların ve mafyanın hızla yükseldiği bu ülkede Marx’ın “ilk birikim” dediği, “kan ve ateşle” yazılan bir sermaye birikimi dönemi yaşandı. Emperyalizm çağında buna “el koyarak sermaye birikimi” diyoruz. Ülke kaynakları oligarkların mülkiyetine geçirilirken, bütün insani, toplumsal değerlerin ayaklar altına alındığı, zulüm ve baskı dönemidir.
Sovyetler Birliği, içinden çıkan yöneticilerin ihanetiyle yıkılırken, bizde, İlhan Selçuk’un, Cumhuriyetin daha sağlam temellere dayandığı için yıkılmayacağını savlayan yazılarını hatırlıyorum. Lenin’e, Stalin’e, Brejnev’e ders veriyor, karşılarına Atatürk’ü çıkarıyordu. Karşılaştırma yanlıştı, elmalarla armutlar toplanıyordu. Cumhuriyetin sağlam temelleri, kapitalist bir düzene dayanmasından geliyordu, kapitalizmin hakim olduğu bir dünyada onu yıksa yıksa sosyalist bilinçli ve örgütlü emekçi sınıflar yıkabilirdi. 12 Eylül darbesiyle bu olasılık hapishanelere tıkılmıştı.
Yıkım, beklemediğimiz bir yerden geldi. Hayatının son günlerinde, gözaltına alınan ve uydurma iddianamelere sanık yapılan İlhan Selçuk, herhalde sağlam sandığı bu temellerin, ne kadar çürük olduğunu hissetmiştir. Ben ise, beterin beteri varmış, diyorum. Kapitalist cumhuriyetin sağladığı laikliği, toplumcu hocalara da açık üniversiteleri, egemen sınıfın denetiminde de olsa, mücadeleyle adalete çekilebilecek bir yargı düzenini, kâğıt üstünde kalsa da eşitlikten söz eden yasaları ortadan kaldıran bir karşıdevrim, Sovyetlerin düşmesiyle bizim de yakamıza yapıştı.
En küçük özgürlük kıpırtısına saldıran, ideolojik masallarını Osmanlı’da arayan bir iktidara yakalandık. Bir laiklik şehidini, Kubilay’ı anmak için heyecanla konuşan 16 yaşında lise öğrencisini, okulundan polisler eliyle hapse götürecek bir zorbalık düzeni geldi. Anaokulundaki bebeleri din eğitiminden geçiren bir el koyarak sermaye birikimi düzeni kuruldu.
Yıkıcılıktan düzleyiciliğe
Beterin beteri var; Sovyetler kapitalizme, eşitsizliğin ve sömürünün olağan düzenine düşerken, bizim cumhuriyeti olağanüstü Osmanlı’yla yıktılar. Cumhuriyeti emekçiler değil, kapitalistler yıktı ve bunu yaparken kendi sınıfları açısından ne kadar haklı olduklarını AKP’nin onlara sağladığı servet transferi gösteriyor. Ülkenin tapusunu üzerlerine geçirdiler. Şimdi, bunun hep böyle sürmesini sağlamak için yıkıcılıktan düzleyicilik aşamasına geçtiler. Her şeyi sıfırlamaya giriştiler. Bu topraklarda büyük mücadelelerle kazanılan insani bütün değerleri ortadan kaldırmaya, kendilerince “iki yüz yıllık parantezi” kapatmaya çalışıyorlar. Eğer sermayenin AKP iktidarı sürerse, Rusya ile aradaki gelir eşitsizliği yarışını kazanmaları, yüzde 1’lik oligarşiyi yüzde 90’lık servetin sahibi yapmaları yakındır.
Patlamaya hazır gerçek
“Credit Suisse’in raporuna göre Türkiye’nin en zengin yüzde 1’lik kesiminin toplam servetten aldığı pay 2010-2014 arasında yüzde 42.52 oranında artarken en zengin yüzde 10’luk kesimin payı yüzde 16.5 arttı. Türkiye’de en zengin yüzde 1 ülke servetinin yüzde 54.3’üne, yüzde 10 ise servetin yüzde 77.7’sine sahip.” Haberde artış oranını gösteren dönemin başlangıcında iki farklı tarih var; Ahmet Tonak’ın sözlerinde 2000 yılı başlangıç alınmış, burada ise 2010. Verilerdeki bu çelişki nedeniyle değişimin hızı ve büyüklüğü konusunda kesin konuşamasak da, ortaya çıkan tablodaki eşitsizlik korkunç. Bu durumda ülke nüfusunun yüzde 90’ına kala kala ülke varlıklarının yüzde 22.3’ü kalıyor. Onun da nasıl eşitsiz dağıldığı belli.
AKP’nin kapattığı parantezin yerine açmaya çalıştığı yeni Osmanlı Cumhuriyetinin altyapısında her an patlamaya hazır, hesabını sormak için mayalanan böylesi bir eşitsizlik var. Giderek büyüyen, televizyonlar, gazeteler, imam hatipler, tanklar, tomalar, polis orduları, saray odalarının üstünü kapatmaya hiçbir zaman yetmeyeceği bir maddi gerçek, çözümünü arayan büyük bir çelişki var.
Arada bir yayınlanan vergi rakamları da bu gerçeğin bir başka yönünü ortaya koyuyor. Dolaylı vergilerin, yani halktan alınan vergilerin toplam vergiler içindeki oranı yüzde 70’e yaklaşıyor. AKP, emekçilerden bu ölçüde acımasız vergi alınması konusunda da, dünya şampiyonudur.
Tarihi de ağır vergileri ödemekle geçen bir halk
Türk halkı vergi verme konusunda tarihin en suskun, verimkâr halkı olsa gerek. Selçuklu tarihçisi Aksarayî, 1323 yılında, “Müsâmeretü’l-Ahbar”da şöyle yazmış: “Eğer herhangi birisi Azerbaycan ya da başka herhangi bir yerde vergi toplamak ister de ora ahalisi vergileri ödemezse, o zaman bu kişi hemen Rum’da bir görev için başvurur ve açığını orada kolayca kapatırdı.” İran merkezli, Moğol İlhanlı devleti dönemidir. Anadolu Selçukluları bu devletin vasalı konumundalar ve halktan topladıkları vergiyi Moğollara aktarıyorlar. Aksarayî’nin “Rum” diye andığı ülke Anadolu ve vergiyi ödeyenler de birkaç yüzyıldır göçlerle buraya yerleşen Türkmenler. Akserayî’nin yazdıklarını, bugünlerde İnsancıl Atölyesi’nde ders kitabı olarak okuduğumuz bir kitaptan, Ernst Werner’in “Büyük Bir Devletin Doğuşu: Osmanlılar (1300-1481)”ından aktardım. Werner, karşılaştırma olanağı vermek için Moğolların öteki sömürgelerinden aldığı haraç miktarlarını çıkarmış: “Haraç 1336’da inanılmaz sayılabilecek bir yüksekliğe, 3.300.000 dirheme ulaştı. İlhanlı İmparatorluğu’nun öteki eyaletleriyle yapılacak bir karşılaştırma Rum ülkesinin ne denli acımasızca sömürüldüğünü gösterir: Azerbaycan 2.384.000, Eran ve Mughan 303.000, Şirvan ve Kustafi 113.000 dirhem vermek zorundaydı. Buna uyarlı olarak kentlere düşen yük de oldukça ağırdı. Sivas ve Konya’nın her biri 1.384.866’şar dirhemle yükümlüyken, çok daha zengin olan Tebriz’in payına düşen yalnızca 1.390.000 dirhemdi. A.Z. Velidî’nin hesaplamalarına göre, bu miktarlar 14. Yüzyılda İngiltere kralının 1 yıllık gelirine tekabül ediyordu. İlhanlı İmparatorluğu’nun bütün bütçesi göz önüne alınırsa, tablo daha iyi açıklığa kavuşur: 1336’da Horasan hariç, toplam 19.668.315 dirhem. Demek ki hemen hemen dörtte biri Rum ülkesine düşüyordu. Bir vasal devlet olarak ortada yalnızca bir sağmal inek görülüyordu.” Bu vergiyi toplama işini mültezimlere veriyorlar; emekçilerin kanını bu kez feodalizmin kılıcı akıtıyor. Akserayî, çoğu insanın mültezimler ve “adamlarının önünden çifti çubuğu bırakıp kaçtıklarını” yazıyor. Öylesine yüksek vergiler talep ediyorlardı ki, “ülkede baca tütmez” oluyordu. Anadolu’ya Moğol saldırısı ve işgalinin bir de bu cephesi var; çiftçiyi, göçeri acımasız vergi ve haraçların kurbanı yapmışlardı. Bu zor düzenine ayaklanmalar gecikmedi. Baba İshak ayaklanması, Cimri ayaklanması bunlardan en önemlileriydi. Moğol işbirlikçisi Selçuklulara ayaklananlardan biri de Karamanoğullarıdır. 1277’de Cimri’nin önderliğinde ayaklanıp Konya’yı ele geçiren Karamanoğlu Mehmet’in iktidarı alınca ilk işlerinden biri, Türkçeyi resmi dil ilan etmek oldu. Halk ayaklanmasının esiniyle olsa gerek, ilk kez halkın konuştuğu dil iktidarın da dili oluyordu.
AKP Türkiye’si Moğol-Anadolu Sulçuklu iktidarı altındaki Anadolu’ya haraç, vurgun ve vergi düzeni açısından ne kadar benziyor. Cumhuriyetin kurduğu Türkçeyi yeniden Arapça, Farsça, İngilizce yapmaya çalışmaları bile onları çağrıştırıyor.
Bugünlerde İnsancıl Atölyesi’nde Werner’le birlikte Doğan Avcıoğlu’nun “Türkiye’nin Düzeni” okunuyor. Cengiz Gündoğdu, Werner’in kitabı bitince yerine hangi kitabın okunacağı konusunda kararsız. Halil İnalcık’ın “Devlet-i Aliyye”sini mi okumalı, Mustafa Akdağ’ın “Celali İsyanları”nı mı?
Ben Mustafa Akdağ’ın “Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası, Celâli İsyanları”nda, “Türkiye’nin Düzeni”ni, bu apaçık Moğol gerçeğinden kurtarmak için çok daha acil dersler bulacağımıza inanıyorum.