Kriz gündeminde ilk akla gelenler evet, işsizlik, yoksulluk ve yoksullaşma olgusu. Sayılara, istatistiklere, tablolara sığmayan başka yönleri de var tüm bunların. Duygular, değerler, yargılar var örneğin.
Sözgelimi az ya da çok işsiz kalanlar bilir; işsizlik can yakıcıdır, yıkıcıdır.
İşsizlik, ‘gurur’ denilen haydutun çıkışmayan üç kuruş için benliğinizi yağmalamasıdır. Bakışınız, yürüyüşünüz değişir, ‘boyunuz kısalır’, sesiniz çatallaşır. Başka şeyler de olur işsiz kalınca. ‘Ne iş yapıyorsun?’ gibi zamanı sonsuz kez çoğaltan sorularınız, bitmeyen borçlarınız olur.
Velhasıl ağır bir yoksulluk gündemdedir.
İşin aslı kültürel süreçlerden bahsediyorsak, “yoksulların kendini nasıl gördüğü, ne hissettiği” kadar “yoksulluğun” nasıl görüldüğü ve kodlandığı da önemli hale gelecektir.
Ulus-devlet kuruluş sürecine eşlik eden uzun yıllar boyunca “korporatist” ideolojinin(çıkarlarımız karşılıklı, hepimiz aynı gemideyiz); “sınıfsız kaynaşmış bir milletiz” mottosunun da etkisiyle “yoksulluk” romantize edilmiştir örneğin.
Yoksulluk fotoğrafının merkezinde iyi niyetli, saf, dürüst, sebatkâr insanları görürüz.
Kaba saba, cahil, geri kafalı olanlar, hacılar hocalar, yoksulların bağrına yapışmış kenelerdir bu kurguda. Hatta öyle ki Cumhuriyet tarihinin önemlice bir bölümünde yoksulluk sağlam karakterle mükafatlandırılır: “Yoksul ama haysiyetli”
Yoksul, yoksul olmasına yoksuldur ama çıkar peşinde değildir, kötülükle lekelenmemiştir.
Tüketimciliğin, gösterişin hoş karşılanmadığı, gerekli görülmediği ve diğer yandan tutumluluğun, “bir lokma bir hırkacı” püritenliğin değerli bulunduğu bir dünyadır. Yoksulun sert yaşam koşullarında kazandığı doğallığı, lafı eğip bükmeden konuşmasında, harbiliğinde ve “erkekliğinde” cisimleşir.
Yoksullar onurunu korudukça, haysiyetli kaldıkça, çalışıp didindikçe, sebat edip kurallara uydukça feleğin zalim çarkına kök söktürür.
Kültürel kodlamalarda “zengin” başlı başına kötü bir şey değilse de şatafat ile utanca dönüştürülmeye; görgüsüzlük ile parodileştirilmeye ya da konforun yarattığı kırılganlık ile efemineleştirilmeye son derece eğilimli olmuştur. Efemine olup gülünçleştirilmeyecekse de varsılın “erkekliğinde” zorbalık vardır.
Yeşilçam filmlerinden biliriz. Elinde buzlu viskisiyle gaddar fabrikatördür, yoksul mahallenin tepesine çöreklenen müteahhittir, garibanların yakasından düşmeyen tefecidir, köylüye eziyet eden “faşo ağadır” onlar.
Barbarca yer, içer, cehennem yankısı gibi dev kahkahalarla zulmü simgelerler.
Varsılların içinde nadiren iyi kalpli olanları, bir yoksulu mükafatlandıracak ya da başına talih kuşunu bizatihi elleriyle konduracak olanları da vardır elbette. Filmin/hikayenin sonunda dize gelir, taş kalpleri yumuşar bunların.
Bu temel izlek alabildiğine metafizik unsurlarla doludur. Yine de yoksulun onurlu kalmasında, zenginin zorba da olsa “gösterişten uzak” durmasında bir kültürel ahenk vardır. Buna, kitlelerin benimsemekte, yeniden üretmekte çok zorlanmayacağı bir “değer terazisi” de diyebiliriz.
Ne ki bu kültürel atmosfer büsbütün değişmiş, alt üst olmuştur. Yeni dizaynın yaratıcısı neoliberalizmdir.
Burada artık yoksulluk, kafayı çalıştıramamakla, enayilikle, bir şekilde bu kaderi hak etmiş olmakla anılmaya başlanır. Dahası “yoksulluk”, suç anlatılarının, tekinsizliğin, türlü namusuzluk ve çakallıkların gözde adresi olarak öne çıkarılır. Yoksullar her yerdedir. Şehrin dört bir yanını gecekondularla, sıkış tıkış apartmanlarla bir “kanser gibi sarar.”
Yoksul da kendinden yoksulu suçlamaya başlar.
“Yoksul ama haysiyetli” eski bir romantik anlatıya dönüşmüştür. Gün zenginlerin günüdür, zenginliği gizlemek değil, göstermemek ayıplanır. Özal’lı yılların yuppieleri, 90’ların magazin programları, lüks seyirlik yaşamlar, Televoleler, “kimsenin ne iş yaptığının ve değirmenin suyunun nereden geldiğinin belli olmadığı” yerli diziler furyası vs.
Haz ve arzunun sarhoşluğunda, tüketim patlamasında, yoksullar ışıklı vitrinlerin seyircisi durumuna düştükçe kültürel olarak da “değersizleşti”, görünmez kılındı.
Tam da bu yüzden bugünkü krizde yoksullaşan/yoksullaşacak kitlelere, karın doyurmasa da “değerle” donatılmış bir geçmiş icat etmenin, “Osmanlı düşleri” satmanın, anavatandan, kurtuluştan bahsetmenin anlamı büyüktür. AKP bunu yapmaktadır.
AKP, bir kez daha geçmişin ruhlarını çağırırcasına “yoksul ama onurlu” olma vaadiyle, “onların doları(zalimin zulmü) varsa bizim Allah’ımız var” telkiniyle yaklaşmaktadır.
Sakalettir, ol(a)mayan ahenk buradadır. “Değer terazisi” şaşmıştır.
Geçmişin ruhlarını çağırırken tartının bir yanında ışıklı vitrinler, et lokantaları, havuzlu villalar, lüks ve şatafat, bin odalı saraylar, gemicikler diğer yanında horlanmış, küçük düşürülmüş, çaresiz, çıkışsız bırakılmış, çoktan "değersizleştirilmiş” yoksulların iman gücü olacaktır.