Adı konmamış iç savaş

Yılbaşı bilançolar vaktidir. Gazeteler birkaç gün idare ediyor; geçen yılın en önemli olayları. En popüler dizi oyuncusu, en çok satan kitapları… Daha entelektüel havalarda şöyle listeler; geçen yıl yayımlanan en iyi on kitap. Yılbaşı, popüler kültürün diliyle “top on” listeleri için bahane yaratıyor. Ben onu bir harf değişimiyle “tapon” listeleri yapmayı yeğliyorum. 

Bireysel bilançolarımızı bir yana bırakıyorum. Çünkü bir kadeh içkiyle, buğulanmış gözlerle, hayatımızdan kayıp giden bir yıla, ömrümüzün önemli bir zaman parçasına bakışımıza bu mantığın izlerinin sinmiş olmaması zor. Her şeyi sıradanlaştırıp olağanlaştıran, eşdeğerleştiren bir kültür içindeyiz.

Dün o haberlerden biri daha yayımlandı: 2014 yılında iş kazalarında 1.886 işçi öldü. Sanki olağan bir muhasebe kalemi, geçen yıl şu kadar kırtasiye malzemesi aldık, kiralar ve genel giderler şu kadar dercesine, bir yılda 1.886 işçi öldü. Haberin başlığı çarpıcıydı: Sanki savaştayız.

Sankisi fazla, savaş var, kapitalizm işçi sınıfına karşı adı konmamış bir savaş düzenidir. Buna iç savaş diyebiliriz. Şimdi bu savaş uluslararası nitelikte de sürüyor, sık sık uluslararası sularda batan bir teknede yüzlerce göçmen emekçinin ölüm haberi geliyor. Bu savaşın şiddeti sömürünün derecesine göre artıyor, yavaşlıyor.

Birkaç yıl önce, bu durumu açıklayan bir yazı yazmıştım: “Dahili Harp”. Bunu “Fırtına İklimi” kitabıma da aldım. Bu iklimi işçi sınıfının düzenlediği bir bahar iklimine dönüştüreceksek, Nâzım Hikmet’in katledilen Sacco ile Vanzetti için yazdığı şiirde söylediği gibi, “burjuvazi kavgaya davet etti bizi / davetleri kabulümüzdür” açıklığına ihtiyacımız var. 

Kapitalizmin olağan düzenini, roman ve oyunlara giderek, anlatmaya çalışan “Dahili Harp”i, bir yılbaşı bilançosunun çağrışımıyla buraya alıyorum:

DAHİLİ HARP

Kanıksanmış aylık bilançolar yapılıyor artık. Nisan ayında iş kazalarında ölen işçi sayısı: 73. Ölümlerin en ürperticisi, peş peşe işçilerin oluyor. Korku ve dehşeti bir dil haline getiren televizyon ve gazetelere haber malzemesi çıkıyor. Yalnızca bir şok; sonra alışkanlığın, vurdumduymazlığın, uyurgezerliğin karanlığında unutulup gidiyorlar. Yeni ölümler, karanlıkta bir şimşek çakıyor… Hepsi olağanlaşmış bir iş düzeni içinde oldubittiye getiriliyor… Kapitalizm cephesinde yeni bir şey yok.

Günümüzde emperyalizmin düşük yoğunluklu savaşlarında bu kadar insan ölmüyor. Ya da ülkemizde, işçiye karşı ilan edilmemiş orta yoğunlukta bir savaş sürdürülüyor. Yalnızca işçiye mi, oturduğu gecekonduyu yıkıp yerine beton bloklar dikmek için bütün çoluk çocuğuna dozerli, kepçeli, zehirli gazlı seferler düzenleniyor. HES kod adlı bir yıkım akınını durdurmak isteyen anaya, gelinlik kıza, ihtiyar köylüye aynı acımasız şiddet… Okul kantininde tost sağlıksız ve pahalı satılıyor diye hakkını arayan öğrenciye, üniversitede insanca eğitimin ve yaşamın davasını güderek sesini çıkarmaya çalışan gence sopa, yönetmelik ve hapishane gösteriliyor.

BİR SAVAŞIN TASVİRİ

Ortada savaşı aratmayan sahneler ve ölümler var, ama yine de olup bitene bir savaş diyemiyoruz. Savaş var, ama gizli bir savaş, taraflardan biri, en çok ezilen, yenilgiye uğrayan ve kayıp vereni, yürütülen savaştan bihaber görünüyor. İşçiler, emeğiyle bu toplumu var eden ve yaşamı üretenler, sermayenin, devleti eliyle, şiddet aygıtlarıyla yürüttüğü bu savaşı görmezden geliyorlar. Sanki işçiye bir mezarlık anlamına gelen kapitalizmde, kenardan ıslık çalarak, sıyrılıp gitmeye çalışıyorlar. 

Oysa kaçmak imkânsız, cephe açılmış, savaş bütün acımasızlığıyla sürmekte. Kanlı sonuçlarını her gün tattırıyor.  

Bu hep böyle değil miydi? Kapitalizm demek, sınıf savaşımı demek değil miydi? Biz yüzyıllardır bu savaşın taraflarını, kapitalist devlet ile onu yıkıp emekçilerin devletini kuracak örgütlü işçi sınıfı olarak biliyoruz.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun az okunan “Bir Sürgün” romanında, Fransa’nın başkentinde, Paris’te, geçen yüzyılın başında, bu savaşın tasviri şöyle yapılmıştır: “Onlar, şuracıkta, kendi aralarında da boğazlaşmaktadırlar. Sınıf sınıfa karşı, zümreye karşı, fert ferde karşı, öyle amansız ve sinsi bir boğuşma ki; insanın tüylerini, herhangi bir klâsik katliâm sahnesinden yüz kat daha ziyade ürpertir. Burada, her ev taaruz veya müdafaa halinde bir siper; her mahalle taaruz veya müdafaa halinde bir kaledir. (Sol koluyle uzakta bir semti işaret ederek) Orada modern katakomblar; (ve sağ elini gene uzak bir semte doğru sallayarak) burada, zinciri kaldırılmış gettolar..ve bunların ikisi ortasında Duchesse d’Urant’nın evi… ve o evde, bu dahili harbi sevk ve idare eden ‘Etat major’ heyetinin sırmalar, tuğlar ve tüyler içinde tavus kuşları gibi kabararak, sallanarak dolaşan âzası.” (Bir Sürgün, İletişim Yayınları, 1987, s. 298)

Yakup Kadri üç şehrin romanını yazdı: İşgal altındaki İstanbul, inkılâp karargâhı Ankara ve dinmeyen sınıf savaşımının ormana çevirdiği Paris… Ama en çarpıcılarından biri, olağan düzeninin bir “dahili harp”, iç savaş olarak yazıldığı Paris’in romanı “Bir Sürgün”dür. 

BRECHT'İN AKLAYICILARI'I

Kapitalist kenti bir iç savaş sahnesi olarak gören ve gösteren bir başka usta ise Bertolt Brecht’tir. Bütün yazma çabasını, işçilere içinde bulundukları bu savaşı kavratmak ve saflarındaki bilinçli yerlerini almalarını sağlamak üzerine kurmuştur. “İhtiyaç keşfin anasıdır”; bugünlerde Brecht oyunları çoğaldı. Zor oyunlarından birini, “Sezuan’ın İyi İnsanı”nı, Devlet Tiyatrosu sahneledi. Genco Erkal, Brecht oynuyor. Amatör tiyatrolarda da ilgi büyük. Bizim Sinan’ın lisesinden gençler de, “Turandot ve Aklayıcılar Kongresi” oyununu sahnelemeyi göze almışlar. Brecht’in, yandaş yazarların içyüzünü sergilediği oyunun bazı yerlerini “ileri demokrasi”ye göre yeniden yazmışlar. Amatörlük, ses yetersizliği Brecht söz konusu olunca aşılıyor, ortaya bir iç savaş sahnesine çevrilmiş toplumların irkiltici bir resmi çıkıyor.

Savaşsız bir ülke ve dünya, “hürriyetin en güzel elbisesiyle, mavi işçi tulumuyla gezdiği”, kapitalistlerin kökünün kazındığı bir dünyadır.