Yeni-sömürge çöplükler ve Türkiye
Atık ihraç eden ülkelere yöneltilen ve haklılık payı da taşıyan “sizin kapınızın önü temiz kalıyor” suçlamalarına rağmen, endüstriyelleşmiş Batı’da yaşayan insanlar da plastik üretiminin ve atık yığınlarının zararlı etkilerine karşı umursamaz bir tavır takınmıyorlar.
Çeviri: Doğukan Piyale
Daniel Johnson 2021 yılında Greenpeace tarafından yapılan ve Birleşik Krallık, Almanya, Belçika ve Hollanda’nın başını çektiği Avrupa ülkelerinin Türkiye’ye nasıl milyonlarca ton atık gönderdiğini ortaya çıkaran bir araştırmanın güncel durumu hakkında yazıyor.
New York’un bir işçi sınıfı semti olan Love Canal’da yaşayan sakinler, 1970’lerin sonlarında bir dizi gizemli rahatsızlık geçirmeye başladı. Sıra dışı yükseklikteki engelli doğumlarına ve düşüklere ek olarak, semt sakinleri epilepsi, astım, migren ve böbrek rahatsızlıklarından mustaripdi.
Araştırmalar 1942’de Hooker Chemical Company’nin (Hooker Kimya Şirketi) kanalın bir kısmını kimyasal atıklar için çöplük olarak kullandığını ortaya çıkardı. On bir yıl sonra, şirket on altı dönümlük, sağlığa zararlı atıklarla dolu çöplüğün üzerini kapatıp, artlarında bölgede 21,000 ton kimyasal bırakarak araziyi Niagara Falls Okul Yönetimi’ne devretti. 1970’lerin sonlarında birbiri ardına yaşanan bol yağmurlu kışlar su seviyesinin yükselmesine, kimyasalların da semtteki bodrumlara, bahçelere ve çocuk parklarına sızmasına sebep oldu.
New York’un çeperinde ve başka yerlerde yaşanan bu facialar, sanayileşmiş ülkelerdeki atık bertarafı fiyatlarının büyük oranda artmasına sebep oldu. Fakat böyle atıkları yasaklamak ya da en azından azaltmak yerine, imalatçı ülkeler bunları borç içinde ve gelire ihtiyaç duyan ülkelere ihraç etmeye başladı. Son elli yıl içerisinde, batılı ülkeler (çoğunlukla petrol bazlı plastik olan) atıklarını Afrika, Güney Pasifik, Latin Amerika, Karayipler, Doğu ve Güneydoğu Asya, Doğu Avrupa ve Ortadoğu’ya gönderdi. Kamuoyu baskısı, pek çok yerde hükümetleri yabancı atıkların kabulünü kısıtlamaya ya da yasaklamaya zorladı. İhracatçılar ise buna plastik, kâğıt ve diğer maddelerden oluşan, giderek büyüyen yığınları gönderebilecekleri yeni alanlar arayarak karşılık verdi.
Türkiye, 2016’dan beri Avrupa’nın atıklarının başat alıcısı konumundadır. Greenpeace tarafından 2021’de yapılan bir araştırma, Türkiye’nin kendi atıklarını geri dönüştürme kabiliyeti büyük oranda aynı kaldığı halde başını Birleşik Krallık, Almanya, Belçika ve Hollanda’nın çektiği Avrupa ülkelerinin nasıl milyonlarca ton atığı Türkiye’ye gönderdiğini açığa çıkardı. Türk Devleti’nin yasal olarak getirilen atıkları bertaraf etmekteki eksikliklerine ek olarak, yasadışı olarak yığılan çöpler ise yakılmakta ya da tarım arazilerine, su kaynaklarına ya da açık alanlara bırakılmaktadır.
Plastik sanayii, kademeli olarak ortadan kaldırılmak yerine büyümeye devam ederken, atıkların büyük bir çoğunluğu geri dönüştürülmemeye devam etmektedir. Uluslararası antlaşmalar, bölgesel siyasi ittifaklar ve yurt içinde getirilen kısıtlamalar atık ihracı sektörünün en kötü etkilerinin bazılarına karşı önlem alabilmektedir. Ancak nihai olarak, neo-kolonyal [yeni sömürge] çöp toplayıcılığını tamamen bitirmek daha radikal çözümler gerektirecektir.
ÇÖP İHRACI
1980 yılında, sağlığa zararlı atıkları ABD’deki katı atık sahalarına atmanın bedeli ton başına 15 ABD Doları’ydı. Love Canal’daki gibi facialar sayesinde, 1980’lerin sonuna gelindiğinde bu ücret 250 ABD Doları seviyesine fırlamıştı. Buna karşılık Afrika’da ise atıklardan ton başına 2,50 ABD Doları karşılığında kurtulunabiliyordu, bu da ana akım iktisatçıların küresel atık ticaretinde büyük bir menfaat gözetmesine sebep oldu. 1991 yılındaki gizli bir bilgi notunda, Dünya Bankası’nın baş iktisatçısı Lawrence Summers “Afrika’daki ülkelerde büyük bir kirlilik EKSİKLİĞİ” olduğu iddiasında bulunmuş ve Dünya Bankası’nın “kirli sanayilerin en az gelişmiş ülkelere kaymasını daha fazla desteklemesinin” gerektiğini tavsiye etmişti.
Afrikalılar ise bu görüşle hemfikir değildi ve geniş katılımlı protestolar kısa bir zamanda üreticileri atıklarından kurtulabilecekleri başka bir yer bulmaya sevk etti. Atıkların küresel yolculukları, tahmin edilebileceği üzere, yüzlerce hatta binlerce zehirli atık “vakasına” yol açmıştır. Örneğin, 1986 yılında bir atık şilebi, okyanusta bu zehirli yükünü boşaltabileceği bir yer bulmak için dönüp dolaştıktan sonra, Philadelphia’daki çöp yakım kazanlarından kalan 14,000 ton külü Haiti’nin bir sahiline boşaltmıştır. Bundan iki yıl sonra, iki İtalyan şirketine ait varillerin sızıntı yapması sonucu kanserojen poliklorlu bifenil (PCB) ve asbest saçakları Koko, Nijerya’ya yayılmıştır. Paslı ve sızıntı yapan variller (ya da kullanılmasına gerek bile görülmeyen variller) zehirli atıkların dünyanın pek çok yerinde, sıcak ve nemli tropik ülkelerde daha da hızlı olacak bir şekilde, toprağa ve su sistemlerine karışmasına sebep olmuştur.
Zehirli atıklarla ilgili vakaların çoğu, dünyadaki atıkların yönetimiyle ilgili düzenlemelerin çerçevesini oluşturması adına Birleşmiş Milletler liderliğinde yapılan 1989 Basel Sözleşmesi’nin ardından gerçekleşmiştir. Bu sözleşmeye dair temel problemlerden bir tanesi, Afrika, Güney Pasifik ve Karayipler’deki ittifakların talep ettiği üzere, atık üreticilerinin uluslararası atık ticaretini tamamen yasaklayacak herhangi bir sözleşmeye taraf olmayı reddedebilmesiydi. 1992 yılında hayata geçen Basel düzenlemeleri zayıf uygulama mekanizmaları, nelerin “zararlı atıkları” ve “çevresel olarak faydalı” olacağına dair muğlak tanımlar ve pek çok kör nokta içermekteydi. Bu düzenlemeleri atlatmanın sık karşılaşılan bir yöntemi, üreticiler her ne kadar bu atıkların arazilerde ya da su birikintilerine yığılacağını gayet iyi bilseler de, atıkların üzerine “geri dönüşüm” etiketleri yapıştırmak şeklindeydi.
1990’larda, dünyanın en büyük atık üreticileri olan ABD, Birleşik Krallık, Almanya, Japonya, Avustralya ve Kanada’nın şiddetli muhalefetine rağmen Afrika, Orta Amerika ve Akdeniz’de atık ticareti yasakları hayata geçirildi. Üreticiler ise yüzlerini Asya’ya çevirdi, 21. Yüzyıl’ın başına gelindiğinde ise Çin, Batı’nın atıklarının bir numaralı ithalatçısı haline gelmişti. 2017 yılında Çin, Avrupa, ABD ve Japonya’dan yirmi yedi milyon ton atık kâğıda ek olarak yedi milyon ton da atık plastik ithal etmişti.
Tesisleri boğacak kadar çok geri dönüştürülemez, kirli ve zehirli malzemenin gelişi Çin Hükümeti’ni faaliyete geçmeye zorladı. 2018’in başında, yeni bir “Ulusal Kılıç” politikası plastik ve pek çok türde atığın Çin’e ithalini yasakladı. Bunun neticesinde, 2019’un başına gelindiğinde ülkenin plastik ithalatı %99 oranında, kâğıt ithalatı ise üçte bir oranında azalmıştı.
Bu her ne kadar çevre ve Çin’de yaşayan insanlar için iyi bir haber olsa da, müreffeh Batı’da ve ihracat yapan ülkelerde biriken çöpler bir kez daha alıcılarını bulmak için dünyanın altını üstüne getirmeye başladı. Endonezya, Tayland, Vietnam ve Malezya’daki geri dönüşüm tesisleri, önceden Çin’e gitmesi gereken atıkların büyük bir kısmını başta kabul etseler de, tesislerine gelen yabancı atıkların miktarı karşısında çabucak yetersiz kaldılar. Temmuz 2018’de Tayland 2021 yılına gelindiğinde tüm yabancı plastik atıkları yasaklayacağını beyan etmişti; Vietnam da 2025 yılında aynı uygulamayı yürürlüğe koymayı planlamaktadır.
Acayip bir ironinin (ve insanı şaşırtmayacak türden bir aptallık timsalinin) sonucunda, Donald Trump 2018 yılında federal deniz temizliği programını yenileyecek düzenlemeye imza attığında, Asya’yı dünyanın okyanuslarını kirletmekle suçlamıştı. Aynı yıl ABD 1.07 milyon ton plastik ihraç ettiğinde ise -ki bunların büyük bir çoğunluğu zayıf atık bertaraf sistemlerine sahip olan Asya ülkelerine gitmişti- Trump ABD’nin Pasifik’ten Batı Yakası’na doğru yüzmekte olan atıkları temizlemek zorunda kalmasının “hiç adil olmadığı” konusunda yakınmıştı. Malezya’nın çevre bakanı Yeo Bee Yin ise: “Ülkemi gelişmiş ülkelerin çöplüğü halinde görmekten nefret ediyorum,” diye karşılık vermişti. Onun beyanına göre hiçbir ülke “gelişmiş ülkelerin çöplüğü” olmamalıydı.
TÜRKİYE'NİN YÜKSELİŞİ
Her ne kadar Basel Sözleşmesi’ne taraf olsa da, 1980’ler ve 1990’larda, darbe geçirmiş ve neoliberalleşen Türk Devleti çevreye çok ilgi göstermedi. Ancak 2000’lerin başında, Avrupa Birliği’ne katılmayı amaçlayan yeni Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetiyle birlikte, devlet kendi politikalarını Avrupa’nın Atık Mevzuatı Direktifi ile uyumlu hale getirmeye çalıştı. Bunun neticesi olarak 2016 yılında, Türkiye’nin çöplerinin %35’ini geri dönüşümle, %65’ini ise depolamayla karşılamayı temin eden “Ulusal Atık Yönetimi ve Eylem Planı” ortaya çıktı.
2021 sonunda (Greenpeace raporu ortaya çıktıktan ve hükümet yanlısı basın tarafından beklenen ilgiyi gördükten sonra) yapılan resmi bir beyanda, Türkiye’nin 2010’da %13 olan geri dönüşüm oranının %22.4’e yükseldiği söyleniyordu. Bu rakam Ulusal Eylem Planı’nda ortaya konulan hedeflerin oldukça altındadır, ayrıca hükümet tarafından sağlanan rakamlardan şüphe duymak için güçlü sebepler de mevcuttur. Daha çevreci bir imaj oluşturmak için gösterdiği gayretlere rağmen, AKP hükümeti ekolojik kaygıları göz ardı etmekle, çevreci ve gazetecilere ise düşmanca tavırlar takınmakla kötü bir nam salmıştır. Kirlilik ve iklim değişikliği sebebiyle Marmara Denizi’ndeki mukus ve diğer mikroorganizmaların birikintisiyle oluşan deniz salyası (halk adıyla “deniz sümüğü”) Türkiye hükümetinin 2021’de karşılaştığı çevresel skandalların daha görünür bir diğer örneğini teşkil etmiştir. Greenpeace atık yönetimi konusunda, Türkiye’deki geri dönüşüm oranının %12 gibi düşük bir oranda, on yıl öncesiyle neredeyse aynı noktada olduğunu tahmin etmektedir.
Türkiye’nin 21. Yüzyıl’ın başlarındaki etkileyici ekonomik büyümesinin kökleri karbon yoğunluğunun yüksek olduğu, fosil yakıtlar, madencilik ve inşaat gibi devlet tarafından teşvik edilen sektörlere uzanmaktadır. Resmi ağızdan paylaşılan kalkınma arzuları -dirilen bir Türk gücü hayali kuran milliyetçi ideolojinin de yardımıyla-, bu arzuların çevresel etkileri hakkında duyulan endişeleri sıklıkla görmezden gelmiştir. Türkiye Paris İklim Antlaşması’nı imzalayan son G20 ülkesidir (Ekim 2021’de) – bunu da daha az sorumluluk almasını sağlayacak ve gaz salınımlarını azaltması için kendisine daha fazla zaman tanıyacak şekilde, gelişmiş bir ülke değil de gelişmekte olan bir ülke olarak sınıflandırılması şartıyla yapmıştır.
2016’da, fazlasıyla iddialı Ulusal Eylem Planı’nın yayınlanmasının üzerinden çok geçmeden Türkiye, Avrupa’nın atıkları için bir numaralı adres haline gelmiştir. Atık ithalatına 2004 yılında başlamış olsa da, Türkiye’nin 2017 sonrası bu alandaki sarsıcı yükselişi Çin’in Ulusal Kılıç politikasının doğrudan bir sonucuydu. 2020 itibariyle, AB ülkeleri tarafından ihraç edilen atıkların neredeyse çeyreği -yaklaşık 31.7 milyon ton- Türkiye’ye gönderilmekteydi. Bu 2016 yılında gönderilen miktarın tam yirmi katına tekabül ediyordu, ülkeye her gün 241 kamyon plastik atığın gittiği anlamına geliyordu. Aynı yıl içerisinde Birleşik Krallık Türkiye’ye her gün 200,000 ton, ya da 30 konteyner dolusu plastik paket atığı gönderiyordu.
Greenpeace’in araştırmacıları, ülkenin güney Akdeniz kıyısında yer alan bir şehir olan Adana’daki beş atık sahasını inceledi. Alınan numuneler, topraktaki kanserojen dioksin-furan oranlarının kirlenmemiş toprağa kıyasla 400,000 kat daha yüksek, poliklorlu bifenillerin oranlarının ise 30,000 kat daha yüksek olduğunu ortaya koydu. Araştırmacılar numunelerde aynı zamanda 18 çeşit metal, metalik alaşım ve polisiklik aromatik hidrokarbon (PAH) tespit etti. Bu zehirli kimyasallar yasadışı bir şekilde yakılan plastik atıkların ve bunların toprağa, suya, havaya ve besin zincirine karışmasının bir sonucudur. Adana’daki atık sahalarının önemli tarım, hayvancılık ve sulama alanlarına yakınlığının altının çizilmesi gerekmektedir.
Greenpeace raporunun yayınlanmasından iki hafta sonra, 2021 Mayıs’ının sonlarında, Türkiye hükümeti polietilen ithalatını durduracağını açıklamıştır. Kamuoyu baskısının alışılagelmiş bir biçimde hükümetleri harekete geçmeye zorladığı diğer ülkelerin aksine, burada AKP’nin elini zorlayan şey Greenpeace’in raporuymuş gibi gözükmekteydi. Ancak Temmuz başında, hükümet Türkiye’deki bir plastik üreticileri derneği olan PAGEV’in baskıları sonucunda bu yasağı kaldırdı. Ticaret Bakanlığı polietilenin ithalatı yasak olan ürünler kategorisinden “kontrole tabi maddeler” kategorisine geçirildiğini duyurdu.
Araştırmanın üzerinden bir yıl geçtiğinde, yabancı atıklar Adana’ya musallat olmayı sürdürmekteydi. Geri dönüşüm tesisleri, bu yönde verilmiş olan sözlere rağmen, plastik atıkların bulunduğu 18 arazideki atıkları geri dönüştürmekte başarısız olmuşlardı. Şirket yetkilileri, bu atıkların usulüne uygun olarak bertaraf edilip edilmediğini araştırdıkları için gazetecilere saldırdıkları esnada, Birleşik Krallık yasadışı bir biçimde binlerce tonluk atığı Türkiye’ye yığmaya devam etmektedir. Süregelen ekonomik krizin ve 2023 Yaz’ında gerçekleşmesi planlanan genel seçimlerin arasında, çevre ve atık skandalları maalesef Türkiye’deki muhalefetin önemli endişelerinden biri olarak yer etmemiştir.
2022 yılında dünyanın pek çok yerinde görülen rekor sıcaklıklar, yangınlar, seller ve felaket derecesindeki kuraklıklar, iklim değişikliğinin reddedilemez aciliyetini ortaya koymuştur. Her ne kadar küresel ısınma gezegene karşı gelen esas tehdidi teşkil etse de, kapitalist üretimin kaçınılmaz bir sonucu olan atıklar da görmezden gelinmemelidir. Yakın zamanlarda yayınlanan bir OECD raporu dünyada üretilen plastik atığın 2060 yılı itibariyle üç katına çıkacağını ve bunların ancak beşte biri geri dönüştürülürken yarısı civarının çöplüklerde son bulacağını tahmin etmektedir.
An itibariyle her yıl 44 milyon ton plastik çevreye sızmaktadır ve dünyanın göl, nehir ve okyanuslarında mevcut olan plastiğin üç katına çıkması beklenmektedir. Plastik tehdidine ek olarak, giderek büyüyen elektronik atık dağları (artık kullanılmayan telefon, tablet ve bilgisayar gibi elektronik cihazlar) ve bunların gönderimi, gelişmekte olan ülkelerin toplumlarına kurşun, cıva ve alev geciktirici gibi zararlı kimyasalların ulaşmasına sebep olmaktadır.
Ancak umut ışıkları da mevcut. 2019 yılında Basel Sözleşmesi’ne yapılan düzenlemeler plastik atıkları artık daha açık bir biçimde tanımlıyor ve sözleşmeye taraf olmayanlara da ticari yaptırımlar uyguluyor. Sözleşmeye taraf olan ülkelerin, taraf olmayan ülkelerle belli başlı plastik atıklarının ticaretini yapmasının yasaklanmasının, ABD gibi (taraf olmayan bir ülke) üreticilerin Meksika ve Kanada gibi sözleşmeye taraf olan ülkelere atık göndermesinin önüne geçeceği ümit ediliyor. 2022 Mart’ı itibariyle, 175 ülkenin temsilcileri Nairobi’de gerçekleşen ve 2024 yılı itibariyle plastik kirliliğini bitirmeyi amaçlayan bir Birleşmiş Milletler Çevre Toplantısı kararını destekledi.
Atık ihraç eden ülkelere yöneltilen ve haklılık payı da taşıyan “sizin kapınızın önü temiz kalıyor” suçlamalarına rağmen, endüstriyelleşmiş Batı’da yaşayan insanlar da plastik üretiminin ve atık yığınlarının zararlı etkilerine karşı umursamaz bir tavır takınmıyorlar. Yakın zamanda yapılan bir YouGov anketi Britanya halkının %86’sının Birleşik Krallık’ta üretilen plastik atıklar hakkında endişeli olduğunu ve %81’inin de hükümetin bu konuyla ilgili daha fazla şey yapması gerektiğini gösteriyor. Büyük bir çoğunluk -yüzde 62- hükümetin diğer ülkelere atık ihracatını durdurması gerektiğini düşünüyor. Şubat 2022’de, okyanusların korunması hakkında faaliyet yürüten bir oluşum olan Oceana tarafından yapılan bir anket, ABD seçmenlerinin %81’inin tek kullanımlık plastikleri azaltacak yerel ve ulusal politikaları destekleyeceğini, %78’inin de ABD’nin küresel plastik sorununa olan katkısını azaltmaya dair bir sorumluluğu olduğunu düşündüğünü gösteriyor.
Ancak neticede, eğer kökten bir değişim olması gerekiyorsa kapitalizmin yakıtı olan sonsuz kâr ve büyüme arzusu hakkında bir şeyler yapılması gerekiyor. Tıpkı fosil yakıt lobisinde olduğu gibi, son yıllarda plastik sanayii de plastik kullanımını azaltmak için yürütülen toplumsal hareketlerle mücadele etmesi için ABD ve Avrupa’daki hükümetlerin hazinelerine büyük miktarda para akıttı. Şirketlerin gücünü ve bu gücün kaçınılmaz olarak yıkıcı olan etkilerini aşmak için yerel, ulusal ve uluslararası ölçekte koordine olan eylemler gerekecektir. Bu, aynı zamanda ekonomilerimizin demokratikleşmesinden ve dolayısıyla da gezegenin ve insanların çıkarları adına büyük sanayilere el konulmasından ve millileştirilmelerinden daha ufak bir adımla da çözülemeyecektir.
Kaynak:
https://www.tempestmag.org/2023/01/neocolonial-wastelands/
Başlık İleri Haber tarafından kısmen değiştirilmiştir.