Yaşadığım hayat doğru mu acaba?

Yaşadığım hayat doğru mu acaba?

Ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrendikten sonra; yaşadığı hayatı, iş dünyasını, eşi  ve ailesi ile ilişkilerini sorgulayıcı bir tarzda ve gelgitli ruh haliyle inceleyen bir Rus yargı mensubunun ölüm karşısındaki tavrı, çektiği acılar ve ölüme gidiş sürecini büyük bir titizlikle irdeleyen Tolstoy sadece o dönemin Rusya’sındaki toplumsal hayatı değil günümüze dair insan ilişkileri üzerine de çok şeyler söylüyor bu kısa ama yoğun romanında.

Ufuk Akkuş

35’li yaşlarda İstanbul’da Kadıköy’e yaptığım rutin gezilerimden birinde, boğa heykelinin karşısında bir an durdum ve koşuşturan kalabalığa bakarak şöyle düşündüm; “En fazla 100 yıl sonra buradaki insanların ben dahil tabii hiçbiri yaşamayacak”. Yapıp etmelerin, hedeflerin, ideallerin anlamsızlaştığı noktaydı bu bir anlık hissiyat. Zaman zaman yakınlarımızın cenaze törenlerinde ve birtakım kırılma anlarında yaşadığımız bu anlık durum iyi ki sadece anlık durum olarak kalıyor. Yoksa hayatın pasif nesnesi olma durumu yaygın bir hastalık haline gelebilir. Aslında mesele yaşam- ölüm döngüsü dışında yaşadığımız hayatı doğru yaşıyor muyuz? ya da ne anlamda doğru yaşıyoruz? Tolstoy,” İvan İlyiç’in Ölümü” adlı kısa romanında işet bu sorunu irdeliyor. İvan İlyiç mesleğinde son derece başarılı, aile yaşamını kurmuş günlük hayatta belli bir rutin içinde huzur içinde yaşamını sürdürmekteyken ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrenir ve hayatı hakkındaki sorgulamaları ve ölüme ilişkin düşünceler hayatının merkezine yerleşir.   

Ölümü hep başkalarına yakıştıran ve sıradan insanlara özgü olduğunu düşünen İlyiç’in ölümünde de iş arkadaşları İlyiç’in sahip olduğu fikriyatı sürdürürler. İvan İlyiç’in öldüğünü duyduklarında odada toplanmış bayların hepsinin aklına, bu ölümün mahkeme üyesi olarak kendilerinin ya da tanıdıklarının yükselmeleri ya da yer değiştirmeleri açısından nasıl bir etkide bulunabileceği gelir. Bu ölüm geride kalanlarda bir yandan memuriyetle ilgili olası yükselme, yer değiştirme, hesaplarına yol açarken bir yandan da ölenin yakın bir dost olduğu durumlarda hemen hep olduğu gibi “ölen ben değilim, o” duygusundan kaynaklanan bir sevinç de yaratmıştı.

Sokrates, sorgulanmayan bir hayat yaşamaya değmez demişti. İlyiç, ölüm ile yüz yüze geldiğinde roman boyunca hayatı hakkında sorgulamalar girişir. İçten içe yanlış bir yaşam sürdüğünü düşünür. Karısı, giysisi, bedeni, sesi, yüz ifadesi ona hep aynı şeyi söylüyordu. Gerçek bu değil, yaşadığım ve yaşamakta olduğun her şey yalan. Sadece hayatı da ölümü de gizleyen koca bir yalanı yaşadın sen Bunu düşünmesiyle birlikte müthiş bir nefret, iğrenme yükseldi içinde. Nefretle birlikte fiziksel acılar fiziksel acılarla birlikte iki adım ötesinden beklemekte olan ölümün kaçınılmazlığı bilinci.

Tolstoy, kahramanımızın ölü yüzünü daha anlamlı tasvir eder: “Piyotr İvanoviç’i şöyle konuşturur: “Onu son görüşümden bu yana epey değişmiş, zayıflamış gibiydi, ama yüzü bütün ölülerde olduğu gibi güzel, daha da önemlisi yaşarken olduğundan daha anlamlıydı. Yüzünde “gereken her şey yapıldı, hem de tam gerektiği gibi yapıldı” gibi bir ifade vardı. Öte yandan, yaşayanlara yönelik sitem ya da kırgınlık içeren bir ihtar da vardı bu yüzde.

İlyiç’in ölümü iş arkadaşların bazılarında da ölüm fikriyle karşılaşmalarını gündeme getirir. Piyotr İvanoviç’in iç sesi şöyle aktarılır: “Üç gün boyunca acılar içinde kıvranmak sonra da ölüm… Bu her an benim de başıma gelebilir” diye düşünüp dehşete kapıldı. Ama hemen sonra nasıl olduğunu kendi de anlamadan, tüm bunların onun değil İvan İlyiç’in başına geldiği, kendisinin başına asla gelmeyeceği, gelemeyeceği, böyle düşünmenin kendisine eziyetten başka bir şey olmadığı “düşünceleri yardıma yetişti.

 45 yaşında yargı mensubu olarak ölen İlyiç’in özel hayatı da sorgulama dünyasında yer alır. Mantık evliliği yapmıştı İlyiç. Eşi Praskovya Fyodorovna; soylu iyi bir ailenin eli yüzü düzgün kızıydı, küçük bir serveti vardı. İvan İlyiç’in daha iyi koşullarda, daha parlak bir beklentisi olabilirdi. Ama bu da fena bir kısmet sayılmazdı. Kendi maaşı vardı, kızın gelirinin de maaşı kadar tutacağını düşünüyordu.; iyi bir aile, sevimli, namuslu bir kız, bundan iyisi can sağlığı. İvan İlyiç’in nişanlısına aşık olduğu ya da onunla hayat bakışları benzer olduğu için evlendiğini söylemek tıpkı içinde bulunduğu toplumsal çevrenin bu gelin adayını onayladığı için evlendiğini söylemek kadar haksızlık olurdu. Her iki görüşün de payı vardı evliliğinde. Hem böyle bir kızı eş olarak seçmekle kendisi için güzel bir şey yapmış, hem de yüksek mevkii sahibi kişilerin onayladıkları, doğru buldukları bir şey yapmış oluyordu. Karısının gerginliği ve kendisinden talepleri arttıkça İvan İlyiç, hayatının ağırlık merkezini iyiden iyiye resmi görevine kaydırdı. Artık işini daha çok seviyor., işinde yükselme konusunda eskisinden çok daha büyük hırs duyuyordu.

İlyiç’in evlilik hayatından tüm beklentisi; ev yemeği, ev kadını (ve elbette onunla paylaşılacak yatak) ama özellikle toplumun dayattığı o geleneksel görüntüydü. Bunun ötesinde tek istediği neşe ve hoşluktu. Bunları bulabildiğinde kendini mutlu hissediyor. Dirençle, dırdırla karşılaştığındaysa hemen işini merkeze alarak yarattığı özel dünyaya çekiliyor ve kendini mutlu edecek hoşluğu, neşeyi burada buluyordu.   

Kiesewetter’in Mantık kitabındaki; “Gaius insandır, insanlar ölümlüdür, o zaman Gaius da ölümlüdür” şeklindeki tasım örneği ona ömrü boyunca doğru gelmişti, ama hep Gaius bağlamında; kendisiyle hiç ilintisi olmadan. Evet Gaius insandı ama sıradan bir insandı. O bakımdan da bu önerme onun için tümüyle doğruydu. Ne var ki İvan İlyiç Gaius değildi.  O sıradan bir insan da değildi. Gaius hiç onun kadar aşık olmuş muydu? Hadi Gaius da onun gibi bir duruşma yönetsin bakalım. Gaius hiç kuşkusuz ölümlüydü, bu yüzden ölmesi son derece doğal ama benim ölmem, İvan İlyiç’in ölmesi. Bütün o duygularım, düşüncelerimle ben bambaşkayım. Benim ölmem olacak şey değil. Tek kelimeyle korkunç bir şey.

Zaman kavramını yitirdiği üç gün boyunca o görünmez, baş edilmez gücün kendisini tıkmaya çalıştığı siyah çuval içinde debelenip durdu. Bir idam mahkumu, kurtulamayacağını bile bile nasıl celladın elinden kurtulmaya çabalarsa öyle debeleniyor, çırpınıyordu. Tüm çabalarına karşın geçen her dakikayla o korkunç sona adım adım yaklaştığını hissediyordu. Duyduğu acının da hem bu kara deliğe sokulmaktan hem de -ve daha çok- bu kara deşiğe girememekten kaynaklandığının farkındaydı. Girmesine engel olan şey hayatının iyi geçtiğine duyduğu inançtı. Hayatını doğru yaşadığı inancı takılıyor, içeri girmesini engelliyor, onu bırakmıyor ve daha da çok acı duymasına neden oluyordu.

Ölüm korkusu ile boğuşan İlyiç bu korkuyu ölüme ramak kala yener. “Ya ağrı” diye sordu kendi kendine. Ağrı nereye gitti? Ey ağrı neredesin? Kulak kabarttı. Hah burada. Ne yapalım varsın ağrı da olsun. Ya ölüm o nerede? Kendini yoklayıp eski ölüm korkusunu aradı onu da bulamadı Ölüm nerede? Ne ölümü? Korku diye bir şey yoktu. Ölüm yoktu ki korku olsun. Işık vardı ölüm yerine Böyle oluyor demek diye mırıldandı birden. Ah ne mutluluk!” Üzerine doğru eğilen biri “bitti” dedi. İvan İlyiç bu sözleri duydu ve içinden tekrarladı. Bitti. Ölüm bitti. O yok artık. Derin bir soluk almak istedi ama soluğu yarıda kaldı. Bedeni birden gevşedi ve öldü.

Evet Seneca’nın dediği gibi biz varken, ölüm yok. Ölüm varken biz yokuz. Önemli olan yaşama sevincini en üst seviyeye çıkarmak ve doğru bir yaşam sürmek. Bu da ancak kolektif düşünce, dayanışma ve toplumsal mücadele pratiği ile mümkündür. Toplumsal varlık olan insanın mutluluğu bencillik, hedonizm, bireysel tutkular ve tüketimciliği aşarak kendisinin de parçası olduğu toplum için çalışmakla imkan dahilindedir. Ölümsüzlüğe kavuşmanın da bir yoludur belki de bu.

Tolstoy’un “İvan İlyiç’in ölümü “kitabı bizi yaşam, ölüm, sahte ilişkiler, boşa geçmiş hayat ve Rusya’nın toplumsal hayatından yola çıkarak evrensel insan ilişkileri üzerine düşünmemizi sağlıyor.

KÜNYE: Lev Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, Rusçadan çeviren: Mazlum Beyhan, 1. Basım Nisan 2014, 100 sayfa.

  

DAHA FAZLA