Söyleşi: Şilan Geçgel
Akın Olgun’un yeni kitabı El Âlem, geçtiğimiz günlerde Tekin Yayınevi imzasıyla okurla buluştu. Yazarın üçüncü öykü kitabı olan bu eser, birbirinden farklı hikâyeleri olan kadınların, tüm zorluklara rağmen birbirlerini yerden kaldırarak yürüyüşlerini konu ediniyor.
Akın Olgun’la başta El Âlem olmak üzere; edebiyat, siyaset, dayanışma gibi birçok meseleye dair keyifli bir söyleşi yaptık.
Akın Bey ilk soruma edebiyat ile olan ilişkinizi sorarak başlamak isterim. Daha önce yaptığınız bir söyleşide edebiyat için “tüm insanlığın hafızasıdır” diyorsunuz. Sizin edebiyatla ve dolayısıyla insanlığın hafıza ile ilişkiniz nedir?
Kül Sesleri adlı öykü kitabıma dair bir soruya cevaptı kurduğum cümle. Bunu da örneklemeye çalışmıştım. Neden küllerin bir sesi olduğunu ve bunun hafızamızla, edebiyatla nasıl bağı olduğunu, sanırım hepimizin içini kavuran son orman yangınları daha çok netleştirmiştir. Hafıza kısmı edebiyatın toplumsal yanını tarif ediyor. Kişisel hafızamız, toplumsal olandan, yaşananlardan bağımsız gelişmiyor çünkü. Kişisel dertlerimiz ile toplumsal dertlerimiz arasında mutlak bir bağlantı var. Madımak neyse, ne hissettiriyorsa, orman yangınları da onu hissettiriyor. Cizre'nin bodrumlarında yakılan insanların çığlığı ile yanan ormanın, börtü böceğin çığlığı aynı ve bunu en iyi edebiyatla anlatabilirsiniz. Yazının gücüne, hafızasına güvenirsiniz. Siyaset hayatımızı belirliyor ve onun yarattığı sorunlar ve çözümler günlük hayatımıza sadece etki etmekle kalmıyor, duygularımızı, ifade etme biçimimizi, kendimizi tanımlama tarzımızı ve ilişkilerimizi de çerçeveliyor. Edebiyat bu noktada bizi bağımsızlaştıran bir yere oturuyor. Özgürleştirici ve sorgulayıcı yanı bir sığınak oluyor. Yaşanmış ve yaşanacak olana dair bıraktığı miras, cümleler aracılığıyla nesilden nesle akıyor. Yaptığımız alıntılar, yaratılan karakterler üzerinden kurulan cümleler, kurguların gerçek hayatta karşımıza çıkışı ve "ben sanki bunu daha önce yaşamıştım" diyerek tarif ettiğimiz o dejavu hali, ne varsa hepsini kapsıyor. Bizden bağımsız gibi gözüken ama bize bağımlı bir hafıza bu. Bir başkasının hayatını, bir kurgu içinde okurken, bir anda öznesi olduğumuz bir yüzleşme. Hafıza aynı zamanda bir yüzleştirmedir çünkü. Eğer bu noktadan bakarsak, hepimizin toplumsal hafıza puzzle'nın bir parçası olduğumuzu görürüz. Benim edebiyat ile olan ilişkim de bu temele oturuyor diyebilirim.
El Âlem, birbirinden farklı tatları, dokuları, duyguları olan 9 öyküden oluşuyor. Öykülerin tamamını okuyunca, zorla bir mesaj kaygısı güdülmediğini ancak her şey bir yana insanın insana iyi geldiğini düşündürdü bana. Halden anlamak, düşeni kaldırmak, acıyı paylaşmak… İnsanın insana iyi geldiğini düşünerek mi yazarsınız?
İnsan insana her zaman iyi gelmez aslında. İnsanın doğası ve sömürüye dayalı sistemin çarkı, aynı zamanda insan öğüten bir değirmendir de. Çevremizde olan bitene, yaşadıklarımıza, deneyimlediklerimize bakarsak, o "değirmen" yanını hemen görürüz ama biz iyi olanı, iyinin yaratıcılığını ve insanlığa ait olan ortak değerleri önümüze koyup, onu koruyan bir yerde durmaya çabalıyoruz. El Âlem bunu önemsemiş bir kitap. Kötü olandan kimse medet ummaz ama kimse birden bire kötü veya iyi de olmaz. Bir geçmişin, çevrenin, yaşanmışlıkların, maruz kaldıklarımızın yansımasıdır bu. Kötü olanı anlamak için gösterdiğimiz çabayı, iyi olanı anlamak için versek, belki hayat hepimiz için başkalaşacak. Kötü olan kendini daha çok konuşturuyor, iyi olana ise sürekli bunu anlama duygusu yükleniyor ve iyi olanın sırtına yüklenen "anlama" derdi hiç bitmiyor.
El Âlem, etrafımızı saran tüm kötülüklerin ve bir çıkmaz olarak görülen şeylerin içinden, birbirine el uzatarak çıkanları konu alıyor.
Yurtdışına göç etmek zorunda kalmış, mültecisi olmuş kadınların, içinde yaşadıkları toplumun, yazılı olmayan kuralları ile değer yargıları arasına sıkışmışlıklarını anlatırken, dayanışmanın gücüne dikkat çekiyor. Daha da önemlisi, diasporanın kurduğu ve kendine özgü yöntemlerle beslediği patriyark cendereyi anlatmaya çabalıyor.
Burada bir parantez açmalıyım "dayanışma" haline. Dayanışmanın bile o patriyark ilişkiler içinde nasıl "borçlandırma" ilişkisine dönüşebildiğinin de ayrı bir başlık olarak değerlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim. Bu da bir gerçek ve bu alana da sızmış olan erk, bulunduğu ortamın rengini alan bukalemun gibi kendini gizleyebiliyor ve kendisi gibi olanları bularak, "dayanışma" içinde yer ediniyor.
Öykülerinizdeki ayrıntılar sanki planlanmış, detaylandırılmış öyle yazıya dökülmüş gibi hissettirdi bana. Ayrıntıların ve hikâye içinde hikâye sarmalının iyi bir gözlem yapma gücü ile de ilişkili olduğunu düşünüyorum. Örneğin “Geçmişin Ruhu” isimli öykünüzde, ana hikâye Elif’in etrafında dönmese de; Elif’in bacağındaki kesik ve gördüğü kâbuslar aklımıza başka bir hikâyeyi getiriyor… Siz öykülerinizi zenginleştiren bu ayrıntıları nasıl topluyorsunuz zihninizde? Sizi yazmaya iten ayrıntılar görüntüler mi, sesler mi, fikirler mi?
Gerçekten ifade ettiğiniz gibiyse, derdi anlatmakta başarılı olmuşum demektir. Sanırım gözlemci yanımı geçmişime borçluyum. Bulunduğu alanı gözleriyle fotoğraflamak ve fotoğrafın içindeki detayları yakalamak refleksi; siyasi mücadele pratiğinin kazandırdığı ortak bir özellik. Anlama, kavrama, anlamlandırma ve yaşananların, görünenin arkasına bakma duygusu beni hep etkilemiştir.
Söyleneni, ifade edilenin değil, ifade edilmeyeni bir bakışta yakalamak, kurulan cümlenin vurgusunda, bir el hareketinde anlamlandırmak ve elbette sabırla dinlemek. Dinlediğiniz şeyle hemhal olup, kurgulayıp, kelimelere döktüğünüzde ise kendi yaratım süreciniz başlıyor. O süreç, tüm yolculukları bir hafızaya aktarıyor elbette. Kendi hafızanızın, okuyucunun hafızası ile buluşması ve orada hayatın gerçekliği ile sınanması ise ortak bir dert üzerinde bizleri birbirine kavuşturuyor.
Her cümlenin kıvrımları üzerinde yoğunlaşmak, her kıvrımın üzerinde hareket etmek, gerçeklik duygusunu kırabilir hiç istemeden ve kırıldığı yerde onu tekrar toplamak çok zor olabilir. İnce bir çizgi bu ve o ince çizgiyi aşmamaya çalışmak benim için önemli.
Bir roman olsaydı kitap, elbette o kıvrımları zorlamak gerekirdi ama bir öyküde bunu yapmak, öykünün haddini aşmak olurdu. O haddi, ana konudan kopmadan korumak, hem okuyucuyu, hem kurguyu yormayacaktır diye düşünüyorum. Bir kitabın gücü, sayfa sayısında değil, okuyucuyu kavrayabilme ve hikâyeye ortak edebilmesinde görünür. El Âlem’de bu var mı bilmiyorum. Buna okuyucu karar verecektir.
Kitabınıza da ismini veren “El Âlem” isimli öyküye değinmek istiyorum. Bu öykünüzde ana karakter Fadime’nin kurtuluşuna yardım eden Yeşim’in iç sesine yer veriyorsunuz: “Bir sahil kasabasında değil de büyük bir şehirde yaşansaydı bu olay, Fadime bu kadar şanslı olmayabilirdi diye geçirdi içinden Yeşim.” Sadece kadınların kurtuluşu değil, birçok konuda coğrafya kader mi değil mi tartışması yürüdüğünü biliyoruz. Fadime’den yola çıkarak sormak isterim, sizce coğrafya kader midir?
Coğrafya bir "kader" olamaz bence. Cenderelerden kurtulamamış, başarması engellenmiş ve "kader" algısına mahkûm edilmiş tüm coğrafyalar aynı sıkıntıları yaşar. "Kader" demek var olan sorunların sebebini halka yüklemek olur. Güçlü olanların güçsüz bıraktıkları coğrafyalarda yaşayan insanlara, yaşadıklarının bir "kader" olduğunu söylemek, onların "kader"i üzerinde hâkimiyet kuran güçleri aklamak olur.
Fatma bir coğrafyadan, başka bir coğrafyaya geçtiğinde bile kendi kaderini tayin etme hakkına sahip değildi. Sahip olma olanaklarının farkında bile değildi. Onun duygu coğrafyası itiraz ettiği gün değişmeye başladı. Onun itirazı ve o gücü bulma pratiği sadece hayatına dokunan başka kadınların başarısı değildi. Küllerin en dibinde bulduğu o küçük sıcak közü üfleyecek gücü bulmasıyla oldu. Bu yolculuğunu okuyoruz öyküde. Onun hikâyesi, hepimizin içinde olan gücü bize gösteriyor aslında. Fatma'nın gücü, kendi duygu coğrafyasındaki o sönmek üzere olan son sıcak közü bulma mücadelesinden ileri geliyor. Onu bulmasın diye her şeyi yapanların coğrafyasını ateşe veriyor Fatma. Bunu, ayağa kalkarak yapıyor. Bazen, bir andır her şey. O an, herkesin kendi dönüşümünü tarif eder. Fatma'nın o an'ı, odanın karanlığından fırlayıp, dışarı çıktığı andır.
Hayata tutunamamış, ailesinin cebinden çıkamamış ve artık bir yük haline gelmiş, bağımlılıklarıyla baş edemeyen erkek çocuklarına, aslında bir bakıcı arayan ve bir kadını "seçilmiş eş" adı altında, bir kâbusun içine atan aileleri işaret ediyor Fatma'nın hikâyesi. Aileye atfedilen kutsallığın temelindeki çıkarcılığı ve kötülüğü de sorguluyor.
Kitapta yer alan farklı öykülerde bir misafirimiz var: Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Acılara Tutunmak isimli kitabı… Bu kitaba yapılan atıf, bana sizin kendi hikâyenize dair bir ipucu gibi göründü. Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Acılara Tutunmak isimli eseri Akın Olgun için ne ifade ediyor?
Acılarını pazarlayanlar ile acılarını dönüştürenler arasındaki farkı anlatmak için, "acılara tutunmak" şiiri üzerinden bir metafor yaratmaktı derdim. Öykünün kurgusu içinde çok doğru bir yere oturduğunu düşünerek koymuştum. Acı bazen bir bağlaçtır çünkü.
El Âlem’de yer alan her öykünün kahramanlarının, diğer bir öykü içinde yine karşımıza çıkmasının, birbirine teğet geçmesinin sebebidir bu aynı zamanda. Hikâyelerin birbirinden habersiz aynı havayı soluması, yan masada, yan sokakta birbirlerini fark etmeden yaşıyor oluşu, hayatın örgüsü içinde aslında birbirimize ne kadar yakın ve uzak olduğumuzu gösteriyor. Belki de başımızı çevirsek karşılaşacağız onlarla. Büyülü yanı burası sanırım. Yani bunu biliyor olmak.
Son olarak, bugünlerde neler okuyorsunuz ve yeni kitap çalışmalarınız olacak mı?
Uzunca zamandır üzerinde düşündüğüm bir roman fikri var. Yeni bir öykü kitabı ve bir film senaryosu da bu sıranın içinde. Ne kadar başarabilirim, şartlar ne kadarına izin verir bilmiyorum elbette.
En son Erkan Baş'ın "Yaşamak için Sosyalizm" kitabını okudum. Şimdi elimde, çevirisi Samih Rifat tarafından yapılan "Aristoteles, Poetika, Şiir Sanatı Üstüne" adlı bir kitap var ve sırada bekleyenler elbette.
KÜNYE: El Âlem, Akın Olgun, Temmuz 2021, Tekin Yayınevi, 139 Sayfa