Sen hiç ölümünü izledin mi?
İnsan, kendine bir amaç, bir gaye bulabilmeli. Çünkü bu anlamsız dünyada anlamsız bir yaşam, insanın aldığı her nefesi zehredebilecek potansiyele sahiptir. Ölüm er ya da geç gelecek. Recai gibi oturup ölümün gelmesini beklemenin manası var mı?
Emrullah Gümüş
1980 öncesinde, Ankara’da, kendisini birdenbire toplumsal çalkantıların tam orta yerinde bulan, ruhsal dengesizliğinin bunalımlarıyla kıvranan, mesleği gereği insanların hep pis yönleriyle uğraşmak zorunda kalan ve ister istemez onlarla benzeştiğini fark eden bir insanın, hamamböceklerine karşı duyduğu insafsız tiksinti…
İçine bir türlü kendisini yerleştiremediği toplum yapısına ve bir yaşayış biçimine karşı duyduğu nefret ve öfke…
Ölüm anlık bir gerçeklik miydi? Yoksa sürekli bir olasılık mı? İnsan öldüğünün farkına varabilir mi? Ne kadar kötü, her sevdiğimiz insanı gördüğümüzde onu son görüşümüz olabileceğini bilmek. Ansızın ölebilecekken neden korkarak yaşarız ki zaten. Bu nedense hiç mantıklı değil. Çünkü korkarak yaşamak yeri geldiğinde yaşamaya bile engel olur. Korku, her şeyi sinsice katleder.
Bu dünyada ölümün bedene girdiğini anlayabilen kaç kişi var? Mesela sen her gün ölüme bir adım daha yaklaştığını uzun uzadıya düşündün mü?
Erhan Bener de "Böcek" kitabında tam olarak bunu anlatmaya çalışıyor ve kelimelere gayet güzel döküyor. Tüm gerçekliğiyle…
Küçük bir çatı katında yaşayan Recai Bey, baş komiserlik görevinden alınıp bir dairede arşivci olarak çalışmaya başlar. Sebebi ise tam anlamıyla bir “doğrucu Davut” olmasıdır. Bu yüzden de hiçbir müdürüyle anlaşamaz. Bir milletvekili çocuğunu sorguda dövmesi artık bardağı taşıran son damla olur ve gözlerden uzak olması için bir süreliğine arşivde çalışmaya başlar. Aynı zamanda mutsuz bir evliliği vardır. Aynı yatakta dahi yatmayan bir karı ve koca…
Binnur’un evi terk etmesi -ki böyle olmadığı kitabın sonlarına doğru anlaşılıyor- Recai Bey’i tamamen yalnızlığa sürükler. Aslında eşi Binnur’un yanında da yalnızdır ama artık Binnur’a olan alışkanlığı, evdeki sessiz varlığı onu tamamen bir boşluğa sürükler. Recai Bey’de bu yalnızlıkla elinden geldiğince boğuşur ancak maalesef ki hayattaki en büyük düşmana yenik düşecektir. Yalnızlığa… Daha doğrusu mecbur kalınan, istenmeyen yalnızlığa.
Ölüm, doğduğumuz andan bedenimize giriyor aslında. Sonrası sadece bir bekleyiş. Aslında bir nevi can çekişme süresi. Tüm yaşlarımızda, tüm dönemlerimizdeki türlü türlü toplumsal ve bireysel sorunlarla karşı karşıya kalıyoruz ve hayatımızın büyük bir çoğunluğunu bu sorunlarla mücadele için geçiriyoruz.
Schopenhauer hayatın en iyi yanının, “bir gün bitecek olması” olduğunu söyler. Tüm hayatı kötü bir şakadan ibaret görür ve “bu şakanın en iyi yanı bir gün bitecek olmasıdır.” der.
Mesele yaşamak yahut çok yaşamak değil zaten. Asıl mesele, ne kadar yaşarsan yaşa, yaşadığın zaman dilimini anlamlandırmaktır. Boşa geçmiş bir ömür kadar kötü bir şey olabilir mi? Bu yüzden insan kendi yaşamını kendisi anlamlandırmalı ve bu uğurda kendini adayabilmelidir. Bu aslında çağımızın genel bir sorunu: Kendini bir dava uğruna adayamamak.
İnsan, kendine bir amaç, bir gaye bulabilmeli. Çünkü bu anlamsız dünyada anlamsız bir yaşam, insanın aldığı her nefesi zehir edebilecek potansiyele sahiptir. Ölüm er ya da geç gelecek. Recai gibi oturup ölümün gelmesini beklemenin manası var mı?
(…) “Bağıra bağıra ağlamak istiyor şimdi. Bomboş geçmiş yaşamına… Anlamsız ölümüne… başka kimse ağlamayacak arkasından. Bunu her ne kadar önemsemediğini söylemiş olsa da şimdi önemsediğini biliyor. İlk kez arkasından ağlayacak bir yakının olmasını istiyor. Belki bir çocuğunun. Şu kızı gibi bir kızının… insanın yaşadığına inanması ve ona bir değer vermesi için, ölümünden sonra arkasından birilerinin ağlayacağına inanması gerektiğini düşünüyor.”
Aslında insan öldükten sonra yaşar. Arkasından bıraktığı izlerle, anılarla, güzelliklerle, insanlarla…
Eğer arkandan seni uğurlayacak birisi yoksa, aslında orada olduğun iddia edilebilir mi?
Sahi arkandan yasını tutacak bir insan yoksa, birilerinin ruhuna, yaşamına dokunamadıysan yaşamış sayılabilir misin ki ölesin?
(…) “Her şey, öyle sanıldığı gibi birden olmamış olsa gerek. Her şeyin bir başlangıcı vardır. Ölümün de bir başlangıcı vardır. Apansız ölümlerin bile… bağ çubukları öyle birdenbire çürümezler. Ağaçların yaprakları birdenbire sararmazlar. Bir eski, toprak evin tavanı, birdenbire çökmez. Mangalın ateşi birdenbire tutuşturmaz bir köy evini.”
Recai Bey’in de ölümünün bir başlangıcı vardı elbette. Daha küçücük bir çocukken mangal ateşinin tutuşturduğu köy evleri yanarken içerde kalan kedisi ve kız kardeşiyle başlamıştı onun ölümü de. Aslıdan Recai Bey o an ölmüştü ama bir süre daha ruhsuz bir şekilde yaşamıştı. O son ana kadar…
(…) “Şu böcek. Yakmıştı onu ama bakalım gerçekten ölmüş müydü? Kaç kez gözleriyle görmüştü, biliyordu, kurşunun yüreğe saplanmasından vücudun bir ceset haline dönüşmesine kadar geçen bir süre vardı. Aslında, şimdi o sürenin içindeydi. Yani daha tam olarak ölmüş sayılmazdı ama kurşun ya da bıçak saplanmıştı bir kez yüreğine. Kısa ya da uzun, geçecekti o süre. Daha bir zaman, üç gün, beş gün, on ay, on yıl, sallanacaktı orta yerde. Geri dönmek için çaba harcamak faydasızdı. Olan olmuştu. Hiçbir doktor, hiçbir cerrah onu oradan geriye döndüremezdi. Beklemekten başka çare yoktu.”
KÜNYE: Böcek, Erhan Bener, Adam Yayıncılık, 1982, 191 sayfa.