Rüyalardaki gerçek

Rüyalardaki gerçek

Yarın yaşayıp yaşamayacakları belli olmayan, kalan ömürlerini ne kadar huzurlu geçirecekleri meçhul insanların, bir anaymış gibi bakılan Surelae Dağı’nın güneşi doğurup doğurmayacağına bel bağlamasının hikayesi “Şer Zamanıydı”. Gewr, Keşiş, Surelae dağlarından Kır Kısrak Gölü’ne, her doğal güzelliğin tıpkı canlı bir varlıkmışçasına kendine özgü bir hikayesinin bulunduğu, Mahmıdo, Seycan, Seydali’ nin  sıradağlar gibi Pirler olduğu; canlının cansız, cansızın canlı yapıldığı Dersim’in hikayesi…

Mert Akkurt

Pülümür halkının sürgününü konu alan hikaye, Seydali’nin zor zamanlarında rüyalarına giren Derviş Dewran’ın bir gece gene rüyasına girmesiyle başlar. İçinde pek çok mistik öğe barındırsa da pek çok bilimsel araştırma ve tarihsel incelemeye dayanan bu eser, fantastik kurgusuna rağmen gerçeklikle bağını yitirmiyor, geçmişte yaşanan trajediyi tüm çirkinliği ve çıplaklığıyla günümüze taşıyor. Şer Zamanı, katliamının ardından bitmek bilmez asimilasyon politikalarının devam ettiği Pülümür’den başlayıp İzmir’e ve sonrasında Soma’ya uzanan bir Dersim Tertelesi hikayesi. Üç ay gibi kısa bir zaman zarfında geçen roman, bu bakımdan şimdilerde ismi bile duyulunca rahatsızlıklara sebebiyet veren Dersim halkının, geçmişte aslında neler yaşadığının da somut bir örneği niteliğinde.

Zaten kitabın yazarı Hasan Hayri Ateş’in de bu romana, hiçbir zaman acıları anlaşılmamış ve anlaşılamayacak olan Dersim halkının tarihine ayna tutmak gibi bir misyon yüklediği, daha kitabın başında kendisini açık ediyor. Ateş, Holokost’tan kurtulan ve Logoterapi kuramının da kurucusu olan Viktor Emil Frankl’ın: “Yaşadıklarımız hakkında konuşmayı sevmiyoruz. Onları yaşamış olanların hiçbir açıklamaya ihtiyacı yok. O olayları yaşamayanlar ise ne o zaman hissettiklerimizi ne de şimdi hissettiklerimizi anlayabilir” sözlerini taşımış giriş sayfasına; bu roman belki Dersim halkının yaşadıklarını ve yaşamaya devam ettiklerini biraz olsun anlamamıza vesile olur.

Eserin kahramanları Pir Seycan, Ana Goye, Pir Seydali, Ejma, Semerci Sıleman, Serxon, Kirkor, Bedro, Nure, Lılo ve onlar gibi bu zulmü yaşamış bir dizi Dersim halkı karakteri aracılığıyla yazar, Frankl’ın sözünü ettiği bu empati noksanlığını adeta okurunun yüzüne vuruyor ve onu utandırmak pahasına da olsa yaşanan acılara kısmen ortak olmasını sağlıyor. Ateş’in kendine özgü anlatım dili de okuyucuyu bu hüzün yumağının içine çekmekte oldukça etkili. Pirlerin gördüğü rüyalarda yaratılan atmosfer, Pülümür coğrafyasının betimlenişi, yerel şivenin renkliliği, karakterlerin tutumu ve gelişimi… hepsi ahenkli bir kurgusal bütünlük ve akıcı bir olay örgüsü içerisinde kaleme alınmış. Genç yaşlı demeden uçurumlardan atılarak ya da süngülenerek öldürülen insanların, yaşadıkları haksızlıklar ile özümsedikleri kültür arasında kurdukları bağı aktarırken kullanılan hülyalı dil, Dersim hakkında yazılmış edebi eserler arasında romanın kendine özel bir yer edinmesini sağlıyor.

Eserin ikinci bölümünde Pir Seydali’nin gördükten sonra etkisinden uzunca bir süre çıkamadığı rüyada duyduğu “yolların başı olur da sonu olur mu Pirim? Gitme…” sözleri, girişte Moliére’in “rüyalar aynalara benzerler, bazen içlerinde başlarımıza gelecek şeyleri görürüz” şeklinde alıntılanan aforizmasını destekler niteliktedir. Benzer bir biçimde Pir Seydali’nin babası Pir Seycan da gördüğü rüyaların etkisinden çıkamamakta, başlarına gelecek korkunç olayları halkının önceden görmesine vesile olmaktadır. Pülümür’e elleri kolları bağlı biçimde götürülen Pir Seycan, Harçik suyunun kenarında halkı ile birlikte kurşuna dizilirken, oğlu Pir Seydali ise aynı kurşunlardan son anda kendini suya atarak kaçmayı başarır. Ancak, bu kıl payı kurtuluştan sonra yaşadığı amansız sürgün esnasında kaybettiği annesi ve kızı, ona kaçışın da bir kurtuluş olmadığını gösterecektir.

Surelae ve Gewr dağları arasında kalan, dibi olmayan sonsuz bir göl ile gökyüzünden yeryüzüne ulaştırılmış bir köyde, Pülümürlüler vicdan ve insafın içinde Derviş Dewran gibi engin düşünürleriyle yaşarlar. İster kendi topraklarında olsun isterse dünyanın öbür ucunda bu insanlar kendi aralarında ayrım yapmazlar ve kendilerinden olsun olmasın hiç kimseye zarar vermezler. Baba Mansur Ocağı’na bağlı dervişler olmaları, inançlarının dilini hiç terk etmemeleri, Doğu’da ne iseler sürüldükleri Batı da o olmaları, kuyruklu bir hayvan muamelesi görmelerine rağmen kadın erkek demeden yaşlı çocuk fark etmeksizin yetiştikleri kültüre sahip çıkma mücadeleleri, bu insanların her birinin hikayesini ayrı bir direniş destanı haline getiriyor.

Bir rüya ile başlayıp bir rüyayla son bulan bu eser, aslında korkusuzluğun, azmin, hakkaniyetli olmanın ve kültüre bağlılığın nasıl tüm insanlar için içgüdüsel olduğunun ve bu birlik ruhunun nasıl zalimce yıkılmaya çalışıldığının bir belgesidir. “Tanzimat devri/ Hürriyet devri/ Cumhuriyet devri… Hepsini gördüm. Payımıza yalnızca tertele düştü” dizeleri, Dersim halkının tarih boyunca yaşadıkları zulmün de bir özetidir. Ama onlar hiçbir zaman inatlarından vazgeçmediler, zalimlerden korkmadılar ve varlıklarını kimliklerini kaybetmeden korumayı kendilerine görev bildiler.

Direncin, korkusuzluğun, inanılan değerlerden koparılamayışın hikayesini dinlemek isteyenlere anlatmış “Şer Zamanı”, sesine kulak vermeli.

 

KÜNYE: Şer Zamanıydı, Hasan Hayri Ateş, Dipnot Yayınları, 328 Sayfa.

DAHA FAZLA