Pandemide bakım krizi
Kapitalizmin her derde deva olamayan büyük hastaneleri pandemi sürecinde insan, donanım ve enerji sağlamakta sınıfta kalmışken yoksullara sıcak yemek, evsizlere geçici konutlar, evden çıkamayan yaşlıların kişisel bakım ihtiyaçları hep bu insani dayanışmalar sayesinde ve hatta bu dayanışma örneklerinin zorlamasıyla hayata geçebildi. Devlet erkinin cılız kaldığı dayanışma denemeleri işçiye karşı patronun, yoksula karşı zenginin yanında saf tutmaya devam ederken farzımisal, belediyelerin bir şova dönüştürdüğü bardakta sıcak çorba dayanışması, özel bir hastanenin acil servisi önünde sağlık sigortası olmadığı için ölüme terk edilen yurttaşı unutturamadı.
Şilan Geçgel
Yüzyıllardır özellikle kadınların prangası haline gelen bakım emeği, kadın mücadelesi özelinde üzerine çalışılan önemli bir kavram olarak sıklıkla önümüze çıkar. Bugün Covid-19 pandemisinin tüm dünyada tıbbi, siyasal, psikolojik birçok etkisi ile birlikte toplumsal etkilerinin de travmatik boyutlara eriştiğini söyleyebiliriz.
Pandemi; sokağa çıkma yasaklarıyla birlikte gittikçe artan erkek şiddetini, eve hapsolmanın getirdiği psikolojik sorunları, işsizliği, yoksulluğu ve evden çalışmanın pohpohlandığı yeni tip sömürü işleyişini de beraberinde getirdi. Kadınların yaşlı, çocuk, hasta bakımı, ev işleri ve bitmeyen mesaileri pandemiyle azalmadı, arttı. Bununla birlikte pandemi nedeniyle evde olan erkeğin bakım süreçlerine ise herhangi bir dahili olmadı.
Aksine pandemi koşulları, kadınların karşılıksız-görünmeyen bakım emeğini gözler önüne serdi. Bu toplumsal koşullar altında “Hayat eve sığar.” mı bilinmez ancak sokağa çıkma yasakları, evden çalışma programları, altı kapanmayan ocaklar, çaylar, kahveler derken pandemi, tüm dünyada bir bakım krizine dönüştü.
Dipnot Yayınlarının, Gülnur Acar Savran’ın çevirisiyle basılan ve Bakım Kolektifi imzası taşıyan “Bakım Manifestosu- Karşılıklı Bağımlılık Politikası” isimli kitabı, tam da bakım emeğinin ve bakım emeğine bağlı piyasa sömürüsünün arttığı bugünlerde önemli bir üretim olarak önümüzde duruyor.
Kolektif eserlerin giderek yaygınlık kazandığı bugünlerde Bakım Kolektifi ismi okura tanıdık gelebilir. Bakım Kolektifi (The Care Collective) 2017’de Londra'da kurulan; bakımdan kaynaklanan krizleri tanımlamak, anlamak ve uluslararası bir ölçekte çözüme kavuşturmak için arayışlar içerisinde olan bir grup yazarı bir araya getiren bir oluşum. Bakım Manifestosu'nun yazarları Andreas Chatzidakis, Jamie Hakim, Jo Littler, Catherine Rottenberg ve Lynne Segal de bu kolektifin üyeleri arasında.
Bakım Manifestosu’na “Umursamazlık Hüküm Sürüyor” diye başlayan yazarlar, umursamama ne demektir, bunun bakımla ve bakım verenlerle ne ilgisi vardır üzerine bir tartışma açarak tabiri caizse kazana ilk odunu atıyor ve umursamanın kendisini; bakımı, bakım işini, bakım verileni, doğayı ve hatta evreni umursamak olarak açıklıyorlar. İnsanın insana ve insanın doğaya yabancılaşmasının bir ürünü olarak, bir başkasını umursamamanın çağın en önemli sorunlarından olduğu tespitini yapıyor; göçmenlere, yoksullara, evsizlere atıfta bulunuyorlar.
“Bakım, gezegenin kendisinin yanı sıra, bu gezegendeki insanların ve canlı varlıkların büyük bir çoğunluğunun serpilip gelişmesine izin veren politik, toplumsal, maddi ve duygusal koşulları hem bireysel hem müşterek olarak sağlama becerimizdir.” (s.12)
Buradan da anlaşılacağı üzere bakımı da umursamama gibi geniş bir çerçevede ele alan yazarlar, bakım emeğinin uygulayıcısı olarak salt kadınları değil; huzurevi çalışanlarını, engelli ve çocuk bakıcısı olan işçileri hatta hastanede hasta bakan sağlık emekçilerini de bu bakım tasviri içerisine yerleştiriyorlar. Burada esas sorunun bakımın bireysel çözümlerle halledilmesi olduğunu kaydeden yazarlar, sonrasında bakım emeğini toplumsallaştırmak adına çeşitli tartışmaları açarak ilerliyor.
Bu bağlamda neoliberal politikaların zeminini güçlendirdiği bireyselliği eleştirel olarak ele alan yazarlar, bu bireyselliğe ve dolayısıyla neoliberal politikalara karşı mücadelenin bakım emeğinin görünür olması için elzem olduğunu savunuyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin derinleşmesi ve bakım emeğinin görünmezliğini önlemenin ise ancak bakım emeğinin toplumsallaşmasıyla çözülebileceği iddiası ise kitabın ana tezini oluşturuyor. Burada “çoklu bakım” ve “ evrensel bakım” önemli iki kavram olarak önümüze çıkıyor.
Bakımın merkeze alınmasının bakım odaklı politikalar meselesinde önemli dönüşümlere yol açacağını savunan yazarlar sırasıyla; “Akrabalıklar”, “Topluluklar”, “Devletler”, “Ekonomiler” ve “Dünyayı Gözetmek” isimli başlıklarla temel savlarını detaylandırıyor; bakımı periferden merkeze doğru inceleyerek ilerliyorlar.
Bakım meselesinin çoğunlukla ev içi bir konumda gerçekleşiyor olması nedeniyle kitabı okurken aklımızın geri planında sürekli “toplumsal yeniden üretim” meselesi dönüp duruyor elbette. Bakım işinin değersiz görülmesi, kadına içkin olarak “üretken olmayan”-“işe yaramayan” emek olarak değerlendirilmesi yeni değil, uzun bir tarihi var. Bununla birlikte bakım işini ücret karşılığında yapanlar, bugün hala, emeklerinden çok daha azını kazanıp sömürülmeye devam ederken toplumsal saygınlık denen şeyin yanından bile geçemiyor. Bakım işini ücretsiz yapan kadınla, az bir ücrete yapan işçi ve hatta bakım işini hiç yapmayan erkek işçi arasındaki uçurum ise sömürünün çıplaklığını ve çeşitliliğini gözler önüne seriyor.
Tam da bu nedenle “Kapitalizm koşullarında kadın işçi ile erkek işçi yeniden üretim meselesinde eşit düzeyde ‘sömürülüyor’ olabilir mi?” gibi sorular da sıklıkla kafamızı meşgul ediyor. Özellikle toplumsal yeniden üretimin bir Marksist teori olarak uzun yıllardır tartışılıyor olması, Bakım Manifestosu’nun sayfaları arasında bizi sürekli sınıfsal bir arayışa sürüklüyor.
“Bakıma dayalı bir devletin temeli son tahlilde tüm sakinlerine karşı beslediği dayanışma duygusudur; bu da Joan Toronto’nun ‘birlikte gözetmek’ dediği şeyi, yurttaşların yalnızca başka yurttaşlara değil demokrasinin kendisine de özen göstermesi gerektiği fikrini olanaklı kılar.” (s.81)
Bu tespitle birlikte aidiyet ve yurttaşlık haklarını sorgulamaya açan yazarlar; ırkçılık ve milliyetçiliği reddi ile birlikte, “bakım odaklı devletlerin nüfus alanında yaşamanın gerektirdiği tek bağlılık andı bakıma bağlılık olacaktır” diye ekliyor. (s.81)
Covid-19 pandemisinin belki de en çok hatırlattığı meselelerden biri olan şey dayanışmaydı. Evet, pandemi tüm dünyada lokalize de olsa çeşitli dayanışma örneklerini yarattı. Kapitalizmin her derde deva olamayan büyük hastaneleri pandemi sürecinde insan, donanım ve enerji sağlamakta sınıfta kalmışken yoksullara sıcak yemek, evsizlere geçici konutlar, evden çıkamayan yaşlıların kişisel bakım ihtiyaçları hep bu insani dayanışmalar sayesinde ve hatta bu dayanışma örneklerinin zorlamasıyla hayata geçebildi. Devlet erkinin cılız kaldığı dayanışma denemeleri işçiye karşı patronun, yoksula karşı zenginin yanında saf tutmaya devam ederken farzımisal, belediyelerin bir şova dönüştürdüğü bardakta sıcak çorba dayanışması, özel bir hastanenin acil servisi önünde sağlık sigortası olmadığı için ölüme terk edilen yurttaşı unutturamadı.
Tam da bu nedenle, Bakım Manifestosu’nda vuku bulan “bakım odaklı devletler” önermesinin, kapitalizm koşullarında ele alınmadığı müddetçe bizi ütopik bir iyimserliğe götüreceğinin altını özellikle çizmemiz gerek. Çünkü dayanışma da bakım emeğinin toplumsallaşması da kapitalizmle ve onun politikaları ile mücadele etmeden mümkün olamayacak.
Bakım Manifestosu’nun; okura, evrensel bakıma dayalı queer-feminist-ırkçılık karşıtı ve eko-sosyalist bir siyasal öneriler dizisi sunmak gayretinde olduğu muhakkak. Kimi şerhlerin de konulabileceği önerileri bir kenara bırakırsak özellikle eleştirel okuma yapmak isteyen okurlar için bu kitap önemli bir kaynak eser olarak ele alınabilir.
KÜNYE: Bakım Manifestosu - Karşılıklı Bağımlılık Politikası, Bakım Kolektifi, Çev. Gülnur Acar Savran, Dipnot Yayınları, 2021, 127 sayfa.