Orhan Veli Kanık
"Şu kavga bir bitse dersin, Acıkmasam dersin, Yorulmasam dersin; Çişim gelmese dersin, Uykum gelmese dersin; Ölsem desene..."
Ümit Cingöz
Hiçbir şeyden çekmiyoruz şu dünyada şiirsizlikten çektiğimiz kadar!
Hatta çirkin yaratıldığımız için bile o kadar müteessir olmuyoruz artık.
Neticede sosyal medya filtreleri var, plastik cerrahi var. Herkes kendi hesabında yakışıklı, herkes uygun bir profilinden güzel!
Orhan Veli ve Süleyman Efendi yoklar uzun zamandır. Neyse ki şiirleri var hayli zamandır.
Yeni nesil kafe duvarlarında, Twitter'da, Facebook'ta, Instagram'da, WhatsApp durumlarında, eski Türkiye kamyon kasalarında...
Kendi el yazısıyla olmasa da eski mahallelerin eski kahve ocaklarında, yeni sosyal medya mahallelerinin platformlarında "garip" şiirleri kaldı yadigâr.
Demini almış çaylar kadar nefis, alındaki bıçak yarası kadar afili, karpuz kabuğundan yapılan fenerler gibi aydınlık, sedefli hançerle karpuz üstüne çizdiği usta işi Gülcemal resimleri gibi serin...
Yalnızca kundurası vurduğu zamanlarda Allah'ın adını anan masum günahkar kullar, eski Türkiye'de kaldılar maalesef. Orhan Veli'nin şiirleri de işi de Allah'a kalmadı çok şükür?
Yeni Türkiye'nin sözde günahsız ama arsız kulları, sokaktaki masalarda keyiflerince bira içen kadınları gördüklerinde rahatsız oluyorlarmış. Bir de eskileri alıp yıldız yapan, bayıldığı musikiyi ruhuna gıda niyetine katan, işbu gıdadan garip şiirler yazıp eskiler alan, ol eskileri verip tekrar tekrar musikiler alan ve en sonunda bir rakı şişesinde balık olan Orhan abimizi görseler ne yaparlardı acaba?
Keşke eski Türkiye'deki gibi sadece kuşlar yalan söylese sadece bahar gelirken. Keşke kuşların yalanına inananlar olsa eser miktarda da TÜİK'in. Fakir şairlerin fakir ceketleri olsa sadece; yeni Türkiye'de koca koca adamlar koca koca yalanlar söylüyor ekran ekran, meydan meydan, sayfa sayfa; bahar gelirken değil üstelik yaz, kış, ilkbahar, sonbahar...
Çayın rengi ne kadar güzel oysa sabah sabah... Açık havada gün ışığı, vapurda simit, vapur peşinde martılar, güvertede oğlan çocukları ne güzel! Hele hele yeni Türkiye'de Hatay'da, Malatya'da, Adana'da, Maraş'ta göçük altından itfaiye erinin parmağına sarılıp o eli hiç bırakmayan çocuklar... Ne güzel, hastanedeki yataklarından bebeklerin el sallayışı, göçük altından çıkan hayatlar ne güzel! Ne çirkin ihyacı, şahlanmacılı siyasetçiler, millet fakr u zaruret içindeyken saraycılarında sülale boyu zevk u sefa sürenler.
Ne güzel hafiften esen rüzgar, ağaçlarda yavaş yavaş sallanan yapraklar, yükseklerden sürü sürü, çığlık çığlığa geçen martılar...
En çok da rakı şişesinde balık olmamız kadınlı, erkekli ne güzel! Ne çirkin, sepsessiz kalmış Mahmutpaşa, insansız Kapalıçarşı, ne tuhaf otobüs üzerinden insanların kafasına selden, depremden, kongreden sonra atılan keyif çayları...
Bedava da yaşamıyoruz şüphesiz bedava efendi! Evlerimize abartmadan ve gerçek anlamda ekmek götürebilsek de keyifli şeyler götüremiyoruz. Avucumuzda sıcaklığını doya doya duymadığımız mis gibi ekmeği ve tuzu unuttuğumuzdan değil! Güzel havalardan hiç değil! Şiir yazma okuma hastalığının nüksetmesinden de değil? Vallahi değil, billahi değil! İlle geçim derdi, geçim.
Hep küçücük, ufacık kalacak değildik; epey büyüsek de zaman epey değişse de kötü kişiler hep aynı...
Büyüyünce yine işsiz kalmalar, yine aç kalmalar; yine yardan, serden geçmemeler, gökyüzünden, denizlerden, ağaçlardan, uçurtmalardan, ebemkuşağından vazgeçmemeler ama geçim derdi işte!
DELİKLİ ŞİİR
Cep delik cepken delik
Yen delik kaftan delik
Don delik mintan delik
Kevgir misin be kardeşlik
Sinemaların kapısı, camekanlar, yağmur, çamur, dere, tepe, hava, bulut bedava hâlâ.
Peynir ekmek, acı su, kelle fiyatına hürriyet hâlâ bedava değil. Tarla yollarında, duble yollarda, inşaat iskelelerinde, bina, maden göçüklerinde ölümler bedava. Bedava ölüyoruz bre kardeşlik bedava!
Orhan Veli'nin ve arkadaşlarının Türk şiirinde açtığı yol ne derin ne serin ne sade ne güzel ne püfür püfür esen bir yol. Garip Anadolu insanımız, köyümüz, köylümüz, çamaşırcılarımız, lağımcılarımız ve rüyaları gibi... O insanlar ki şiir gibiler o yoklukta, yoksunlukta...
Süslü püslü sanat hep kalantor insanların bilip seveceği bir şey de sade insanlar gibi sade sanat neden sade insanların harcı olmasın? Neden garip kaçsın? Gösterişsiz insanlar gibi gösterişsiz ama sımsıcak insan gibi şiir neden mümkün olmasın?
İNSANLAR
Ne kadar severim o insanları!
O insanları ki, renkli, silik
Dünyasında çıkartmaların
Tavuklar, tavşanlar, ve köpeklerle beraber
Yaşayan insanlara benzer.
Neler neler yapmıyorlar şu vatan için hâlâ ve bizi sadece bu güzel havalar mahvetmiyor artık!
Kimimiz ölüyoruz hâlâ depremlerde, madenlerde, göçüklerde, tarla yollarında, selde; kimileri nutuk söylüyor hâlâ ekranlarda, gazetelerinde, saraylarında.
En güzel köfteleri, o çok ünlü master şeflerin olduğu lokantalarda değil de Hoşgör Köftecisi'nde hayal ediyoruz hâlâ; master şefler, über ustalar, süper gurmeler reyting uğruna ekranlarında boşa çabalıyadursun.
Orhan Veli'nin fertlerin ruhî hayatlarının cemiyetten büsbütün ayrı bir hadise olduğunu söylediğini iddia edenler artık öyle şeyleri söylemiyorlar. Türk şiirinde öyle derin, öyle bir yol açtı ki hâlâ kendi yatağında gürül gürül çağlıyor o şiirler ve Yahya Kemal o doğallığa haset ediyordur hâlâ!
Bu devirde toplum sorunlarına duyarsız kalmayan bir sanat, aynı zamanda bireyin ruhi hayatıyla neden ilgilenmesin ki? Orhan Veli de biliyordu elbet ölçülü, uyaklı, sanatlı şiirler yazmayı, hatta Yahya Kemal'i sevindirmek için gazel karalamayı, hem de fe'ilâtün fe'ilâtün fe'ilâtün fe'lün vezninde dizmeyi? O Mualla'yı sandala atıp Ruhumda Hicranın'ı söyletme hikayesi dahil!
"Bir zamanlardı bu gamhânede bir dem vardı
Gece sahilde sular fecre kadar çağlardı
O çağıltıyla berâber döğünürken def ü cenk
Bir güneş dalgalar üstünde doğar rengârenk
Mavi bir gökyüzü titrerdi güzel bir histe
Rindler muğbeçeler mest bütün mecliste"
Ciğercinin kedisinin ciğer derdiyle de sokak kedisinin kemik derdiyle de ilgilenir ki şiir akıllım.
Ekmeğini aslanın ağzından alıp evine ekmek götüreninkiyle de kalaylı kapta aşk rüyası görenin kuyruk sallama derdiyle de...
Öyle uyakla, redifle, ölçüyle, sanatla süsleyip püslemeden şiir olmaz diyenlere inat.
Hem de gündelik hayatın gündelik diliyle misler gibi olur, olmuş da, onlarca şair o yoldan yürümüş de.
Şairce değil, insanca, sade insanca, insan gibi dümdüz insanla, dümdük insanlarla dümdük.
Müreffeh sınıftan olamayıp çalışmak zorunda olan insanların diliyle, mademki çalışarak dünya onların sırtından, emeklerinden, alın terlerinden damlayanlarla dönüyor; şiirin dili de biçimi de edası da onlara dönebilir, döndürdüler de.
Taka gibi, tekne gibi, karpuz kabuğu gibi, ışık gibi, sis gibi, buğu gibi şiirler yazdılar.
Galata Köprüsü üzerindeki keyifle denizi seyreden insanlar gibi...
Siya siya kürek çekenlerin, dubalardan midye çıkaranların, mavnalarda dümen tutanların, halat başındaki çımacının da şiirini vura kıra, yıka yapa çıkardı o şiir denizinden Orhan Veli ve arkadaşları.
İnsan gibi insanın, kuş gibi pır pır eden insanın, pırıl pırıl balık gibi parıldayan insanın, dut gibi bulut gibi insanın, vapur gibi, şamandıra gibi, çatana gibi insanın şiirini buldular.
Düdük gibi öten insanın, duman gibi tüten insanın...
Ama en çok da kendisi gibi geçim derdinde olan insanın...
"Teşbih, eşyayı olduğundan başka türlü görmek zorudur. Bunu yapan insan acayip karşılanmaz, kendine hiçbir gayri tabiilik isnat edilemez. Hâlbuki teşbihle istiareden kaçan, gördüğünü herkesin kullandığı kelimelerle anlatan adamı bugünün münevveri 'garip' telakki etmektedir."
"Yeni bir zevke ancak yeni yollarla, yeni vasıtalarla varılır. Birtakım nazariyelerin söylediklerini bilinen kalıplar içine sıkıştırmakta hiçbir yeni, hiçbir sanatkârane hamle yoktur. Yapıyı temelinden değiştirmelidir. Biz senelerden beri zevkimize, irademize hükmetmiş, onları tayin etmiş, onlara şekil vermiş edebiyatların, o sıkıcı, o bunaltıcı tesirinden kurtulabilmek için, o edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyi atmak mecburiyetindeyiz."
Bir şiirde, romanda, öyküde, resimde, müzikte, filmde, dansta, heykelde takdir edilmesi gereken bir şey aranacaksa bunlar ne ahenk, ne teknik, ne biçim, ne vezin, ne uyak, ne redif, ne konu, ne malzeme, ne teknoloji...
Önce insan, sonra insan, hep insan...
Dümdüz insan olan insan...
Ağlasa sesini duyurabileceği mısraların olduğunu, okuyucunın ellerini uzatınca gözyaşlarına dokunabildiği insanın şiirinden...
Edalı, iptidai, basit, saf, dümdük insan... Şiiri de Orhan Velilerin su gibi basit, ekmek gibi sımcıcak, kuyruğu pır pır eden uçurtma gibi şen; çay simit kadar güzel...
Binlerce yıllık şiirin hududunu genişletmek, ölçünün, uyakların, rediflerin, şairaneliğin, sanatların sınırlarından kurtarmak garip Orhan Veli ve garip arkadaşlarına nasip olmuş.
İSTANBUL TÜRKÜSÜ
İstanbul'da Boğaziçi'nde,
Bir fakir Orhan Veli'yim;
Veli'nin oğluyum,
Târifsiz kederler içinde.
Urumelihisarı'na oturmuşum;
Oturmuş da bir türkü tutturmuşum;
"İstanbulun mermer taşları;
Başıma da konuyor, konuyor aman, martı kuşları;
Gözlerimden boşanır hicran yaşları;
Edalı'm,
Senin yüzünden bu halim."
"İstanbulun orta yeri sinama;
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama;
El konuşur, sevişirmiş; bana ne?
Sevdalı'm,
Boynuna vebalim!"
İstanbul'da, Boğaziçi'ndeyim;
Bir fakir Orhan Veli;
Veli'nin oğlu;
Târifsiz kederler içindeyim.
Maalesef birdenbire gitti Orhan abimiz birdenbire...
Olan her şey gibi birdenbire...
Yere vuran gün ışığı gibi, mavi gibi, gökyüzü gibi, topraktan birdenbire tüten duman gibi, filiz gibi, birdenbire açan tomurcuk gibi, aşk gibi, sevinç gibi...
Ölüm gibi... Birdenbire... Şiirleri kaldı yadigâr...