Marksizm mi varoluşçuluk mu?

Marksizm mi varoluşçuluk mu?

Olup bitenlere bakıyoruz da sanki dünya, insan ve dünya içinde insan; ancak kusurlu, eksik bir Tanrı yaratabilmiş.*

Şadi Erarslan

Geçmişten bu yana kendini ve dünyayı anlamaya çalışan insanlar çeşitli yolara başvurmuş ve bu yolda epey yol katetmeyi başarmıştır. Bilim ve teknolojinin yetersiz olduğu yıllarda felsefe ile anlam arayan birçok filozof çeşitli yöntemler geliştirerek görüşlerini insanlara sunmuşlardır. Doğru yolda olmanın felsefe ile mümkün olacağını iddia eden filozoflar, görüşlerini bir sistem şekline getirerek kendilerine has yöntemler geliştirmiştir. Çığır açan bir felsefe gerçekten özgün bir yöntem olmaksızın uzun süre ayakta durmayı başaramaz. Geçmişin bütün filozofları için bu böyleydi: Platon, Aristoteles, Descartes, Spinoza, Hegel ve Kant'ın etkili olmaları yöntemlerinin özgün olmasıyla ilgiliydi. Bir dönem burjuva entelektüelleri arasında epey popüler olan, özellikle savaş süresince ve savaş bittikten sonra Batı entelektüel sahasına akan egzistansiyalizm (varoluşçuluk) felsefe tarihinde önemli bir yere sahiptir. Varoluşçuluk gelip geçici bir moda mıdır? Ya da çığır açan bir felsefe mi? Bu soruların yanıtı felsefenin gerçeği ne kadar yansıttığı ve insanların maddi sorunlarına ne derece karşılık verdiğine bağlıdır.

Yordam Yayınlarından geçtiğimiz ay okurlarıyla buluşan, Mehmet Sert’in Türkçeye kazandırdığı, György Lukacs’ın kaleme aldığı “Marksizm mi Varoluşçuluk mu?” adlı çalışması okura yeni bir bakış açısı sunarak felsefe tarihine ve felsefenin güncel politik yansımalarına dikkat çekiyor.

Lukacs,  nesnel idealizm ve öznel idealizmin uğradığı bozgundan sonra geleceğe dair söyleyecek bir şeyleri kalmayınca kötümserliğe büründüklerini ve en nihayetinde mitlerden beslenerek ömürlerini tamamladıklarını yazar. Asıl mesele üçüncü yol olarak ortaya çıkan varoluşçuluk ve diyalektik maddecilik arasında cereyan etmektedir. Burjuva felsefesinin yaşadığı bunalımı gerçeği yanlış ele alarak yansıttığını ve toplumsal gerçekliğin fiili gelişimi ile gözle görülebilen yüzeyi arasındaki çelişkide yüzeyi incelemekle yetindiklerini, böylece gerçeğin çarpıtılmış halini sunduklarını söyler. Kapitalist toplumun insan ilişkilerini maskelediğini, özellikle insan emeği sonucunda ortaya çıkan metanın insanların arasındaki ilişki sonucu ortaya çıktığını gizler. Böyle bir durumda toplumun maddi koşulları yerine yansıttığı günlük yaşantılara bakılarak toplumun gerçek sorunlarını ortaya çıkaracağını düşünen burjuva felsefecileri gerçeklik ile onun yüzeysel dışavurumunu yansıtan düşünce arasında bir uçurum açar.

Toplumun gerçek sorunlarını ve varoluşunu ortaya çıkarmak iddiasıyla ortaya çıkan varoluşçuluğun nasıl ve neden moda haline geldiğine ve sonrasında etkisinin neden azaldığına dikkat çeken Lukacs, varoluşçuluğun Husserl’in fenomenolojisinden türediğiyle çok fazla ilgilenmez, onun asıl ilgilendiği yöntem sorunudur. Fenomenoloji geleneğinin ‘’tavır alış’’ olarak belirlediği ‘’epokhe’’nin (paranteze alma) varoluşçuluğu derinden etkilediğini iddia edecektir. Sorun varoluşçu yöntemin yeni olana katkılarıdır. Bu sorunun temeli felsefede değil, günümüz insani sorunlarının soyut insani tavır olarak ortaya çıkmasındadır. Burada da fenomenoloji idealizm gibi maddeciliği aşarak gerçek bilginin kaynağını sezgiden alan birçok felsefi yöntemden biri olduğunu kanıtlar.

İdealist felsefenin doğurduğu küçük burjuva çileciliği idealizmin çöküşüne sebep olurken Nietzsche ile beraber vücudun felsefede yeniden önem kazandığı görülüyor. Burjuva felsefesinin önem verdiği şey dünya nimetlerine ve acılarına önem verecek ama maddeciliğe taviz vermeyecektir.

… İdealizm geliştikçe maddecilik de devrimci proletaryanın ideolojisi haline gelecekti. Dolayısıyla Gassendi ya da Hobbes’un pozisyonu burjuva düşünürleri için savunulabilir olmaktan çıkacaktı. Kısacası, idealist yöntemi bırakmak, ama onun çıkış noktalarını ve vardığı sonuçları muhafaza etmek gerekiyordu.  

Fenomenolojiden türeyen varlıkbilim idealizmin bilinmezciliğini görünüşte aşarak yeni bir tanım olarak varlıkbilimsel bir bilinemezcilik koymaktan öteye geçemeyecektir. Lukacks bu durumun Sartre için de geçerli olduğunu, onun da varlıkbilimsel bir bilinemezciliğe doğru gittiğini söyleyecektir.

Bireysel bir bilincin ve o bilincin görünüşteki yansımalarını esas alarak tüm insanlığı kapsadığını hesaba katıp keyfi bir tavır alışla en sonunda hiçlik mitine kadar vardırır durumu. İnsan hakkında herhangi bir şey bilinemeyeceğini varsayarak insan ve yaşam arasındaki ilişkiyi yadsır ve insan gerçeğini hiçbir bilimin bilemeyeceğini iddia eder. Yaşamın her türlü perspektiften yoksun bulunduğunu, varoluşun bilmeye kapalı olduğunu söyleyerek tıpkı Heidegger gibi Sartre da radikal bir nihilizme varır. Varoluşçuluk, bireysel özgürlüğü yani bireyin seçiminin var olduğu ve gerisinin ölü nesneden başka bir şey olmadığını iddia eder.  Sartre herhangi bir şeyin kesinlikle bilinemeyeceğini, geçmişi olmayan geleceğin gerçekleştiği anda geçmişe döndüğünü söyler. Nihilizme ulaşan bu gerçekliği bertaraf etmek için ise biçimsel mantığı, yani bir fikrin genelleştirilmesi metodunu, kullanır. Bireyi topluma bağlayan gerçek ilişkileri reddeden Sartre insanı nesnel bağlardan ayrı düşünerek yalıtık bireylerin olduğu bir dünya oluşturur. Fransız varoluşçular ilerlemeyi ve demokrasiyi, sol sosyalist çevrenin entelektüel felsefesi haline getirmeyi amaçlar. Dolayısıyla ne Nietzsche gibi sosyalizmin defterini dürmek ne de Heidegger gibi toplama kamplarının arkasına gizlenerek görmezden gelinmek düşünülebilirdi. Tam tersine bunlarla hesaplaşarak, savaşarak, tarihin insan davranışlarıyla ilgili sorunlarına Marksizm’den daha açık, iyi ve somut bir şekilde cevap vermeyi düşünüyordu. Ancak ne kadar iyi niyetle yapılmış olsa da deliliğe varılan nihilizmden kaçamamıştır.

Lukacs, Sartre gibi varoluşçuluğu sol bir temele oturtmaya çalışan Simone de Beauvoir ve Merleau-Ponty de varoluşçu felsefenin gerici ve küçük burjuva çileciliğine saplandığını ve her halükarda nihilizme ulaştığını belirtir.

Fenomenoloji ve varoluşçuluğu tek bir kitaba sığdırıp anlatmak çok zor olsa da Lukacs en temel ve sorulması gereken soruları sorup, insanı çileciliğe sürükleyen ve kötümserliği doğal bir durum haline getirip asıl gerçeği görmemizi engelleyenleri eleştirmesi gereken noktalardan ele alarak sebepleri bir bir önümüze koyuyor. Bir dönemin modası haline gelen varoluşçuluğun, insanı durağan bir canlı şeklinde kodlayarak eylemsizliğe ittiğini apaçık bir şekilde gösteriyor. Eyleme geçmenin felsefi sonuçlarını reddeden ve faşizmin bayraktarlığını yapmaya hazır olanlara karşı Lukacs; toplumun maddi koşullarını göz önünde bulundurup, gerçekleri yadsımadan Marksist bakış açısıyla tüm bunları bertaraf etmeye çalışıyor.

*J.P. Sartre, Varlık ve Hiçlik

KÜNYE: Marksizm mi Varoluşçuluk mu? , György Lukacs, Çev. Mehmet Sert, Yordam Kitap, 2021, 221 Sayfa.

DAHA FAZLA