LGBTİ+ Onur Yürüyüşü: “Direnmediğimiz sürece hayatta kalamayacağımızın farkındayız”

LGBTİ+ Onur Yürüyüşü: “Direnmediğimiz sürece hayatta kalamayacağımızın farkındayız”

20-26 Haziran arasında birçok yerde yapılacak etkinlikler, iktidar mensuplarının talimat gibi açıklamalarıyla, yetkili makamlarca yasaklandı.

İleri Haber

LGBTİ+ Onur Haftası kapsamında yapılacak Onur Yürüyüşleri yaklaşırken, SPoD LGBTİ+ Derneği Politikalardan Sorumlu Genel Koordinatör Hatice Demir, Kaos GL Derneği’nden Yasemin Öz ve TİP LGBTİ+ Komisyonu’ndan Cihan Hüroğlu; geçmişteki Onur Yürüyüşleri, yasaklamalar süreci ve “direniş” temasının LGBTİ+ hareketindeki karşılığı hakkında konuştu.

Türkiye, AKP iktidarında 2022 LGBTİ+ Onur Haftası’nı da bir kez daha yasaklarla karşıladı. 20-26 Haziran arasında birçok yerde yapılacak etkinlikler, iktidar mensuplarının talimat gibi açıklamalarıyla, yetkili makamlarca yasaklandı.

Bu ortamda, hafta sonunda yapılacak Onur Yürüyüşleri öncesinde SPoD LGBTİ+ Derneği Politikalardan Sorumlu Genel Koordinatör Hatice Demir, Kaos GL Derneği’nden Yasemin Öz ve Türkiye İşçi Partisi (TİP) LGBTİ+ Komisyonu'ndan Cihan Hüroğlu sorularımızı yanıtladı.

‘100 BİN KİŞİLİK ONUR YÜRÜYÜŞÜ HAYAL BİLE EDİLEMEZDİ’

LGBTİ+ Onur Yürüyüşü’nün Stonewall ayaklanması ile simgeleşen bir yürüyüş geleneği olduğunu biliyoruz.  Ama bir de sizden kısaca Onur Yürüyüşlerin ortaya çıkışını dinleyelim. Buna ek olarak süreç içinde Onur Yürüyüşleri nasıl gelişti, sizler için ne anlama geldi ve sizce Türkiye’de de bugün LGBTİ+lar için ne ifade ediyor?

Cihan Hüroğlu: Onur Yürüyüşleri 69 yılındaki Stonewall’dan sonra her sene büyüdü. Biraz da belki 68 rüzgarları bu hareketin doğmasını mümkün kıldı. LGBTİ+/queer örgütlenmeler tabii ki daha önce de dağınık şekillerde büyük şehirlerde vardı. Stonewall ile bu direnişin öyküsünden güç aldılar, seslerini daha geniş kitlelere duyurdular. Hem sokak eylemleri daha görünür oldu, hem de örgütlenmeler genişledi, savunuculuk güçlendi. LGBTİ+lar toplu grev desteklerinden, festivalimsi sokak yürüyüşlerine kadar her türlü azınlık grubun içinde, her yerde göründüler. Hareketin politik gücü bir aşamada kamu kurumlarının uygulamalarına da yansıdı. Bunların belki en önemlisi Dünya Sağlık Örgütü’nün 1992 yılı 17 Mayıs’ında eşcinselliği hastalık kategorisinden çıkarması oldu.  Daha sonra farklı ülkelerde evlilik eşitliğinin tanınması gibi başka pek çok kazanım da gerçekleşti. Türkiye’de bu politika 70’ler, 80’ler ve 90’larda bazen bazı ünlülerin magazin basınındaki açıklamaları, bazen de Türkiye’deki transların direnişlerinin haberleriyle görünür oldu. Türkiye’deki örgütlenmeler ise daha çok 90’larda düzenli hale geldi. Gerçi Onur Haftaları uzun bir süre sadece salon etkinlikleri ile kutlandı ama 2003 yılında Mis Sokak’ta basın açıklamasıyla Onur Haftası kutlama eylemimiz sonrasında sokak eylemleri süreklilik kazandı.

Yasemin Öz: Ben 2007 yılına kadar herhangi bir Onur Yürüyüşü'ne katılmamıştım ama çok az kişiyle yapıldığını biliyorum. 1993 yılında ilk izinli, yani izin istenen Onur Yürüyüşü‘nün engellenmesi gündem olmuştu. 2007 yılına, yani benim katıldığım yıla kadar belki 20-30 belki 50 kişilik katılımlardan bahsedebiliriz. 2007 yılında diğer hareketlerle olan temaslarımız ve beraber örgütlenmenin sonucunda bir anda binlerce kişinin ilk defa Onur Yürüyüşü’ne geldiğini gördük. O sene Onur Haftası etkinlikleri için yurt dışından da katılımcılar vardı ve çok büyük bir bayrak getirmişlerdi. Biz o bayrağı nasıl taşıyacağız diye düşünürken, bayrağın etrafına sığmayacak kadar çok insan birikmişti. Muhteşemdi. Bayağı ağladığımızı biliyorum.

O kadar kalabalık olmak ve Onur Yürüyüşü‘ne o kadar insanın gerek kendisini ifade etmek, gerekse destek olmak için gelmesi... Sonrasında uzun yıllar böyle kalabalık ve coşkulu oldu. İlk sokağa çıktığımızda Kaos GL’de 15-20 kişi bile değildik. Bir gün deselerdi ki, “İstiklal Caddesi‘nde yüz bin kişilik Onur Yürüyüşü yapacaksınız”, hiç hayalimde bile canlanmayacak bir şeydi. Toplumsal olarak bu kadar destek alıp, insanların da görünür olma korkularını o kalabalığın verdiği güçle atmaları, bana “doğru yola çıkıp doğru strateji izlemişiz, iyi ki yola çıkmışız” duygusunu vermişti. Sonrasında tabii sürekli yasaklamalar ve engellemeler geldi ve bunun da en çok orada yaratılan görünürlükten ve alınan toplumsal kabulün verdiği rahatsızlıktan olduğunu düşünüyorum.

Cihan Hüroğlu: Kaos GL’nin 2001 1 Mayıs’ında ilk defa LGBTİ+’lar olarak sokakta görünmesi aslında Onur Haftası kutlamalarının İstanbul’da 93’ten sonra yeniden sokağa inmesini en çok güçlendiren etmen oldu. Ardından LGBTİ+ örgütler Irak’ın işgaline karşı eylemlerde diğer sol/muhalif gruplarla yan yana yürümüşlerdi. Lambda ile hep beraber Ankara’ya bu eylem için gittiğimizi hatırlıyorum. İstanbul’daki 1 Mayıs eylemlerinde de da 2003’ten önce gökkuşağı bayrakları görünmeye başlamıştı.

Yasemin Öz: Aslında biz ilk çok küçük bir grup olarak Ankara'da 1998’de 8 Mart yürüyüşüne katılmıştık. Ama çok az sayıdaydık ve çok ürkektik. 2001‘de yine 15-20 kişi ilk defa 1 Mayıs’a kendi pankartlarımızla katılmıştık. Zaten muhalif camianın içindeyiz. O 1 Mayıs mitinginde pek çok farklı gruptan açık olmadığımız, kimliğimizi bilmeyen pek çok arkadaşımız, tanıdığımız vardı. Ben mesela, gören herkes gruba dahil olduğumu anlayacak diye KAOS GL pankartının arkasında yürümeye çekinmiştim. Pankartın hemen önünden yürümüştüm. Yani hem içinde gibiyim, hem de gereksiz insanlara “ya ben o gruptan değilim, tam arkama denk gelmişler” diyebilirdim.  Oraya katılmak büyük bir korkuydu benim için.  Ama bunu bir noktada aşmak gerekeceğini, bir yüzleşme ve çarpışmanın olacağını biliyordum. İstanbul’da 2007’deki yürüyüşte Ankara kökenli olduğum ve İstanbul'dan beni tanıyan çok fazla insan olmadığı için, biri beni görür mü, korkusunu çok yaşamadım. Yalnızca basına yansırsa, fotoğraflarım çekilirse diye kaygılandım. Ama 2001‘e kıyasla 2007’de bu korkumu aşmıştım. Zaten kalabalığı görünce korkumuz tamamen geçmişti.

‘ALAN HER SENE BİRAZ DAHA GENÇLEŞİYOR’

2007 yılında Lambdaistanbul LGBTİ Derneği’nin kapatılma davasına karşı dayanışma çağrılarının da etkisiyle, o yıl,  Onur Yürüyüşleri için gerçekten büyük bir sıçrama oldu. İsterseniz biraz da yakın zamandaki yürüyüşlerden bahsedelim. Bu yürüyüşler bugün LGBTİ+lar için ne ifade ediyor?

Yasemin Öz: Yasaklamalar aslında görünürlüğünün ve toplumsal bir güç haline gelmenin sonucu ve tabii ki muhafazakâr politikalar yürüten hangi hükümet olsa -bu kadar radikal olmasa da- belki yine negatif bir tepki yaratacaktı. Bu yasaklamalar bende korku duygusu veya geri çekilme duygusu yaratmadı. Biz her sene ısrarla o yürüyüş alanına gittik ve ısrarla, gözaltılar da olsa, polis müdahalesine rağmen devam ettik. Ama kitlede ‘geriye çekilme, içine kapanma, kaygı duyma, alana gelmek istememe veya kişisel olarak özel yaşamına da aynı kaygıları yansıtma yaşanır mı’ diye bir kaygı doğdu bende. Kimliğinden dolayı korkuya kapılma ve yeniden bir geriye gidiş psikolojisi yaşanır mı, diye düşündüm. Benim için ise artık geriye gidişin olmayacağı bir noktaydı. Herhangi bir yasak, bana alandan çekilme hissini yaşatamazdı. Bunu yaşayan ve her şeye rağmen alana gelen binlerce insan vardı. Özellikle yasaklamaların ilk yıllarında Sıraselviler’den Cihangir’den büyük kitleler geldi. Bence ne kadar yasaklanırsa yasaklansın insanlarda bir geri çekilme hissi yaratılamadı. Dijital alanda, sosyal medyada varoluşlarının bir şekilde devam ettiğini düşünüyorum. Bu yasak ve baskıların da hükümet değişikliği olabilirse kesinlikle tümüyle ortadan kalkacağını düşünüyorum. Çünkü bu yasaklamalar aynı zamanda diğer siyasi partilerin, muhalefet partilerinin bizi gündemine almak zorunda kaldığı bir durumu beraberinde getirdi. Eylemlerimiz, taban hareketimizin baskısıyla ve aslında yasaklarla daha da görünür kılındı ve belki daha da çok ittifak kurulmasına da neden oldu. Geleceğin inşasına neden oldular.

Hatice Demir: Aslında yasaklardan beri benim de her sene alana giderken, “acaba çok mu az kişi olacağız?” “40 50 kişi mi olacağız?” hatta “40-50’mizin hepsi de gözaltına mı alınacak?” gibi kaygılarım oluyordu. Ama alana her gittiğimde, yani Taksim’e her girdiğimde, Taksim’in her köşesinde binlerce açık lubunya görmek beni çok güçlendiriyor.

Alan her sene biraz daha gençleşiyor. Evet, bazılarımız yorulmuş olabiliriz. Özellikle sahada çalışan avukatlar maalesef çok yoruluyor. Onur Yürüyüşleri günleri bizim için gece ikide üçte Vatan’da biten mesai anlamına geliyor. Evet, ama hala aynı coşku ve heyecanla devam ediyoruz. Mesela Taksim'in girişinde polisin sadece kıyafetinden dolayı, biraz daha renkli göründüğü için İstiklal’in içine almadığı insanları da gördük. Şöyle bir kaygı duyuyordum; normalde Onur Yürüyüşleri’ne gelmek demek, hazırlanmak demek, makyajını yapmak demek, o güne uygun giyinmek demek. Senelerce festival havasında geçen Onur Yürüyüşleri gördüğümüz için, yasaklamalardan sonra, acaba yürüyüşler biraz daha renksizleşir mi, diye düşünüyordum. Ama bu da olmuyor. İnsanlar oraya gelirken hazırlamaktan da geri durmuyorlar işte. Ne bileyim, davullarını, düdüklerini yanlarında getirmekten de geri durmuyorlar. Aynı coşkuyla gelip hak taleplerini haykırıyorlar orada. Bence bu çok heyecan verici. LGBTİ+ hareket her gün gençleşen çok dinamik bir hareket. Bu yüzden de heyecanı bitmiyor. LGBTİ+ hareketi tabii ki yaşlı hareketini de kapsayarak, yaşlıları da kapsayarak gençleşiyor. Artık yaşlılık çalışmaları da yapılıyor ama alanda, sahada sokakta biz hakikaten öğrencileri, gençleri hatta bazen lise öğrencilerini görüyoruz- ki zaten o çocuklar da gözaltına alınıyor. O yüzden de ne sayımız eksilir ne de korkarız. Çünkü gençlik korkmaz. Hepimiz biliyoruz bunu.

‘BİZ BU DÜZENE SIĞMIYORUZ’

Gezi Direnişi ve Onur Yürüyüşü’nün 2013 yılında arka arkaya denk gelişi sonrası, özgürlüklerin, eşitlik taleplerinin ortaklaştığı ve LGBTİ+lar için toplumsal anlamda özgürleşmenin yükseldiği bir dönem ardından bugün yaşadığımız kriminalize etme, hedef gösterme ve yasaklar size ne düşündürüyor?

Hatice Demir: Gezi sadece bizim için değil, yeni toplumsal hareketlerin birçoğu için daha önce çok fazla temas edemedikleri toplumsal kesimlerle temas etmek ve haklarını dertlerini, meselelerini başka toplumsal kesimlere anlatmak için bir alan açtı ve derdimizi de çok güzel anlattık. Zaten o yüzden, 2013 Onur Yürüyüşü yüz binlerle kutlandı. Yasaklara kadar, 2015’te de bu böyleydi. 2016’da o yüz binlerin toplanmasına izin verilmedi. Ve LGBTİ+ hareket neden bu kadar kriminalize edilir hale geldi?  Cevabı bence çok açık. Çünkü AKP‘nin yaratmak istediği Türkiye'ye biz sığmıyoruz. Bu kesin, çünkü LGBTİ+ hareketi doğası gereği barışçıl. Doğası gereği toplumsal barış ve huzurun tesis edilmesine dönük birtakım talepleri olan bir hareket. AKP‘nin yarattığı ve yaratmak istediği Türkiye'ye ve dünyada doğası gereği karşı. Kastettiğim bu arada özcü bir şey değil. Bunlar, Türkiye‘de LGBTİ+ hareketi ortaya çıktığından beri dile getirilen talepler. Antimilitarist olması, her zaman barış hareketinin yanında olması, vicdani ret hareketi ile birlikte yürümesi ve dolayısıyla Türkiye'nin bir polis devleti olmasının doğal olarak karşısında olması gibi. LGBTİ+ hareketi, tabii ki AKP‘nin yaratmak istediği Türkiye‘nin tam karşısında duruyor. Bu yüzden de, AKP‘nin doğrudan hedefi haline gelmesi bence hiç garip değil. Bizim daha fazla toplumsal kesimle buluşmak istememizi engellemelerini de garip bulmuyorum. Çünkü bizim için bu aynı zamanda bir yaşam hakkı kavgası. Biz bu düzene sığmayız, sığmıyoruz. Onlar da farkında sığmadığımızın. Bu her zaman böyle devam edecek diye düşünüyorum.

Yasemin Öz: Kendimizi toplumsal bir güç olarak var edebileceğimizi önceden düşünmüyorlardı muhtemelen. Bir kitle hareketine dönüşebileceğimizi veya bu kadar ittifak kurabileceğimizi, muhalefetin bu kadar desteğini alabileceğimizi düşünmüyorlardı. Uluslararası lobicilik gücümüz, bu kadar fark edilmiyordu. Çok dikkate alınmıyordu. Bunun yanında, uzun süre iktidarda kalan bütün hükümetler bir süre sonra başarısızlık ivmesine girer. Hükümetin başarısızlıkları ve kendisini muhafazakâr siyaset üzerinden var etme çabası, onun da politikalarını çok daralttı.

Kadın hakları, LGBTİ+ hakları, özel hayata ilişkin haklar gibi kendi İslami düşünüşlerine uygun olmadığını düşündükleri haklar üzerinden giderek, toplumsal grupları hedef göstererek politik arenada var olmaya çalıştılar. Yani biraz win-win siyaseti yapmaya başladılar. Kendi ajandalarında bu zaten vardı. Biz, ‘Yetmez ama Evet’ -çilerin tersine, başlangıçtan itibaren demokrat olamayacaklarını, muhafazakâr bir siyasetin farklılıklara açık olamayacağını, doğasına ters olduğunu zaten biliyorduk. Kendi kitlelerine verebilecekleri bir şey giderek kalmadığı için, din bezirganlığı yapma siyasetine sıkıştılar ve bunu da çok ciddi araçsallaştırdılar. Bu da zaten hedeflerinde vardı. Eğer LGBTİ+ hareketi güçlenmeyip bir grup insan içinde kalsaydı, belki hiçbir zaman bu kadar ağır bir baskı ile karşılaşmayacaktı, ya da o baskı bu kadar görünür olmayacaktı. Umursanmayacaktı. Ama hareket güçlendiği için her iki tarafın da bu yasaklamalara karşı tavrı çok görünür oldu.

Hatice Demir: Gezi’den sonra ve biraz sosyal medyanın da etkisiyle, çok kalabalık olduğumuz ortaya çıktı. LGBTİ+ların sadece Taksim'de, İzmir'de Ankara'nın belli yerlerinde yaşayan 3-5 tane insan olmadığı, bu meselenin sadece özel hayatla ilgili olmadığı, bu meselenin çok ciddi bir takım hak talepleri içerdiği, yani bunun doğrudan, örneğin, çalışma hakkı ile ilgili olduğu ortaya çıktı. Tekrar ediyorum, bunda sosyal medyanın çok büyük etkisi var. Türkiye'nin ve hatta dünyanın her yerinde, sloganlarımızda söylediğimiz gibi, mecliste, sokakta, işyerinde bu olguyla her an karşılaşabileceği ortaya çıktı. Hak taleplerimizin sadece özel hayata ilişkin olmadığı, bu meselenin ‘love is love’ ile sınırlı olmadığı ortaya çıktı. Baskının artmasında bu da çok etkili oldu. Çünkü biz şunları daha yüksek sesle söyler hale geldik; hayır, biz işten  atılıyoruz; dolayısıyla bu bizim çalışma hakkımızla ilgili. Hayır, biz ev bulamıyoruz; dolayısıyla bu bizim barınma hakkımızla ilgili. Yurtlarımızdan atılıyoruz; bu bizim eğitim hakkımızla ilgili. Yürüyemiyoruz. Derneklerimiz kiralayacak ofis bile bulamıyor; bu bizim örgütlenme hakkımızla ilgili, ifade özgürlüğümüz ile ilgili; diye diye biz insanlara bunları anlattık. Yani, LGBTİ + hareketi “bu bizim yatak odalarımızda ilgili bir mesele değil” mesajını insanlara anlatabildi ve bu hakim siyaseti çok öfkelendirdi. O yüzden bazen kendilerine, mesela LGBTİ+lar ile ilgili bir soru geldiğinde; “Biz tek tek eşcinsellere karşı değiliz. LGBTİ‘ye  karşı değiliz. Ama LGBTİ+ hareketi adı altında birtakım insanların provokasyon yapmasına karşıyız” diyorlar. Şunu diyor yani, gitsinler yatak odalarında ne istiyorlarsa yaşasınlar, bizim bunla derdimiz yok. Biz biliyoruz zaten sizin bunla derdiniz yok. Sizin başka dertleriniz var. Çünkü biz artık yatak odalarına sığmıyoruz. Bu hareket hiçbir zaman yatak odalarına sığmadı. Biz sokakta olmak istiyoruz. Biz hayatın her alanında olmak istiyoruz ve tam olarak bununla dertleri var zaten.

‘YASAKLIYORLAR AMA MAHKEMELER BOZUYOR’

Yasaklama süreci nasıl gelişti? Nasıl bir hukuki mücadele verildi? Taksim’in mitingler için yasaklanmasının ardından Onur Yürüyüşü’nün başka miting alanlarında olabilmesi için başvuru yapıldı, diye biliyoruz. Bu nasıl sonuçlandı?

Hatice Demir: 2015’teki yasak kararı önceden açıklanan bir karar değildi. O gün, birkaç saat öncesinde yürüyüş komitesindeki arkadaşlar aranarak “Burada yürüyüş yapamazsınız” dendi ve sonrasında polis müdahalesi gerçekleşti. Fakat alandaki hem hak savunucularının ve LGBTİ+ların, hem avukatların ve milletvekillerinin de bastırmasıyla 2015’te yürüyüş görece gerçekleşebildi diyebiliriz. Fakat sonraki yıllarda, yürüyüşten önce valiliğin sitesinde, ya da bazen kaymakamlığın sitesinde yayınladıkları yasak kararları ile yürüyüşü yaptırmayacaklarını önceden duyurdular. 2018‘e kadar bütün yıllar birbirine benziyor. Genel olarak dediler ki, “Taksim, gösteri ve yürüyüş alanlarından biri değil”. Her yılın başında Ocak ya da Şubat ayında, valiliğin sitesinde o yıl yapılacak gösteri ve yürüyüşlerin nerelerde yapılabileceğine dair bir liste yayınlanır.  Gerçekten de Taksim o listede çok uzun süredir yer almıyor. Bu teknik olarak doğru bir bilgi. Dolayısıyla, Taksim’de yürüyüş yapamazsınız. Ama o yasak kararında sadece bunu demiyorlar.  Kamu düzeni, genel ahlak, genel sağlık ve provokasyon olma ihtimali sebebiyle izin vermiyoruz, diyorlar. Sonraki senelerde yine çeşitli bahaneleri oldu. Mesela bir dönem, Ramazan'a denk geldiği için yasaklandığını söylediler. Yine diğer saydığım bütün sebepleri de virgül virgül ekleyerek araya sıkıştırdıkları matbu bir yasaklar bütünü olarak düşünelim bunu.

2017 yılında yürüyüş yine Ramazan‘a denk geliyordu. Onur Haftası Komitesi, özellikle Ramazan‘a denk gelmesin ve Ramazan bir gerekçe olmasın diye yürüyüşü Temmuz'a çekti. Buna rağmen yine yasaklandı. 2018‘de de yine yasaklandı. Bu arada şunun altını çizmek istiyorum, bu yıllarda gözaltına alınan arkadaşlarımızın tamamı yargılamalarda beraat ediyor. Aslında bu da bize yapılan müdahalenin ne kadar hukuksuz olduğunu gösteriyor.

2019’da Onur Haftası Komitesi olarak, madem Taksim toplantı ve gösteri yürüyüşü alanı değil, o zaman neresi burası, biz bu alanlara bakalım dedik ve Bakırköy seçildi. Tabii ki, Bakırköy'e de izin verilmedi. Bütün toplumsal muhalefetin 1 Mayısları kutladığı, feminist gündüz yürüyüşlerinin yapıldığı Bakırköy'ün LGBTİ+lara kapalı olduğunu biz o zaman anlamış olduk. Zaten asla izin vermeyeceklerini biliyorduk. Çünkü öncesinde İnsan Haklarından Sorumlu Vali Yardımcısı ile görüşmüştük. O bize, açıkça izin vermeyeceğini ve tereddüt yaratan bir grup olduğumuzu -bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum- bu yüzden toplu halde kamusal alanda bulunmamıza herhangi bir şekilde izin verilmeyeceğini söyledi. “İstiyorsanız, salon toplantıları yapabilirsiniz, bununla ilgili zaten bir şey demiyoruz, ama sokakta toplu halde bulunmayacaksınız. Yine de çok istiyorsanız yazılı başvurunuzu yapın” dedi ve tabi ki elimizde resmi bir yazı olsun diye Bakırköy için talepte bulunduk ve reddedildi. Sonrasında bunun davasını açtık. Bakırköy yasağının hukuka aykırı olduğuna dair bir karar da aldık. Yetmedi, 2019‘da Maltepe için talepte bulunduk. Tamam, Taksim olmuyor, Bakırköy de olmuyor, bari Maltepe’ye gidelim, dedik. Maltepe de bize yasaklandı. Tabi ki buna da şaşırmadık.

Geçen yıl olması lazım, Taksim'de Onur Yürüyüşü'nde 49 kişi gözaltına alındı. Hemen arkasından 1 Temmuz'da İstanbul Sözleşmesi eylemleri yapıldı ve o eylemler sıfır gözaltı ile kapandı.

Orada da her yerde LGBTİ+lar var. Ama LGBTİ+lara özel günlerde LGBTi+ların kamusal alanda görülmesini asla istemiyorlar ve bunu da açıkça söylüyorlar. Biz dava açıyoruz. Mahkemeler onların verdiği kararları bozuyor. Bazen ilk derece mahkemeleri bozuyor, bazen istinaf mahkemeleri bozuyor ama bozuyor. Buna rağmen aynı kararları aynı hukuksuz kararları vermekte idare maalesef ısrar ediyor.

‘DİRENMEDİĞİMİZ SÜRECE HAYATTA KALAMAYACAĞIMIZIN FARKINDAYIZ’

Yasaklar git gide hayatın her alanında yayılırken bu sene de 2013’te olduğu gibi İstanbul Onur Haftası’nın teması direniş. Bu bağlamda bu tema bizler için nasıl bir anlam ifade ediyor, sizleri-bizleri nasıl güçlendiriyor?

Hatice Demir: Aslında zaten Türkiye'de çok uzun süredir hak talebi içeren neredeyse bütün toplumsal gösterilere müdahale ediliyordu. Ama bu konserlerin, tiyatro oyunlarının yasaklanması... Aslında hükümet, Türkiye'de kendisini biraz daha laik, biraz daha seküler olarak tanımlayan insanların bir araya gelerek sosyalleşmesini de istemiyor. Çünkü, tabii ki oralardan bazı başka kıvılcımlar çıkacak, yani oralar insanları güçlendirecek. Çünkü, bugün pandemiden çıktıktan sonra bir konsere gitmenin başka bir anlamı var. Kendin gibi insanlarla yan yana durup elinde bir bira şişesi ile biraz salınmanın bambaşka bir anlamı var. Yasaklanmazsa çünkü, o insanlar birbirleriyle tekrar sokaklarda buluşabileceklerini hatırlayacaklar. Dolayısıyla, bence bunların yasaklanması hiç tesadüf ve garip değil. Bunlar insanlara nefes aldıran ve insanları güçlendiren, insanlara yaşadıkları hissettiren, başka bir dünyanın mümkün olduğunu hatırlatan pratikler. Yani, evlerimizden çıktığımız, sürekli televizyondan nefret kusan adamları duymaktan vazgeçebileceğimizi hatırlatan pratikler bunlar. Ve iktidar tabii ki bu pratikleri hatırlamamızı ve yaşamamızı istemiyor. Bunda garip bir şey yok. Çünkü tekrar ediyorum, bu ideolojilerin kavgası ve çok da çetin sürüyor. O yüzden her karşılaşma anını ve her yasağı bu kadar yakıcı hissediyoruz. Bütün bunları bedenimizde hissediyoruz. Hiç gitmeyeceğimiz bir konserin yasaklandığını okuduğumuzda bile fiziksel olarak geriliyoruz.

Biz bugünkü Türkiye'de her uyandığımızda, her gün gözümüzü açtığımızda kendimizi yeni bir stratejiye hazırlamak durumunda kalıyoruz. Hayatta kalabilmek için, işimizde tutunabilmek için, evden atılmamak için… Bu Türkiye'de çoğu zaman böyleydi evet, ama bugün her gün nefret söylemleri ile hedef gösterilirken, bazen kimliğimizi çaktırmamak için, bazen de açıkladığımız kimlik yüzünden mobbinge maruz bırakılmamak için her gün yeni stratejiler düşünerek uyanıyoruz ve her gün direniyoruz.  Bayram sokakta seks işçisi trans kadınlar evleri mühürlenmesin diye her gün yeni stratejilerle uyanıyorlar. Bir yandan translar hormona erişemiyor. Kur farkı yüzünden artık Türkiye'ye neredeyse hormon bile girmiyor. Girenleri de satmıyorlar. Maalesef depolarda tutuluyor. Yarın öbür gün fiyatı ne olacak, diye bekleniyor. Translar hayatta kalabilmek için birbirlerinden hangi şehirde hormon var, birimiz toplu alalım, diğerlerimize de ulaştırsın diye her gün yeni stratejilerle hayatta kalmak için direniyorlar.

Bu artık bütün toplumsal kesimler için geçerli, o yüzden direniş hepimiz için önemli. Bir yerlerde kayyumlara direniyoruz, bir yerlerde belediyeler Pride kutladılar diye başlarına bir şey gelir mi diye düşünüyorlar. Yaratılmak istenen Türkiye’de de direnmediğimiz sürece hayatta kalamayacağımızın farkındayız. Bu Türkiye’de bize yer yok. Şunu düşünmemizi istiyorlar: “Biz burada yapamıyoruz, gitsek mi acaba?” Ya da onların istediği gibi olsak, hakikaten bu kadar sivrilmesek mi?” Tam olarak yaratmak istedikleri duygu bu ve aslında biz bu duyguya direniyoruz. Her gün her sabah uyandığımızda kendi rutin işlerimizi yapmak dışında bir de bu duyguyla baş etmeye çalışıyor ve buna direniş geliştirmeye çalışıyoruz.

Yasemin Öz: Direniş temasını oldukça önemli buluyorum, çünkü yasaklamalara rağmen kitlenin vazgeçmediği, geri çekilmediği, pes etmediği ve direnişin her yerde sürmesi gerektiğine dair, Gezi’den gelen, Gezi’de iyice yükselen duyguyu ifade ediyor benim için.

Belki ilk eylemlerinde Gezi’ye katılanlar için Gezi, o sokak eylemleri, çok başka bir şeye tekabül eder. Ama bizim için Gezi, sürekli yaşadığımız direnişin ve sokak eylemlerinin hayalimizde olmayan büyük bir yayılmaya dönüşmesiydi. Aslında o alandaki dilin politik alt yapısını, o felsefi politik tartışmaları Türkiye’de uzun yıllardır yapan gruplardan biri de LGBTİ+’lar ve feministlerdi. Tabanını da hazırlayan çevrecilerdi bence. O kadar geniş bir kitleye yayılmasını kimse beklemiyordu ve ürkütücü geldi. Biz dahil hiç kimse taleplerimizin kitlesel olarak bu kadar benimsendiğini bilmiyorduk. Tabii aşırı baskıya verilen tepki de bu hareketin sahiplenilmesini sağladı. Dolayısıyla, bizim için direniş doğduğumuzdan itibaren hayatın her yerindeydi ve örgütlendikçe de kitleselleşmişti. Biz kendi kitlemizde hep direniyorduk. Direniş temasını “bu kadar yasağa rağmen devam ediyoruz, vazgeçmiyoruz, pes etmedik” anlamında çok önemli buluyorum.

DAHA FAZLA