Kraliçe 2. Elizabeth’in Britanya’nın siyasi geriliğini yücelten saltanatı

Kraliçe 2. Elizabeth’in Britanya’nın siyasi geriliğini yücelten saltanatı

Kraliçe 2. Elizabeth’in 70 yıllık saltanatı süresince Birleşik Krallık, devasa bir toplumsal dönüşüme şahit oldu. Bu çalkantılı süreç boyunca, monarşi tek bir amaca hizmet etti: Britanya’nın siyasi çeşitliliklerini birlik ve krallığa saygı adı altında baskı altına almak.

Yazar: John Merrick

Çeviren: Ilgın Baran Öcal

Geçtiğimiz günlerde İskoçya’daki Balmoral Sarayı’nda 92 yaşında ölen Kraliçe 2. Elizabeth, 1952 yılında 6 Şubat gününün erken saatlerinde, dönemin İngiliz kolonilerinden olan Kenya’da safari tatilindeyken tahta çıkmıştı. Yetmiş yıl boyunca hüküm sürmesi ve nihayetinde ülkenin en uzun süre tahtta kalan hükümdarı olması, o dönem hiç kimsenin öngörebileceği bir durum değildi.

Ölümünden beri, her ne kadar genel itibarıyla söz konusu değişiklikleri yönlendirmekten ziyade onlara razı olmuş olsa da bizzat monarşi kurumunun kendisinde yönettiği modernleşme sürecinin yanı sıra, tahta çıkışından sonraki yıllarda gerçekleşen toplumsal ve siyasal değişiklikler ölçeğinde çok şey anlaşıldı. Arkasından düzülen, bir hayli tezat içeren methiyelere kulak verecek olursak, kendisi söz konusu ilkel kurumu bir sonraki yüzyıla taşıyan bir “modern hükümdar” idi.

Geçtiğimiz 70 yılda hükümdarın rolü hiç şüphesiz ki bir dizi köklü değişikliğe uğradı. Zaten bütünüyle sembolik olan bu rol, Britanya’daki siyasi iktidarın gündelik gerçekliklerinden biraz daha çekildi; ancak nadiren de olsa kraliçenin tarafsızlık maskesinin düştüğü oldu. Fakat İngiliz siyasetinde hala geçerli olan gerçeklerden biri de, hükümdarın rolünün zayıfladığı ölçüde anayasal –ve sembolik- rolün (zaman zaman aşırı derecede) güçlendiğidir.

Tarihçi David Cannadine’ın gözlemine göre, insanların biraz daha eğitimli hale gelmeleriyle beraber “kraliyet adetlerinin ilkel bir büyüden, içi boş bir sahtekarlıktan başka bir şey olmadığının çok geçmeden ortaya çıkacağı”, bir zamanlar yaygın bir düşünceydi. Gönül isterdi ki öyle olsun, ancak şu an bile rüküş tavırlar sergilemek ve şaşaalı merasimler söz konusu olduğunda kraliyet ailesi papalıkla yarışmaktadır ve geçenlerde ölen hükümdarın şöhreti, onun çeşitli hükümetlerini yöneten 15 başbakanın herhangi birininkinden çok daha fazladır.

Öyleyse tüm bunların işaret ettiği bir soru var: Britanya’nın tepesindeki ailenin ihtişamı ve zenginliği Britanya halkının yaşantısı için ne ifade ediyor? Buckingham Sarayı’nın önünde toplanan gözleri yaşlı kalabalıkları görmek; monarşinin tutkulu bir şekilde benimsenmesinin yalnızca seçkinlerin dayatması olmadığını, bunun halk arasında yaygın bir teveccüh olduğunu görmektir aynı zamanda. Monarşi ve diğer herkesten daha fazla olmak üzere Kraliçe 2. Elizabeth, halkın zihniyetine öylesine işlemiştir ki zaman zaman birini diğerinden ayırmak güçtür.

ÇALIŞKAN BİR YEDEK

1926’nın nisan ayının Britanya’yı yöneten Muhafazakar hükümet için hayırlı bir ay olup olmayacağı belli değildi. Kömür havzalarındaki uzun ve şiddetli tartışmanın doruk noktasına ulaşmasıyla birlikte, Madenciler Federasyonu ve maden sahipleri arasındaki çözümsüzlüğün kaçınılmaz bir şekilde aleni düşmanlığa vardığı görülüyordu. Ülkede kriz tırmanırken madenciler “Ne bir kuruş eksik, ne bir dakika fazla” diyorlardı. Bunun üzerine 21 Nisan gününün erken saatlerinde dönemin İçişleri Bakanı Sir William Joyson-Hicks’e, bir kraliyet soylusunun doğumuna katılması için gelen telefon, özellikle maden sahipleri ve başbakan arasında bir sonraki gün gerçekleşecek olan görüşmeyi göz önünde bulunduracak olursak, pek de memnun edici bir haber değildi.

Yine de Joyson-Hicks, Londra, Mayfair’de, Bruton Sokağı’ndaki 17 numaralı daireye gitti ve sabah 02.40'ta Elizabeth Alexandra Mary bebek doğduğunda oradaydı. İki haftadan daha kısa bir süre sonra 1,7 milyon işçinin iş bıraktığı genel grev başladı ki bu grev hem bizzat anayasanın kendisini hem de Britanya’nın ekonomisini onu dize getirmekle tehdit ediyordu.

Elizabeth, kendisinin doğduğu esnada tahta çıkmaya aday olan üçüncü kişiydi ve kraliyet camiasının önemsiz bir üyesinden daha fazlası olması asla beklenmemişti. York Dükü olan babası, o sırada hüküm süren Kral 5. George’un ikinci oğluydu ve babasının ölümünün ardından tahta çıkacak olan, onun büyük kardeşi Edward idi. Ancak küçük asilin doğumu hem ülkenin ileri gelenlerinin hem de halkın coşkusuyla karşılandı.

George’un sağlık durumunun uzun süreli belirsizliğine rağmen, küçük Elizabeth henüz 10 yaşındayken kralın hayli erken ölümü herkesi şok etmişti. Onun yerine kısa süren ve talihsiz iktidarıyla 8. Edward gelmişti. Amerikan sosyetiklerinden, iki kez boşanmış, Nazi sempatizanı Wallis Simpson ile olan planlanmış nikahından kaynaklanan anayasal kriz, onu tahttan çekilmeye zorlamadan önce 8. Edward, bir yıldan daha kısa bir süre hüküm sürecekti.

Tahttan çekilme olayının üzerinden bir asır geçmemişken kraliyet ailesinin önde gelen bir üyesinin bir başka boşanmış Amerikan ile – üstüne üstlük melez biri ile, epey tantanayla evlenmesi; ve bunun üstüne bir de Elizabeth'in bir zamanlar boşanmış, şimdi eski metresi ile mutlu bir evliliği olan oğlunun yakında kendi taç giyme töreninin yapılacak olması ve bu durumun onu henüz 2002'de ikinci kez evlenmeyi onaylayan bir Anglikan kilisesinin başına yerleştirecek olması, kraliyet mensuplarının kendilerini yenileme noktasındaki güçlerinin kanıtıdır. Bu ve bunun gibileri, Elizabeth'in uzun saltanatı boyunca atlattığı badirelerdir.

GERİLİĞİN İHTİŞAMI

İlk yılları manastırda geçmişti ve aldığı eğitim, bilmeden veya kasten, düşük profilli bir kraliyet mensubu olmak için fazla nitelikli bir hale gelmesini sağlamıştı. Hiçbir zaman ne okula, ne de üniversiteye gitti: Özel öğretmenler ona tarih ve anayasa hukuku eğitimi verdiler. Sosyetenin tepesinde, Elizabeth’in sosyal çevresi geniş değildi: Britanya’nın aristokrat seçkinlerinin çocuklarıyla kaynaştı, diğer bir yandan “sıradan” insanlarla arasında meydana gelen nadir anlaşmazlıkları ise birkaç uşakla ve kraliyet ailesinin yaşadığı ev halkını oluşturan hizmetlilerle yaşadığı şeyler meydana getiriyordu.

Kraliçenin Londra’daki müstakil bir evde doğması ve dadısı “Crawfie”ın onu bebek arabasıyla St James’s Parkı boyunca gezdirdiği esnada attığı ilk adımlarının, küçük asile hediyeler sunarak iyi dileklerini ileten kalabalıklarla karşılanması, oldukça inanılmazdır. Çünkü bugün kraliyet ailesi mensupları, en az ortalama bir Hollywood ünlüsü kadar kamusal yaşamdan uzaklaştırılmış durumdadırlar. Fakat bu insanların yaşamlarının medyatikleştirilmesi, yavaş yavaş muadili olmaya başladıkları film yıldızları ve televizyon dünyasının ünlüleri ile yarışacak hale gelmiştir.

Elizabeth’in saltanatı, bilindiği üzere, bir hükümdarın taç giyme töreninin ilk defa televizyonda yayınlanmasıyla başlamıştı. Tek bir yanlış hareketin canlı yayında ekranları başındaki milyonlar tarafından izlenmesinin, monarşinin kadim gizemini mahvedeceğinden korkan Elizabeth, Başbakan Winston Churchill’le birlikte, taç giyme töreninin yayınlanmasına başlangıçta karşı çıkmıştı. Ancak korkulacak bir şey yoktu. Aksine, kraliyetin çağdaş halini yansıtan bu büyük medya gösterisi, esrarlı havayı büyütmeye yaradı.

1957’de, taç giyme töreninden beş yıl sonra, her yıl ulusa seslendiği Noel konuşmalarından ilkini yaptı ve 1969’da, görevleri başındaki kraliyet ailesi mensuplarının hayatlarının perde arkasındaki iç yüzünü konu alan bir belgesel yayınlandı. Ancak, kraliyet ailesi ve medya arasındaki uyumlu ilişki değişmeye başladığında 1980’lere gelinmişti. Kraliyet çocuklarının olumsuz davranışlarından doğan çeşitli skandallar (Charles’ın Camilla ile olan ve hayli bilinir hale gelmiş ilişkisinden, bir başka sevgilisi kendisinin ayaklarını yalarken yakalandıktan sonra eşi Prens Andrew’dan henüz yeni ayrılan York Düşesi Sarah Ferguson’a kadar) Britanya’nın tabloid gazetelerinin ön sayfalarını süsleyerek biraz daha magazin malzemesi haline geldi. Eğer daha önce İskoç tarihçi Tom Nairn’in kendinden emin bir şekilde ifade ettiği haliyle, kraliyet halka “gericiliğin ihtişamından” başka bir şey sunmuyorsa, bu ona belirgin bir modern kılıfın sık sık giydirildiği anlamına gelir.

Nairn, Çağdaş İngiliz halkı için monarşinin ne anlama geldiğini ortaya çıkarmaya en çok uğraşan kişiydi elbette. 1960 ve 70’li yıllarda Perry Anderson ile birlikte yazdıkları bir dizi etkileyici denemede, Britanya devletini derinlemesine incelemişlerdi. Bu denemelerde geliştirdikleri – “Nairn-Anderson” tezleri olarak bilinen – tezler, Britanya’nın savaş sonrası krizlerinin köklerini, ülkenin 17. yüzyılın ortalarındaki erken ve başarısız olan burjuva devrimine kadar incelediler.

Ancak Britanya’nın modern dünyaya erken dahil oluşu, ona dünyanın ilk modern kapitalist devleti olmasının ağır bir bedelini de ödetecekti. Nairn ve Anderson’a göre sonuç, yeni doğan burjuvazinin eski feodal aristokrasiyi devirmek yerine onunla uzun vadeli, sağlam bir ittifak kurduğu karma bir sosyo-politik sistemdi. 1688 sonrası siyasi sistem, kısacası bir “melez yapı” idi.

Genel anlamda monarşinin, özel olarak da Windsor ailesinin burada oynadığı rol ise önemliydi. Nairn’in 1977’de yazdığı gibi:

Eğer Kraliçe Elizabeth yaklaşan sosyalist devrimi önleme işlevi görüyor olsaydı bu çok daha sevindirici bir durum olurdu. Gerçek ise bundan çok daha fazla iç karartıcıdır. O ve onun yalakalarından oluşan piramit; Britanya’da sonuncudan bir önceki devrimi bastıran bir ölü ağırlığını oluşturuyor. İdeolojik güçleri, burjuvazinin bizzat kendi radikal damarını halihazırda çoktan kaybetmiş olması üzerine – bizim için en çarpıcı biçimde, Victoria’nın saltanatı sırasında orta sınıf cumhuriyetçiliğinin fiilen ortadan kalkmasıyla belli olan, önceki yüzyılla koşullu işbirliği üzerine inşa edilmiştir. Hükümdarlarımızın “büyüsü”, bu yarım kalan burjuva işlerinin devasa kepazeliğinden yükselen çürümenin hoş kokusundadır.

Marksist dünya görüşüne sahip olanlarımız için, Elizabeth’in ölüm haberleri üzerine birçok kişinin -işçi hareketinden bile- teslimiyetçi itaatini ve aşırı duygusallığını görmek iç karartıcıdır. Buna karşın, ülkenin işçi sınıfının içinde bile, solda çok az kişi kraliyet ailesinin güçlü popülaritesi ile gerçek anlamda mücadele etmeye çalıştı. Bu bilgiler ışığında, ellerini kaldırıp monarşinin hiçbir zaman o kadar da büyük bir öneme sahip olmadığını ilan etmek, soldaki birçok kişiye makul gelmiştir. Diğerleri ise finansal sebeplerle bir cumhuriyet tartışması yapmaktadırlar; sanki milli hazineden koparabildikleri her şeyi koparmaya devam eden yüzlerce korkak asalak ile birlikte Buckingham Sarayı’ndaki tahtın tepesinde oturan “baş parazit” meselesi, basit bir maliyet-fayda hesabına indirgenebilirmiş gibi.

Roman yazarı Martin Amis’in sözleriyle, Britanya’daki herhangi bir yeni doğmuş cumhuriyetçi hareket için en çetrefilli sorunlardan biri şudur, “Kraliyetteki her meselede olduğu gibi burda da artılar veya eksilerle değil, argümanlar ve karşı argümanlarla ilgileniyoruz; işaretler ve sembollerle, ateş ve büyüyle ilgileniyoruz”. Monarşinin hatırlattığı şey ise böyle bir büyünün içi boşken bile gerçek maddi güce sahip olmasıdır. Nairn’in ifade ettiği gibi: “Tahtına oturduğu Katedral-Devlet’ten ayrı tutarak hükümdarın şahsını taşlamanın pek bir değeri yok. Ne zaman ki bu görkemli yapı eninde sonunda sarsılır, o zaman onun hanedanı yerle yeksan olur.”

Elizabeth sembolünün geçtiğimiz 70 yıl boyunca temsil ettiği bir şey varsa o da istikrar ve kararlılıktı. Bu doğrultuda, ailesinin ve kendisinin geçirdiği buhranlar kurumun albenisini azaltmaktan ziyade onu daha da belirginleştirdi – belki de en şiddetlisi, Prenses Diana’nın 1997’deki ölümünü takip eden aylarda, Kraliçe’nin Balmoral’daki yaz tatilini bırakıp kederli milyonları karşılamak için Londra’ya gelmeyi reddetmesi, normalde çok da duyarlı olmayan bir gazete olan Daily Express’e bile ilk sayfası boyunca şunu yazdıracak kadar kışkırttığında yaşanmıştı: “Bize umursadığını göster”. Donukluğu ve kayıtsızlığı, onu milyonların gözünde bir hiç; halkın, içini o ana en uygun anlam ile itinayla doldurabileceği boş bir fıçı haline getirmişti.

Yeni Kral 3. Charles’ın böyle bir şansı olmayacak. Özellikle Diana Spencer ile olan çalkantılı ve sonucu bakımından trajik evliliğinin ardından uzun süredir sevilmeyen Charles, kendisinin de belirttiği gibi, annesinden çok farklı bir hükümdar olacak. Elizabeth göstere göstere siyasetin dışında kalmışken, kendisi siyasi bir görüşe sahip olmasının yanı sıra evcil hayvanlara duyduğu büyük ilgiyle tanınır – özellikle de 1990’ların başlarından itibaren kendi arazisi üzerine inşa edilmiş bir köy olan ve modern planlamanın dehşetine verdiği bir cevap ile kendisinin homeopatinin sahte tıbbını savunması anlamına gelen, Poundbury’deki feodal Disneyland’ı ile.

Son yıllarda, Suudi bir milyardere kraliyetin önemli isimleri ve kraliyet hanesi ile ilgili bilgilere erişim hakkını satması dahil olmak üzere, kendisinin adı birçok siyasi skandala karıştı. Bunlardan bir diğeri de kendisi tarafından hükümetin çeşitli bakanlarına yazılmış, onları siyasetin başlıklarına dair sınayan meşhur “kara örümcek” mektuplarıdır (böyle denmesinin sebebi, okunaksız yazısının bir dizi kara örümceğe benzetilmiş olmasıdır) – bu gerçek, 10 yıl süren bir yasal mücadelenin ardından The Guardian tarafından 2015’te ortaya çıkarılmıştır.

İşçi Partili Bakan Hugh Dalton’ın, Charles’ın 1948’deki doğumunun ardından  günlüğüne yazdığı gibi, “Eğer bu çocuk günün birinde tahta çıkarsa . . . yöneteceği ülke ve Milletler Topluluğu çok farklı olacak”. Şimdi o çocuğun zamanı geldiğine göre ve (Charles) 70 yıldır beklediği yükselmeye layık görüldüğüne göre, Britanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından gelen yıllarda annesinin yönettiği halinden daha farklı bir ülke olması gayet olağandır. Yine de peşinden gidilmesi gereken şey ise hükmü sona erdiğinde ne olacağı sorusudur.

Kaynak: Jacobin

DAHA FAZLA