Kötülüğün diktatörlüğü, ahlaksızlığın dibi

Kötülüğün diktatörlüğü, ahlaksızlığın dibi

Cahil veya aldığı eğitim dinci ideoloji ile tıraşlanmış ruhlarda, korku üzerine temellenen bir ahlakın, korku boşa çıktığında nasıl bir toplumsal vahşete dönüştüğünü 20 yıldır yaşıyoruz.

Sinan Dervişoğlu

Yaşadığımız deprem felaketi, Türkiye’deki siyasal iktidar yapısının zehrini, çirkinliğini, tüyler ürperten ilkelliğini bir kez daha gözler önüne serdi ve “Bunlardan her şey beklenir” diyenleri bile şaşırttı: Deprem bölgesine gönüllü katılımları engelleme, şehir girişlerinde vinçleri bekletme, AFAD dışında yardımları durdurma, gelen kolilere AKP sticker’ı yapıştırma, muhalif belediyelerin yolladığı TIR’ları “valilik” flaması ile örtme, TV’den halka parmak sallama, arama kurtarma uzmanı madencileri en kritik 3 gün boyunca hava alanında tutma…. Ve bütün bunların yol açtığı (tam sayısını ancak sonra öğreneceğimiz) enkaz altında yardım beklerken açlıktan, susuzluktan, soğuktan ölen binlerce vatandaş. Herkes aynı soruyu soruyor: “Nasıl bu kadar 'kötü' olunabilir?”, “Bu kadar devasa bir kötülük niye yapılır? Bu hangi akla hizmet eder?”

Şu yapacağımız yorum, biraz iyimser gelebilir ancak bu deprem ve sonrası, 20 yıllık siyasi İslamcı iktidarın fiilen sonudur. “Fiilen” diyoruz, zira hükümlerini sürdürmek için şapkalarından hangi tavşanı çıkarırlarsa çıkarsınlar (askeri-polisiye diktatörlük dahil) bu iktidarın halk nezdinde hükmü, saygınlığı, meşruiyeti, geçerliliği büyük ölçüde bitmiştir. Depremin nihai bilançosu sadece insan kaybı değil, ekonomik ve demografik sonuçlarıyla ortaya çıktığında bu resim daha da netleşecektir.

Ancak geleceği bir tarafa bırakıp bugüne odaklanalım: Yaşadığımız rejimin adı için artık “AKP iktidarı”, Erdoğan yönetimi” hatta “Saray Rejimi” gibi tanımlar dahi yeterli olmaktan çıkmıştır. Bu rejimin adı “Kötülüğün Diktatörlüğü”dür. İlk Hristiyanlar, ideal ve mutlu bir dünyayı “Tanrının Krallığı” olarak tanımlamışlardı, bugün Türkiye’de yaşanan ise tamı tamına “Şeytanın Krallığı”dır. Gerçekten de AKP iktidarının halka “balayı” gibi yutturulan ilk 5 yılından sonra kadın cinayetleri artmaya başladığında, katiller serbest bırakıldığında, müteahhit yağması, yolsuzluk ve rüşvet bir yağmur gibi yağmaya, üstelik bütün bunlar kanıksanmaya başladığında demokrat bir tanıdığım bana “Allah adına yönetime geldiler ama bu ülkenin ruhunu Şeytan ele geçirdi” demişti.

Kurbağa deneyini birçokları bilir: Haşlanmak üzere suya atılan kurbağalar, adım adım artırılan ısıya her aşamada önce tepki gösterir, sonra ağır ağır alışırlar. Ta ki haşlanıp derileri yüzülene kadar. Bu ülkenin dürüst insanları olarak bizler de her türlü kötülüğe ağır ağır alıştırıldık. 20 yıl (ondan önceki 12 Eylül rejimini de katarsak 40 yıl) her kötülük bize bir öncesini unutturdu. Önce “Yuh, bu kadar olmaz” dedik, aynı nidayı kısa bir süre sonra daha büyük bir kötülükte tekrar etmek zorunda kaldık. Sonunda “AKP reklamı yapmıyorsanız depreme yardım edemezsiniz, bırakın ölsünler” iğrençliğine kadar geldik. Buna da göz yumarsak, bundan sonra nelerin olacağını herkes ciddi ciddi düşünmelidir.

Bu noktaya nasıl varıldı? Bu kadar açık, bariz, dobra, aşikâr, kör gözüm parmağına “kötülük” nasıl mümkün hale geldi? Bu kötülüğe milyonlar nasıl destek oldu ve olmaya devam ediyor? Bu sorunun cevabı elbette toplumsal gelişmeler, neo-liberal politikalar, emperyalist dünyanın tercihleri, sermayenin kendi çıkış noktaları gibi sosyo-ekonomik bir dizi unsuru içermektedir ve bu cevaplar ilerici kamuoyunda oldukça derinlemesine ele alınmıştır. Biz burada bu “kötülüğün” ideolojik boyutuna, onu mümkün kılan ideolojik ve ahlaki (veya gayrı ahlaki) boyuta değinmek istiyoruz.

'ALLAH KORKUSU' VE SONRASI

60’lı ve 70’li yılları yaşayanlar bilir: Çevremizde namazında niyazında dürüst bir yaşam süren dindar insanlar vardı, siyasi ve toplumsal görüşleri ne olursa olsun, herkes onlara belli bir saygı duyar hatta bireyler arasında bir anlaşmazlık çıktığında “Amca, sen Müslüman adamsın, sen bu konuda ne düşünüyorsun” diye hakemliklerine başvurulur, söylediklerine tam katılmasak bile tutarlı ve anlamlı bir ahlakı yansıttığı için onlara saygı duyulurdu. Bugün ise İslami semboller tam bir korku ve dehşet kaynağı haline gelmiştir: “Allahuekber” bir ölüm sirenidir. Badem bıyık, erkek ve kız çocuklarımızı sakınmamız gereken bir ırz düşmanıdır, “Yüce dinimizin de belirttiği gibi” diye söze başlayan biri, belli ki AKP’den nemalanan bir sahtekardır. Annelerimizin, beyaz yaşmaklı teyzelerimizin birer ateist olarak dahi hep saygı duyduğunuz Müslümanlığından bu iğrençliğe nasıl gelindi? “Temiz ahlaklı bir yaşam” adına yola çıkan din, nasıl hırsızlığın, cinayetin, tecavüzün, kısaca her türlü ahlaksızlığın “dibi” haline geldi?

Bu konuyu, yakın zamana kadar siyasi İslamcı çevreler içinde yer alan, sonra solu ve ateizmi seçip TİP’ne üye olan bir yakın akrabamla konuşmuş, ona bu soruyu sorduğumda verdiği cevapla birlikte aramızda şu diyalog geçmişti:

- Abi, işin özü ve kritik nokta “Allah korkusu”.

- Nasıl “Allah korkusu”?

- Şöyle: Bunların içinde uzun süre kaldım ve yakından tanıdım. Bunlarda eğitimle kazanılmış hiçbir değer yok; eğitimli olanların ise aldıkları eğitimi dinci ideoloji “Asıl olan Allah ve Kuran’dır, kalanı ikincil önemdedir” diye dümdüz etmiş.

- Tamam. Peki sonra?

- Yani temel insani ve doğru toplumsal davranışları (çalmamak, öldürmemek, ırz düşmanlığı yapmamak, yardım etmek..vs) bunlar “doğru olduğu için” değil, “Allah korkusu“ yüzünden yapıyorlar. “Bunları yaparsak Allah bizi cezalandırır” diye düşünüyorlar. Ahlaklarını ayakta tutan tek şey bu ilkel korku. Kafalarında bundan başka hiçbir temel yok.

- Eee?

- Ee’si basit abi. Çevrelerinde biri veya kendileri böyle bir davranış gösterdiğinde “Allah’ın onları çarpmadığını” görüyorlar ve korku perdesi aralanıyor. “Bir kereden bir şey olmaz” lafının asıl büyük toplumsal anlamı bu. Suçu işliyorlar, korku azalarak da olsa hala var ama “Allah affeder” diyorlar.

- Yahu tamam da Allah bir gün onları cezalandırır ve perişan eder diye korkmuyorlar mı?

- (Gülerek) İşte orada ibadet devreye giriyor abi. Kendi kafalarında Allah’ı (ola ki kızarsa!) yatıştırmak için ibadete abanıyorlar. “Ben İslam’ın 5 şartını fazlasıyla yerine getiren bir müminim. Allah bunu görür” diye düşünüyorlar. Otobüste ve uçakta namaz kılmak için ısrar etmenin, dinde hiçbir yeri olmadığı halde 3 kere Hacca, 5 kere Umre’ye gitmenin, her köşe başında cami açmanın ardında ne var sanıyorsun? Ahlaksızlık ne kadar büyükse, ibadet de o kadar yoğun oluyor! İşin mantığı bu. Toplumu “ibadet” gösterisi ve furyası sardıkça, altta da o kadar devasa, korkudan kurtulmuş ve zincirlerinden boşanmış bir ahlaksızlık ülkeyi sarıyor.

“Ahlaksızlığın dibi”nin mantığı budur. Yüzyıllar önce “düzgün ahlak ve ona uygun ibadet”ten yola çıkan dini, “ibadetin örttüğü ahlaksızlığa” dönüştüren zihinsel mekanizma budur. Bu mekanizmanın çarklarını yağlayan ise elbette neo-liberal altyapıdır. “Kamu yararı” fikrini yok etmek için yola çıkan neo-liberal saldırganlık ülkemizde en mükemmel zihinsel ifadesini bu siyasi İslam’da bulmuş, “halka ait her şeyi yağmalayıp kâr sağlama”yı düstur edinen neo-liberal politika, “zincirinden boşanmış ahlaksızlık” olan siyasi İslam ile el ve eldiven gibi birbirlerini tamamlamıştır. Son 20 yılın resmi budur.

Tam bu nokta, bize laikliğin gerçek değerini ve gerçek anlamını göstermektedir. Laiklik sadece kanunla “din ve devlet işlerini ayırmak” değildir, laiklik (sade bugünkü gibi sünni-hanefi değil, tüm dinlere eşit mesafeli de olsa) bir Diyanet İşleri kurmaktan da ibaret değildir. Laiklik her şeyden önce (burjuva veya sosyalist) toplum için temel doğru davranış kodlarını Allah, kitap, peygamber gibi soyut ve son derece kolayca deforme ve manipüle edilebilecek hayali temellere değil; somut, rasyonel, insani değerlere dayandıran bir zihniyeti topluma egemen kılmaktır: “Çalmamalıyım, Allah beni cezalandıracağı için değil, bu yanlış olduğu, hak etmediğim bir şeye el koyduğum için. Taciz ve tecavüzden uzak durmalıyım, Allah korkusundan değil, karşımdakine korkunç bir zarar vereceğim için..” Bütün bu normları dini değil insani temellerde kabul edip içselleştirdikten sonra (ve o şartla) bir birey hala göklerdeki bir yüce varlığa inanıyorsa, bu onun bireysel yaşamında özgürce sürdüreceği kendi tercihidir. Laikliğin toplumsal resmi budur. Cahil veya aldığı eğitim dinci ideoloji ile tıraşlanmış ruhlarda, korku üzerine temellenen bir ahlakın, korku boşa çıktığında nasıl bir toplumsal vahşete dönüştüğünü 20 yıldır yaşıyoruz.

Cumhuriyetimiz böyle bir laiklik kurmak için yola çıktı; ancak iktidarın burjuva sınıfsal yapısı, bu atılımın geniş yığınlara ulaştırılmasını fiilen frenledi. CHP’yi o dönem yöneten ve laikliğe samimi olarak inanan asker-sivil aydın kadroların aksine, bu partinin saflarını dolduran toprak ağaları ve yeni türedi iş adamlarının laiklik diye bir derdi hiç olmadı ve Cumhuriyet'in aydınlanmacı ışığı, geniş kesimlere yeterince ulaşamadı. Ondan sonra DP ile start alan Türk sağı, bu henüz aydınlanamamış kitlelerdeki geriliği kendi siyasi-sınıfsal emelleri için utanmazca sömürdü. Ta bugüne kadar. Menderes ve Demirel, Türkeş ve Çiller, C. Sunay ve Kenan Evren, FETÖ ve Erdoğan, Amerika ve Suudi Arabistan, CIA’i, kontrgerillası, MİT’i ve iti ile 70 yılda çapı milyonlara ulaşan bu karanlık, habis kitleyi yarattı ve karşımıza dikti. Bu kitlenin inançlarının depremle ciddi bir sarsıntı geçireceği kesindir, şimdiden bunu işaretleri ortaya çıkmaktadır, özellikle TİP, izlediği doğru politikayla bu kesim içinde bir kanal açmayı başarmakta ve dürüst muhafazakâr emekçileri sosyalist politikaya kazanmaya başlamaktadır; ancak yaşadığımız bu korkunç insani afette dahi bu düşman dişlerini göstermektedir. Depreme yardıma gelen İmamoğlu’na ağzından köpükler saçarak saldıran yaratıklar, yıkıntıyı çeken muhabirleri tartaklayan polisler, gelen yardımları cebe indirmeye çalışan çıkarcı uyanıklar karşımızdaki “kötülüğün” boyutlarını her türlü iyimserlikten uzak bize göstermektedir.

Sonuç da ortadadır: Sevgili Barış Atay’ın katıldığı programda belirttiği gibi “İslami yobazlığın kökü bu ülkede kazınmalıdır” ve bu yapılmadığı, bu kangrenli kitleyi vücudumuzda taşımaya devam ettiğimiz takdirde ülkemizin bir geleceği olmayacaktır. Bunu yapmak da değil İYİ Parti, CHP dahil hiçbir düzen partisinin becerebileceği bir iş değildir. Bu görevi sadece M. Suphi’nin ve Behice Boran’ın, Deniz’in ve Mahir’in mirasçısı olan, ülke ve insan sevgisini hayatları pahasına sürdürmeye kararlı olan ilericiler ve devrimciler başarabilir. Bizlerin sırtında olan bu sorumluluğun kolay bir iş olmadığını görmeliyiz. Karşımızdaki karanlık kitle, depremde de gördüğümüz gibi foyaları meydana çıktıkça, elindekini kaybetmeye yaklaştıkça küstahlaşan, kudurganlaşan bir kitledir ve onlardan kurtulmak, belli bir bedel ödemeden mümkün olamayacaktır. Buna da şimdiden kafamızda, zamanı geldiğinde de pratikte hazır olmak gerekecektir. Bunu sadece ilerici mücadelemizin sayısız şehitlerine değil, sağın ve siyasi İslam’ın alçaklıkları yüzünden depremde yitirdiğimiz on binlerce cana da borçlu olduğumuzu unutmayalım.

Bu denli açık ve yoğun kötülükle karşılaşıldığında dürüst insanlarımızın içi tıkanmaktadır ve tam bu noktada bizlere umut veren ve yol gösteren motiflere ihtiyacımız vardır. Bunlardan birini zikrederek yazımızı bitirelim:

MADAM DEFARGE OLMAK

Charles Dickens dünya edebiyatının önemli eserlerinden bir olan “İki Şehrin Hikayesi”nde Fransız Devrimi'ni konu alır ve orada bir kadın kahraman yaratır. Madam Defarge, devrim öncesi Fransa’da yaşayan kendi halinde bir ev kadınıdır ve evinin kapısında oturup örgü örerek krallığın zulmünü sessizce izler: İdam edilen demokratlar, işkence edilen vatandaşlar, zulmünü sürekli artıran krallık yanlısı zorbalar. Kendisine ne yaptığı sorulduğunda örgüsünü göstererek şunu der: ”Her şey buraya kayıtlı!” Gerçekten de kendine göre bir kodlama yaratıp halka karşı suç işleyen herkesin adını örgüsüne ilmek ilmek işler. Krallığın hükmü çatırdamaya başladığında o sakin ev kadını bu sefer gözü kara ve amansız bir savaşçıya dönüşür. Elinde kanla kaplı bir kılıçla sokak sokak, barikat barikat koşan, ismini kaydettiği halk düşmanlarının peşine düşen, aristokratlara, zorbalara, yobazlara ölüm yağdıran, onlara cehennemi yaşatan bir ölüm meleği haline gelmiştir. Madam Defarge tipolojisi, yüzyıllardır süren feodal karanlığa karşı kükreyerek ayağa kalkan Fransız devrimci halkının sembolüdür.

Bugün her ilerici ve devrimci Madam Defarge olmalıdır. Madam Defarge’ın yün örgüsü, bizlerin unutmayan ve affetmeyen vicdanımız ve hafızamızdır. Halkımıza karşı on yıllardır işlenen hiçbir suçu unutmadan kafalara kazımak, hiçbir “yeni kötülük” adına “eski kötülükleri” unutmamak, bütün sorumlu katilleri ve hırsızları bir tekini bile esirgemeden kafalarda tutmak, ve günü geldiğinde hesap sormak gerekir.

Ve hesap sorma gün geldiğinde de Madam Defarge kadar gözü kara ve kararlı olmak gerekir.