Kırmızı Pazartesi
Mademki bu cinayeti önlemek bu kadar elzem, biz de okuyucuya bir soru sorarak bitirelim: Santiago Nasar’ın öldürülmesine bu sefer izin verecek miyiz?
Ulaşcan Kurt
Gabriel Garcia Marquez, artık kültleşmiş kısa romanı Kırmızı Pazartesi’de evrensel bir halk panoraması çizer: Bir cinayet işlenecektir ve bunu herkes bilmektedir ancak hiç kimse bu cinayeti önlemek için herhangi bir şey yapmaz. Öykünün en başından itibaren müstakbel maktul Santiago Nasar’ın öldürüleceğini biliriz ancak bu bizim öykünün içine sürüklenmemize engel olmaz çünkü yazarın asıl anlatmaya çalıştığı şey hepimizin aşina olduğu bir toplumsal durumun kendisidir: Kayıtsızlık ve ümitsizce bekleyiş.
Türkiye siyasetinin çok uzun zamandır bir Kırmızı Pazartesi döngüsünün içerisinde olduğunu söylemek sanırım abartı olmayacaktır. Bu döngünün en ayyuka çıktığı dönemler de genel olarak seçim dönemleri oluyor ve Türkiye tarihinin en kritik seçimlerinden birine doğru yol alıyoruz; yani Santiago Nasar’ın kellesi bir kez daha koltukta. Türkiye sosyalist hareketinin bu süreçte hiç kuşkusuz temel görevi göz göre göre işlenecek bu cinayeti önlemeye çalışmak olmalı. Bu tespiti ilk elden yapmak elzem çünkü açık konuşmak gerekirse Santiago Nasar'ın bile son bir canı kaldı.
Madem öyle, okuyucu hemen şu iki soruyu soracaktır:
1- Bu cinayeti bu kadar önemli kılan şey nedir?
2- Bu cinayet nasıl önlenebilir?
Hemen ilkine cevap vermekle başlayalım: Bu cinayet tartışmasız bir biçimde Türkiye'de AKP/MHP eliyle kurumsallaştırılmaya çalışılan faşist diktatörlüğün inşasında belki de en son eşik olacak; tıpkı "Reichstag Yangını" ve "Roma Üstüne Yürüyüş" gibi.
Peki o zaman nedir bu faşizm? Faşizm her şeyden önce bir devlet biçimidir; yani burjuva devlet aygıtının belirli siyasi, iktisadi ve toplumsal koşullar altında büründüğü bir biçimdir. Dolayısıyla Poulantzas’ın terminolojisiyle konuşacak olursak faşizm, tıpkı askeri diktatörlük ve Bonapartizm gibi kapitalist devlet tipinin olağanüstü devlet biçimlerinden biridir ve belirli tarihsel koşulları öngerektirir. Yani yaygın iki yanlış kullanımın aksine ne kapitalizmden bağımsız bir rotada seyreder ne de burjuva devletin tek yönetim biçimidir. Almanya'da ve İtalya'da faşizm yıkıldıktan sonra faşizme dair çok ciddi bir teorik tahribat ortaya çıktı. Her otoriter ve baskıcı eğilime faşist deme alışkanlığı hasıl oldu. Bu yanılgı çoğu zaman gerçekten bir faşist diktatörlük tehlikesi baş gösterdiğinde kapıdaki tehlikenin farkına varamama olarak tezahür etti ve etmeye de devam ediyor. Öncelikle belirtmek gerekir ki emperyalizm çağında burjuvazi tekelci karakterinden ötürü gerici olma eğilimindedir ve bu dönemde burjuva devletin ana karakteri siyasal gericilik ve baskı ile şekillenir. Yani otoriterleşme eğilimi kapitalizmin içinde yaşadığımız evresinde devletin genel karakterini oluşturur. O nedenle, her baskıcı rejime faşist yaftası yapıştırmak bizi hem politik hem de teorik olarak birçok sorunla baş başa bırakır. Dünya kapitalizminin özellikle 2008 krizinden beri bir dizi siyasal ve iktisadi krizle çalkalandığı ve belini doğrultamadığı aşikar. Buna paralel olarak da küresel çapta bir otoriterleşme dalgasını derinden hissediyoruz. Hatta dünyanın birçok yerinde faşizmin ayak seslerini duymak için iyi duyan kulaklara sahip olmamıza gerek yok artık. Hatta tarihin bir cilvesi olsa gerek, faşizmin doğduğu İtalya’da yeniden bir faşist parti seçimleri kazandı. Yani tehlike sandığımızdan çok daha yakınımızda.
Peki faşizmi diğer devlet biçimlerinden ayıran özellikler nedir? Faşizmin en temel karakteristik özelliği kitle tabanlı bir hareketten doğmasıdır. Bu onun askeri diktatörlükler gibi diğer açık diktatörlük biçimlerinden farklılaşmasını sağlayan ana faktördür. Milli iradenin kutsanması, kitlesel mitingler, kitle örgütlerinin önemli bir yer tutması gibi faşizmin bazı klasik özellikleri bunu kanıtlar niteliktedir. Dolayısıyla faşizmin yükselişi, iktidara gelişi ve iktidarda tutunması bir kitle dinamizmiyle mümkündür ve bu onun olmazsa olmaz koşuludur. Faşist hareketler bu kitle mobilizasyonunu sağlamak için halklarına “tarihle imtiyazlı bir ilişki” vadederler. Bu imtiyazlı ilişkiyi kurmada temel etken mitsel bir geri dönüş çağrısıdır. Bir çeşit ultra-milliyetçilikle devlet kutsanır ve sürekli olarak pompalanan iç/dış düşmanların hain planlarını boşa çıkarmak adına devletin baskı aygıtları (ordu, polis vs.) yüceltilerek yetkileri genişletilir. Burjuvazinin kârı her geçen gün artarken demokratik haklar askıya alınır ve böylece olası bir karşı çıkış engellenmiş olur.
Faşizm konusu çok çetrefilli bir konu olduğu için yukarıdaki tanım fazlasıyla basitleştirilmiş gibi gelebilir ancak detayını merak edenler literatür araştırması yapabilirler.1 AKP/MHP iktidarının faşist diktatörlüğü kurumsallaştırmasına ramak kaldı ve demokrasi güçlerinin temel görevi faşizmi geriletmek ve bu kurumsallaşmayı engellemek olmalı. Burada hemen Cumhur İttifakı’nın gün geçtikçe eridiğini ve faşist tahkimi sağlama becerisinin artık mevcut olmadığını söyleyecek okuyucular olacaktır. “Damacanayı aday göstersek kazanır” ve “seçimleri bekleyelim zaten gidecekler” kolaycılığı bizi geri dönüşü çok zor bir karanlığa sürükleyebilir. Şunu unutmamak gerekir ki karşımızda neredeyse her krizden kendine bir fırsat çıkarabilmiş, manevra kabiliyeti çok yüksek bir iktidar var. O nedenle, bu bizi ikinci soruya götürüyor.
Kuşkusuz ki faşizmin geriletilmesindeki en büyük adım bir Demokrasi Cephesi’nin inşasıdır. Bu cephe, faşizmin tamamen silmek istediği bütün demokratik hakların savunulması temelinde, faşizme karşı olarak birleşecek bütün demokrasi eksenli güçlerin bir araya gelmesi anlamına gelecektir. Demokrasi güçlerinin temel görevi, birebir ilişkilerden bütün toplumsal mücadele alanlarına kadar bu cephenin izdüşümlerini yaratmak olmalıdır. Bu cephenin güncel Türkiye siyasetindeki lokomotifi hiç tartışmasız Emek ve Özgürlük İttifakı’dır. Türkiyeli sosyalistlerin büyük bir çoğunluğu ile Kürt Özgürlük Hareketi’nin yan yana gelerek kurduğu bu ittifak faşizme karşı mücadele barikatının temelini oluşturuyor. Bu birlikteliğin tarihi çok uzun yıllar öncesine kadar uzansa da ittifakın “resmileşmesi” birçok olanakla birlikte sorumluluğu da beraberinde getiriyor. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın seçimlerle sınırlı kalmayan yol arkadaşlığı, yaşadığımız coğrafyada sol, sosyalist, halkçı güçlerin önümüzdeki süreçte toplumsal mücadelelerin her alanında kök salmasına ve tarihin sonu naralarıyla yıkılan itibarını yeniden sağlamasına olanak tanıyabilir. Bu ittifakı diğerlerinden ayrıştıran şeyin temelinde halkçı güçleri yan yana getirmesi ve Türkiye’de solun yeniden yükselişini sağlayabilecek yegâne güç olmasıdır. Sorumluluğu ise bugünden başlayarak bütün demokrasi güçlerini faşist tehlikeye karşı etrafında toplayıp bir cephe inşa etmek olmalıdır.
Politikada taktik, büyük ölçüde bir ittifaklar meselesiyse eğer, faşizme karşı mücadelede bu ittifakların daha esnek ve geçişken kurulması zorunludur. Güncel Türkiye siyasetinde Emek ve Özgürlük İttifakı’nın faşizme karşı mücadelede demokrasi cephesini genişletebileceği üç temel odak var: Birincisi Türkiye sosyalist hareketinin bu ittifakta yer almayan diğer kanadı (özellikle Sosyalist Güç Birliği); ikincisi kadın hareketi, LGBTİ+ hareketi gibi toplumsal hareketler ve bir ölçüde Millet İttifakı yani namı diğer Altılı Masa.
Poulantzas’ın “Faşizm ve Diktatörlük” kitabında belirttiği çok önemli bir nokta var. Faşistleşme sürecinde küçük burjuvazinin sosyalist hareket üzerinde 3 temel etkisinin olduğunu söylüyor: 1- Devrimci sendikalizm2 2- Kendiliğindencilik (küçük burjuva bireyciliği), 3- Darbeci devrimcilik.
Devrimci sendikalizm, sınıfın yerine ulusu; Marksist sınıf teorisi yerineyse bir çeşit dinamik yaşam mitini ikame ederken diğer ikisi kitlelerden kopuşu ve maceracılığı körüklüyordu. Bu üç eğilimin de Türkiye siyasetinde izdüşümleri olduğunu söylemek mümkün. Özellikle Kürt Hareketi’ne mesafeli duran sosyalist güçlerin gittikçe şoven bir karaktere bürünmesi çok büyük bir tehlikeyi de beraberinde getiriyor. O nedenle, Emek ve Özgürlük İttifakı, bütün bu sapmaları bertaraf etmeli ve diğer taraftan da her fırsatta ittifak kanallarını zorlamalıdır.
Toplumsal hareketler söz konusu olduğunda örgütlü güçlerin hem ideolojik hem de politik olarak buranın öncülüğünü yapamadığı aşikâr. Dolayısıyla kendiliğindenciliğin- yani burjuva bireyciliğinin- toplumsal hareketlerin ana belirleyicisi olduğunu söylemek pek yanlış olmayacaktır. Emek ve Özgürlük İttifakı, toplumsal hareketleri yönlendiren bu kendiliğindenciliğe karşı bir yandan ideolojik bir yandan da politik bir mücadele örmek zorundadır zira bu hareketlerle kurulacak doğru ilişki ittifakın kitlesel bir sıçrama yaşamasına olanak sağlayabilir.
Bir başka konu ise Altılı Masa İttifakı’ndaki çatırdamalar. Bu gerilimi elimizde çekirdekle “burjuvazinin farklı kanatları arasında bu çatışma, bizi ilgilendirmez” diyerek izleyemeyiz. Bu çelişkilerden yararlanmak ve mümkünse demokrasi cephesinin bir sırtını da oraya dayamak zorundayız. Emek ve Özgürlük İttifakı’nın güçlenmesi demek aynı zamanda Altılı Masa’nın kitle tabanının restorasyoncu ve sağcı güçlerle bağının zayıflamasına ve en azından sola meyletmesine olanak sağlayabilir. Özellikle CHP tabanında yüzü sola dönük ciddi bir kesimin var olduğu gerçeğini göz ardı ederek politikada doğru taktikler atılamaz. Komintern’in sosyal demokrasi ile faşizmi aynı kefeye koymasının bedelini dünya işçi sınıfı çok ağır bir şekilde ödedi. Dolayısıyla aynı hataya düşme gibi bir lüksümüz yok maalesef. Cephenin bu kanalda genişletilmesi Emek ve Özgürlük İttifakı’nın ilkesel duruşuna halel getirmez. Demokrasi cephesinin sınırları çok açıktır; faşizmi geri püskürtmek. Aksine, cephenin buraya kadar genişlemesine burun kıvırmak, faşist tahkimin önünü açabilir ve o saatten sonra bunun vebalini kimse ödeyemez. Öte yandan bu taktiklerin başarısı, olası bir AKP sonrası dönemde politikaları tamamen sağcı güçlerin belirlemesinin önüne geçmeye de imkân sağlayacaktır.
Tekrar tekrar üstüne basarak hatırlatmakta yarar var: Bugün Emek ve Özgürlük İttifakı’nı hem politik hem de kitlesel anlamda güçlendirmek Türkiye sosyalist hareketi için faşizmin geriletilmesi ve püskürtülmesinde en temel görevdir. Gerisi lafügüzaf.
En başa dönecek olursak; mademki bu cinayeti önlemek bu kadar elzem, biz de okuyucuya bir soru sorarak bitirelim: Santiago Nasar’ın öldürülmesine bu sefer izin verecek miyiz?
1) Burada naçizane birkaç öneri vermek isterim: Faşizm ve Diktatörlük, Nicos Poulantzas, İletişim Yayınları; Faşizm Üzerine Dersler, Togliatti, Bilim ve Sosyalizm Yayınları; Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Georgi Dimitrov, Evrensel Yayınları; Faşizm-İdeoloji ve Uygulamalar, Roger Bourderon, Onur Yayınları; Faşist İdeolojinin Doğuşu, Zeev Sternhell, Ayrıntı Yayınları; daha “akademik” çalışmalar için de: Faşizmin Anatomisi, Robert O. Paxton, İletişim Yayınları; Faşizmin Doğası, Roger Griffin, İletişim Yayınları.
2) Bu eğilim hakkında Ateş Uslu’nun BirGün’deki yazısına bakabilirsiniz: https://www.birgun.net/haber/fasist-ideolojinin-kokenleri-sinif-koru-devrimci-dusunceden-karsi-devrimin-teori-ve-pratigine-406446