Şilan Geçgel
Gazeteci Jînda Zekioğlu’nun, Şırnak’lı üç farklı kuşaktan yedi kadının anlattıklarını bir anlatı türünde okurla paylaştığı Derve, geçtiğimiz aylarda Dipnot Kitap tarafından basılarak, yayınlandı. “Derve” Kürtçe’de “dışarı” anlamına geliyor. Kitabın önsözü ise Aksu Bora'dan. Şırnak’lı Ruken, Zeliha, Gulê, Meryem, Delal, Roza ve Hêja’nın sesini, sözünü, direncini okura adeta bir destan gibi aktaran Zekioğlu ile kitabı Derve, Kürt halkının son 50 yılı ve kadın mücadelesine dair söyleştik.
-Kitabın hikayesi ile başlayalım. Derve'de, kendi hikayesini anlatan kadınlarla bir taziye evinde denk geldiğinizi aktarmışsınız. Bu 7 kadınla yolunuz nasıl kesişti? Bu kesişmeden Derve'ye nasıl bir süreç izlediniz?
Her insandan bir roman yazılacak zenginlikte bir coğrafyada gazetecilik üretmek, doğrudan dinleyici olduğunuzun ilanı gibidir bir nevi. Nasıl ki, doktor görünce ağrıyan yerini gösterir insan, gazeteci görünce de derdini döker. Doğaldır bu. O dönem Şırnak-Hakkari-Mardin-Diyarbakır gibi şehirlerde yerel seçim izlenimleri yazıyordum. Gittiğim şehirlerde; gençlerden, ihtiyar heyetine, insan hakları derneklerinden kadın örgütlerine kadar sivil toplumdan da görüş alıyordum. Kadın derneğinin sözcülerinden olan arkadaştan da görüş almak istediğimde eşini yeni kaybettiğini söylediler. Herkes taziyeye gidiyordu. Ben de aralarına katıldım. Böyle bir süreçte görüş almam doğru olmazdı ancak baş sağlığı diler, dönerim diye düşünmüştüm.
Ruken’le tanıştık ve uzun bir sessizlikte oturduk. O sessizlik ikimiz arasında duygusu yüksek bir diyalog kurdu. Derve’yi bugüne taşıyan diyalog o duygunun ta kendisi bana kalırsa. Şartsız, koşulsuz, sebepsiz, nedensiz, sorgu-sualsiz dinlemeni isteyen birine, hem cinsine, “Anlat” diyebilmek.
İlk 3 yıl sürekli Şırnak’a gidip geldim. Ruken’in annesi Zeliha, kayınvalidesi Gule, görümcesi Delal, kızkardeşi Mizgin, teyzesi Meryem ve kızı Heja ile de bu süreçte, günün doğal akışında gelişti sohbetlerimiz. Onları dinlemeye başladığımda barış sesleri yükseliyordu. Apar topar, mecburi dönüşümde ise savaş yeniden başlamıştı. Döndükten birkaç hafta sonra Şırnak’ın en güzel gençlerinden biri Hacı Lokman Birlik, öldürülüp panzer arkasına bağlanıp, doğup büyüdüğü kentin sokaklarında sürüklendi.
Oysa yıllar evvel aynısını, -Hacı’nın da kuzeni olan- Bişeng Anık yaşamıştı.
Döndükten sonraki süreçte yazmak için durmaya ihtiyaç duydum. Sindiremedim. Açıkçası olanaksız koşullar sebebiyle gazeteciliğe de küstüm. Büyüdüm, değiştim. Çok şey değişti o süreçte, dinlediklerim son yaşananlarla birleşince öfkem de büyüdü. Ancak kitabı o öfke ile yazmadım. Beklemenin, demlenmenin bu yüzden iyi geldiğini düşünüyorum. Türkiye’den ayrıldıktan sonra ancak özgürce yazabildim.
*Kitap boyunca, ait olmak ya da bir başka deyimle "içeride olmaya" dair derin bir hasret sanki anlatıcıdan okura dalga dalga geçiyor diyebiliriz. Derve, Kürtçe dışarı demek. Neredeyse her kadın anlatıcı, bir şeylerin dışında olduklarının altını çiziyor. Mülteci kamplarını eve, akrepli çölleri cennete çevirdiklerini belli ki nihayet bir yere ait olmanın heyecanı ile paylaşıyorlar sanki. Kitaba ismini veren, odağında Kürt tarihinin ele alındığı ve anlatıcıları da derinden yaralayan bu "dışarıda olma" hali hakkında ne söylemek istersiniz?
Kitabın karakterleriyle görüşme sürecinde Şırnak-İstanbul arası gidip geliyordum. Benim için içeri-dışarı ikilemi orada başlıyordu. Bir ülkeden, şehirden, sokaktan, evden, odadan, kalpten içerisi ve dışarısı arasındaki o süreci sadece bir gazeteci hissiyatıyla sürdürdüğümü söyleyemem çünkü dışarıda duranın duyabileceği bir tınıda değildi o çığlık. O 7 kadın arasında halka halka yayılan, -hatta daha birçok kadına- kocaman bir dışarısıydı. Ben bunu kadınlar arasındaki bir koridor olarak imgeledim sanırım. Bir dolu kapısı olan, her kapıdan başka pencereler ve manzaralara bakılan ve her biri kendi ‘içinde’ rengine, kimliğine, etnisitesine, değerlerine göre sürgünleştirilen kocaman bir dışarısı. Bu kitapla Kürt kadın yakın tarihinin koridorlarında kendi durduğumuz yerin dışarısı ve içerisini okuyoruz. Biraz da bu dışarısı bizim kim olduğumuzu öğretiyor bana kalırsa. Derve okuyup da dışında hissedilebilecek bir kitap değil. Hangi sınıftan, renkten, kimlikten olursa olsun kuracağı benzerlikler var.
- Biçimsel olarak gerçek bir hikayenin bizzat yaşayanları tarafından ele alındığı Derve, ne bir anlatı, ne bir roman ne de bir sosyolojik çalışma olarak tek başına ele alınamaz görünüyor. Anlatıcılarla birlikte hikaye de yer değiştiriyor. Zamanda ileri geri bir salınma hali, sizin çarpıcı gözlemlerinizle bezenerek zorlu bir yolu yürüyor. Biçimsel olarak değerlendirdiğinizde, siz Derve'yi nasıl tanımlarsınız?
Yukarıda dedim ya hani, ’sadece gazeteci olarak dolaşmadım aralarında’ diye. Ancak yazarken bir gazeteci hissiyatıyla yazdım. Kim gazetecinin duygusuz, empatisiz olması gerektiğini söyleyebilir. Her yaptığımız haberde yeni bir dünyayı öğreniyoruz biz. O duyguya empati yaparak geliştirebiliyoruz merakımızı. Derve’de, kendiliğinde içine girdiğim doğal bir aile ortamı vardı bunu sağlayan.
Yazma sürecinde çeşitli gel gitler yaşadım. Edebiyatçı dostlarım romanını yazmam konusunda heveslendirdiler. Akademisyen arkadaşlarım biçimsel olarak sözlü tarih çalışması olduğunun altını çizdi. Öyküsünü yazabilecek duygu yoğunluğum da olmadı değil. Ancak ortaya çıkan bunların hiçbiri değildi ve hepsi birdendi. Edebi olarak Anlatı dedik ancak benim için bu bir gazetecilik mesaisidir. Zira bu kitabı okurken hissettiğiniz bütün o dalgalanmalar, duygusal inişler çıkışlar, tarafsız olma kaygısının olmayışı, hem cinsinin ne hissettiğine merak salmak, kendi duygunu açık yüreklilikle ifade etmek ve dahası gazeteciliğe dahildir.
- Derve'de yer alan ve ağırlığını kadınların oluşturduğu bu anlatıda okurun dikkatinden kaçmayacağını düşündüğüm kimi kısımlar var. Eşlerinin, çocuklarının, sevdikleri erkeklerin peşinde bir ömür süren; onlar hapse gözaltına düştüğünde ise onları aramaya niyetlenen birçok Kürt kadın karakollarda sırf kadın oldukları için birçok fiziki, psikolojik şiddete hatta cinsel saldırıya maruz bırakılıyor. Yine aynı kadınlar yaşadıklarını sevdikleri erkeklere duyurmamak için derin bir sessizlikle bir ömrü sürdürmeye devam ettiklerini anlatıyor. Bu anlatılar Kürt kadın tarih yazımı için kuşkusuz çok kıymetli. Siz bunları dinlerken, kayda geçerken neler hissettiniz?
Birçoğu bazı anlarını ilk kez sesli olarak dile getirdi. Çocukları ilk kez kitabı okuduktan sonra öğrendi bazı hikayeleri. Hatta bir iki karakter, anlattığı bazı şeylere sonradan pişman olmuştu, öfke körüklememek adına. Bu emaneti almak, bu yükü yüklenmek, kitabın yayımlanma anına kadar süren bir paylaşma derdi. O yükü pay ettikçe hepimiz hafifleriz diye umuyorum.
Benim kişisel olarak ne hissettiğimin, nereden ne kadar yaralandığımın bu kadınların yaşadıkları yanında zerre önemi olmadığını düşünüyorum. Sadece bu yolculukla birlikte sahiden büyüdüğümü söyleyebilirim. Bu eser ve benzeri tüm işler, travma aktarımına sebep olacaktır. Bunun ilk öznesiyim. Ancak bu aktarımın akılcı bir tarih işlemesi ile gelecek nesillere öfkeden çok kimlik bilinci katacağına inanıyorum. Bu anlamda travma aktarımına dayalı tarih yazımı biz Kürt gazetecilerin en önemli görevlerinden biri.
- Kitabınızda özellikle mülteci kamplarında yaşanan insanlık dramlarına dair de önemli bilgiler mevcut. En temel yaşamsal taleplerin; barınmanın, sağlığın, beslenmenin dahi kişisel ve uluslararası belli pazarlıklara konu olduğunu bilmek okuru derinden sarsacak gibi görünüyor. Kendi topraklarından baskıyla, zorla, şiddetle sürülen ve yersiz yurtsuz bırakılan insanların adlı adınca "ötekiliği" ömür boyu devam ediyor demek uygun mudur? Ya da şöyle ifade edelim: Şırnak'ta başlayan ve Şırnak'ta biten bu anlatının kahramanları “dönmekten” ve “dönünce bulduklarından” memnun muydu sizce?
Kadınlar için ötekiliğin zaman ve mekânsal bir durumdan çok, varlığını korumasına dair yürüttüğü savaşın ‘düşman’ yarattığı kanısındayım. Bu kimi zaman baba, kimi zaman partner, kimi zaman devlet ya da şirket olur. Ama bir değişmezi vardır ki, onu koruduğu sürece ‘öteki’ olmaktan kurtulamaz; savunma! İnandığı, istediği, koruduğu, ölmeyi göze aldığı değerleri, kişileri ve kendini savunduğu sürece kadın ötekidir. En çok ihmal ettiği de bunları korurken, kendini fiziksel olarak savunmaktan çok zihinsel olarak mücadele eder. Derve’de o dağları yalın ayak yürüyen, o dereleri geçen, o işkencelerden sağ çıkan kadınlar, savundukları duyguları sayesinde dirayet gösterdi. Onları hayata bağlayan tam da buydu. Dolayısıyla bu tür kadınlara kurşun işlemez. Ötekilik çok da yok edilebilecek bir duygu değildir kadın için, o başka türlüsünü bilmez zaten. Şırnak’ta, Zaxo’da ya da Kobanê’de, o savunmayı yitirdiği zaman kaybeder çünkü. Mücadelesini durdurabilmesi refleks olarak mümkün değildir. Zorla bir şey yaptıramazsınız bu kadınlara. İnanmadıkları hiçbir yerde olmazlar. Bütün dünya Rojava’da da bunu gördü. En büyük ispatı.
*Özellikle pandemi süreciyle eve kapanan muhtemel okur, bir eve, aileye, memlekete ait olmanın altında ezilerek okuyabilir bu anlatıyı. Aksu Bora kitabın önsözünü "Emanet yerini bulur" diyerek noktalıyor. Derve’nin, özellikle farklı coğrafyalardaki kadınların birbirlerini anlamasının, tıpkı Bora'nın temennisi gibi kadınların birbirine emaneti olacağını söyleyebilir miyiz?
Esasında pandemi süreci kitabın zamanında dağıtıma girmesi ve daha çok kişiye ulaşması açısından zor bir süreçti. Buna rağmen internet siparişleri ile kitabı elde eden birçok kişiden geri dönüşler aldım. Genelde annesine kitabı hediye eden genç kadınlar, annelerinin de benzer hikayelerini ve selamlarını ilettiler. Ancak ne kadar doğru bir tanım olur bilmem ama ‘Beyaz Türk’lerden de çeşitli dönüşler aldım. Kırsal-kent ayırımı değil bahsettiğim, Kürdü canavarlaştıran medyanın illüzyonu ile büyümüş, yolu bir şekilde feminizme düşmüş ve farkındalığını artırmaya çabalamış kişiler. Bu kadınların geri dönüşlerindeki ortak tema; İnanamamazlık! Düşünsenize, ortalama 25-30 yaşına kadar tam tersi bir bilgi ile büyümüşsünüz. Üstelik bu bilgi en sevdiklerin –annen, baban, yakın ailen, öğretmenlerin- tarafından doğrulanmış. Medya desteği ile boyanmış. Ve günün birinde tüm bunları darmadağın eden bir topla yıkılıyor kumdan kaleler. Bu inanamamazlığın temelinde, hayatını alt üst edecek bu bilgiye hazır olmama hali yatıyor bana kalırsa. İnanamıyor çünkü onun korumaya çalıştığı bayrak-devlet-asker kavramları bir halkı delik deşik etmiş. Kitabı okuyanlar kurgu olmadığını, her şeyin gerçek olduğunu o kadar iyi hissediyor ki, bunlar yalan da diyemiyor. O inanamama hali ile inkar edememe bir kabule götürüyor hemen herkesi.
Açıkçası ben ikna etme rolünün Kürtlerde olmasına karşıyım. Bu rolü ve çabayı kabul etmiyorum. Buna bir performans da adamıyorum. Biz ikna etmeye çalışmayacağız, ya anlayacaksın ya da hep yarım hissedeceksin. Bir tercih bu, taraf olmak zorundasın.
En önemli yanını hatırlatayım, Aksu’nun dediği gibi Derve bir emanet yolculuğuna çıkarıyor hepimizi bu diyalog koridorunda. Benim önceliğim gelecek nesillere Kürt kadın tarihinin birinci ağızdan aktarımıydı. Ancak bu yolculukla daha başka yerlere açıldı. Dışarısı büyüyor ve bunu çok değerli buluyorum.
*Derve'nin özellikle kadınlar tarafından yakıcı bir şekilde yükseltilen barış talebine şahitlik ediyor olması tesadüf olmasa gerek. Gerçek ve kalıcı bir barış talebinin yanı sıra, eşit yurttaşlık ve en önemlisi adalet talebi de kimi kısımlarda öne çıkıyor. Kürt siyaset tarihinin neredeyse 50 yılı tüm sertliği ile kayda geçilmişken; Siz gerçek ve kalıcı bir barışın geleceğine inanıyor musunuz?
Kalıcı barışı sağlayacak yegane çözüm anlaşmaktır. Anlaşmak kimseyi üzmez, kırmaz, dökmez. Biz Kürtlerin en kötü huyu, ‘Hayır demeyi pek bilmeyiz. Ama gelecek nesillerin böyle olduğunu düşünmüyorum. Daha net, ne istediğini bilen, savaşmaktansa üretmek isteyen bir gençlik geliyor bana kalırsa. Kürt siyasetinin Arap-Fars-Türk devletler ile bir anlaşma zemininde buluşması, taleplerini net dile getirmesi bu kadar uzun sürmemeliydi. Bunu uzatan nedir? Kürtlerin talebi belli, statü ve anadil. Bunu arka sokaklardan dolandırınca, her derdin dermanı olmaya çabalayınca daha kutsal olmayacağız ki. Kendi derdimizi net dile getirmek diğer sorunların paydaşı olmadığımız anlamına gelmiyor. Mühim olan net olmak. Siyaseten bu netliği çok görebildiğimi söyleyemem. ‘Statü ve anadil’ bir toplumun en doğal hakkı. Üstelik çok kısa bir zamana kadar bölgesel yönetim, otonom, özerklik gibi kavramlar konuşuluyorken bugün Türkiye’yi yönetme isteği Kürtleri diğer parçalarından koparan bir arzu bana kalırsa. Türkiyelileşmek kavramının Şırnak’taki Zeliha anneye itici gelebileceği ihtimalini düşünmemek oldukça yaralayıcı. Üzerine empatisel yaklaşarak düşünülmemiş bu kavramlar sonradan ‘yanlış anlaşılma’ açıklamalarını da peşinden getiriyor. Zaman kaybı… Kötü niyet yok, hemfikirim. HDP beni de çok heyecanlandırdı, ancak bugün gelinen noktada dertlerin terazide eşit durmadığını görüyorum. Bunu söylemek yerine, benzer klasik cümleler kurmayı da tercih edebilirim. Bence kolay olan o. Ama birçok insan gibi umutsuzum.
Feminist hareket içinde başardığımız siyasi temsiliyet formülü Kürt hareketinin de iyi gözlemlemesi gereken bir duruş. Biz o yürüyüşlere erkekleri almıyoruz. Erkeklere düşman olduğumuz için değil, o yürüyüş bizim politik alanımız olduğu ve biz sesimizi eşit derecede görünür kılamadığımız için almıyoruz. Öte yandan talebini net ifade eden bir Kürde, bir çırpıda milliyetçi yaftası yapıştırılabilen bir ortam oluşmuşsa, orada biz de ipin ucunu kaçırmışızdır. Kişisel değil, toplumsal olarak Kürtlerin; Türk-Arap-Fars egemenliklerinden alacağı var ve bunu kansız-kavgasız halletmek zorundayız. Savaşın ortasında olan arkadaşlarımız için, onların daha fazla ölmemesi için talebimizi yarına ertelemeden, ‘devrimden sonra’ya bırakmadan, bugün net dile getirmeliyiz. Zeliha gibi, Meryem gibi, Gule, Ruken gibi kadınların en çok istediği de bu. Çünkü günün sonunda onlar evlatsız, onlar babasız.
*Ruken, ilk tanışmanızda -o taziye evinde- size "Zaman akıp gidiyor. Öleceğiz. Kemiklerimiz değil sadece tarihimiz de karışacak toprağa, bize yaşatılan her şey yanlarına kâr kalacak" diyor. Derve faşizm, göç, mültecilik ve binbir insan hakkı ihlâli ile bir belge niteliği de taşıyor. Şırnaklı Kürt bir aileye yaşatılanlar ise sayenizde su yüzüne çıktı. Peki su yüzüne çıkmayan nice hikâye, nice insan... Derve'deki hikayeleri yaratan koşulların esas sorumlusu kimdir?
Esasında çok basit bir cevabı var. Yakın tarihte Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana tüm hükümetler -İran ve Suriye dahil- hesap vermek zorunda. Cezasını başkaları vermiş olabilir ama ah’ı hala yerdedir; Saddam’ın katliamlarının. Keza, Brakuji sürecinin de özeleştirisi verilmedi. Hewler Katliamı’yla önce öldürüp ardından kaybettiği cenazeleri hala ailelerine vermedi KDP. Kürt toplumu bu iyi niyet yaklaşımını hak etmiyor mu? 1997’de Hewler’deki hastanede öldürülen Temo ve arkadaşlarının cenazesi nerede? Uzlaşmak, iç barışı sağlamak, art niyetsiz yol almak oldukça kolay. İdam edileceğini bile bile bir Kürt mahkumu İran’a teslim etmeyi nasıl açıklayabiliyor Kürdistan Federal Bölgesi yönetimi? O sorumlular ki bugün farklı isimlerle insanların hayatlarını karartmaya devam ediyor. Adı Recep olmuş, Ahmet, Mehmet olmuş farketmiyor. Türkiye, Suriye, Irak ve İran’ın Kürt toplumu üzerindeki suçları Derve ile yüzlerine çarpıyor. Türkiye-Suriye-Irak-İran’ın Derve’ye vereceği bir hesap var.
*Anlatıcı kadınların birbirine olan derin saygısı ve şefkati hemen hissediliyor. Her anlatıcı kendi acısını bir kenara iliştirip, yanındakinin acısından dem vuruyor. Bu kadınlar arasındaki dayanışmanın salt akrabalık bağıyla açıklanamayacağını düşünüyorum. Siz bu tabloyu dinlerken, kayda geçerken nasıl hissettiniz? Kadınların "birbirinin yurdu" olmasının güzelliğini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim dinlerken hissettiğim bu şefkati okuyucuların da hissetmesi ne güzel bir duyguymuş. Çok haklısın. Bu kadınlar ne kadar kendilerini anlatıyorsa o kadar kardeşlerini, anneleri anlatıyorlar aslında. Zeliha Şırnak’tan göçerken Gule’yi, Gule yollara düşen Zeliha’yı, Meryem kız kardeşinin çektiklerini, Zeliha Şırnak 1992’de evi bombalanan Meryem’i, Ruken annesi Zeliha’yı, Zeliha kızının yalnızlığını, Mizgin’i terk etmek zorunda kalışını, Mizgin annesinin kadınlığını anlatıyor. Heja ise hepsini. Heja’yı gelecek nesillerin bir figürü olarak görebiliriz. Bütün kuşaklarından aldığı bilgiyi kimlik bilincine dönüştürmüş bir Kürt genç kadın.
Derve bir Kürt kadın tarih yazımı olarak içeriğinde öne çıkan bilinç; feminist farkındalık. Bugün kadın mücadelesinin sınıf ayırmaksızın ‘yurt’laşmasının sebebi bu. Kürt kadınların Kürdistan’daki yaşam pratikleri ile şehirdeki Kürt kadınların ya da Ermeni, Rum, Alevi, Hristiyan kadınların pratikleri, tecrübeleri farklı olabilir. Ancak yaralanma sebeplerimizin kadınlıktan kaynaklandığını biliyoruz. Türk kadınların da bu farkındalığı kavrayabilmesindeki kolaylık -etnisiteye dayalı bir ayrımcılık yaşamasalar dahi- ev, aile, devlet, şirket şiddetinden kaynaklanıyor. Çünkü kendini savunan kadın her yerde ötekidir.
*Son olarak Derve yayınlandıktan sonra anlatıcı kadınlarla hiç görüşme olanağınız oldu mu? Ne hissediyor, ne düşünüyorlar?
Elbette. Biz tanıştığımız günden itibaren aile olduk. Birbirimize hasret yaşıyoruz. Yazım sürecinden basılmasına, yorumlara kadar bilgileri paylaşıyorum. Bizim ufacık bir odada, bir gece karanlığında, sigaranın dumanında konuştuklarımızı binlerce kilometre ötede bir kalp sızısı ile hissediyorsa bir kadın, emanet yerini buluyor demektir.
KÜNYE: Derve- Jînda Zekioğlu- Dipnot Yayınları- 288 sayfa- 2020