'İnsan pusulasını şaşırınca büyük yazarları düşünmeli'
“Biz dünyayı gerçekten de hikâyelerle kavrayabiliyoruz. Hikâye, bütün o “ne, nerede, ne zaman, nasıl, kim” sorularına yanıt veren bir olay anlatımıdır, bize hep böyle tarif edildi ama sadece anlatım değil bu, aynı zamanda algılama biçimi de. Ben kimim, siz kimsiniz, saat kaç, burası neresi sorularının yanıtları bizim kafamızda net, o yüzden hayatta kalabiliyoruz ve iletişim kurabiliyoruz ama bu bozulursa, yani hikâye bozulursa, o zaman gerçeklikten kopuyoruz, aslında hikâye dediğimiz bu gerçekliğin zihindeki temsili.”
Dilek Yılmaz
Hayalet Gemi dergisiyle başlayan ve ilk kitabı Oysa Herkes Kendisiyle Meşgul’den (1999) Belirsiz Bir Ânın Kıyısında’ya (2021) uzanan otuz yılı aşkın süreli edebiyat yolculuğunda öykü, roman, inceleme türlerinde iz bırakan eserleriyle edebiyat okurlarının yakından izlediği Murat Gülsoy aynı zamanda uzun süredir yürütücüsü olduğu yaratıcı yazarlık atölyeleriyle de birikimlerini paylaşmaya devam ediyor. Murat Gülsoy ile yazma üzerine konuştuk.
Yazmaya ilgi duyan herkes için kült kaynak Büyübozumu Sartre’dan alıntıyla başlıyor, “Bir insan her zaman hikâye anlatıcısıdır; kendi hikâyeleriyle ve başkalarının hikâyeleriyle çevrili yaşar; başına gelen her şeyi onlar aracılığıyla görür ve hayatını anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.” Yazıyla farklı rollerde hemhal olan biri olarak, özellikle yazmaya yeni başlayanlara dair kişisel gözleminizi sormak istiyorum; yazmaya güdüleyen temelde nedir ve insan deneyimlediği, görüp duyduğu sonsuz görünen bir hikâye evreninden yazmak üzere neye göre seçer?
'ASLINDA İNSAN NEDEN YAZMAYA YÖNELDİĞİNİ BİLMİYOR, BUNU BİLMESİ BELKİ MÜMKÜN DE DEĞİL'
Bence yeni yazmaya başlayan kimseler için de yıllardır yazan, kitaplarını yayınlatan kişiler için de aynı süreç geçerli, böyle düşünmeye başladım son zamanlarda. Bu tabii benim kendi iç gözlemimden kaynaklanıyor. Sanatsal süreçte içe bakışa daha fazla önem veriyorum. Dışarıya bakan gözlerimiz bizi yanıltabiliyor çünkü. Bakış dediğimiz şey de yine bizim kendi zihinsel durumumuzdan besleniyor, buna göre belirleniyor, dünya görüşüne göre, cinsiyetine göre, yani bütün sübjektif özelliklerine göre belirleniyor. Dolayısıyla da bakış aslında nötr bir şey değil. Hiç değilse içini görebildiğimiz bir kişi var elimizde, o da kendimiziz. Sonuçta en iyi kendi içimizi gözleyebiliriz. Gözlemlerimin sonucunda da şunu fark ettim ki, aslında insan neden yazmaya yöneldiğini bilmiyor, bunu bilmesi belki mümkün de değil. Elbette bize sorulduğu zaman neden yazdığımız konusunda, neden hayatta şu değil de bu tercihlerde bulunduğumuz konusunda, makul birtakım cevaplar verebiliriz ama bu cevaplar ne kadar hakikati yansıtır, ondan emin olamıyorum. Çünkü bu işin bir yetenek meselesi olmadığına hep inanmışımdır, çalışmayla gerçekleşebilecek, geliştirilebilecek bir özellik olduğunu düşünmüşümdür ama o zaman da şu soru aklımıza geliyor, neden sabırla, yıllarca bunun üzerinde çalışsın? O arzu nereden kaynaklanıyor, işte bunu bilmek çok mümkün değil.
Kimisi gitarının üzerine eğiliyor, saatlerce kendini kaybederek orada çalışıyor, acemiliğini ustalığa dönüştürüyor, ustalıktan belki bestekârlığa geçiyor; ötekisi tualde resim yapmaya çalışıyor, bir diğeri de işte hikâyeleri kelimelerle anlatmaya çalışıyor. Bunun çok da bir açıklamasını bulamıyorum. Muhtemelen gelişimimizle, çocukluğumuzdan itibaren yaşadığımız deneyimlerle ilgili bir durum, kestirmek çok kolay değil ama öyle ya da böyle eğer yazmaya ilgi duyduysak, arzu duyduysak, yapmamız gereken şey onu geliştirmek. Geliştirdikçe de şunu fark ediyor insan, ilerledikçe önündeki yol uzuyor. Bu da güzel bir yanılsama aslında, insana sanki önünde uzun bir ömür varmış hissini veriyor, oysaki önümüzdeki zaman daralıyor ama işte bu tür yaratıcı işlerle uğraşırken, daha yapılacak ne çok şey var heyecanı, bize aslında önümüzde çok uzun bir zaman var hissini de veriyor. Tabii bunu şu da besliyor, yazmanın güzel taraflarından bir tanesi de, evet yazıyorsunuz, o anda bir tatmin duyuyorsunuz tabii, ama bir de bu yayınlandıktan, insanlara ulaştıktan sonra artık sizden bağımsız uzaklarda bir metne dönüşüyor ve o uzaklardaki metin çok uzaklardaki insanlar tarafından okunuyor. Bu uzaklık sırf mesafe de değil, zaman açısından da böyle. Şimdi ben bunu söyleyebilecek yaşa geldim tabii. Bir zamanlar yazdıklarımı bugün okuyanlar o zamanlar dünyada değillerdi. Yazarken o insanları hiçbir zaman hayal edemezsiniz. Bu da tabii insana yine bir genleşme hissi veriyor. Sınırlı gündelik hayatımız ve sınırlı ömrümüzün dışına çıkıyormuşuz gibi oluyor. O yüzden edebiyatla uğraşmanın, yazmanın böyle bir tarafı var. Tabii Sartre’ın o alıntıda sözünü ettiği hikâyelerle dünyayı kavrama meselesi farklı bir noktaya da işaret ediyor, o da bizim doğal dilimizin hikâyelerle yapılandırılmış olduğu. Biz dünyayı gerçekten de hikâyelerle kavrayabiliyoruz. Hikâye, bütün o “ne, nerede, ne zaman, nasıl, kim” sorularına yanıt veren bir olay anlatımıdır, bize hep böyle tarif edildi ama sadece anlatım değil bu, aynı zamanda algılama biçimi de. Ben kimim, siz kimsiniz, saat kaç, burası neresi sorularının yanıtları bizim kafamızda net, o yüzden hayatta kalabiliyoruz ve iletişim kurabiliyoruz ama bu bozulursa, yani hikâye bozulursa, o zaman gerçeklikten kopuyoruz, aslında hikâye dediğimiz bu gerçekliğin zihindeki temsili. Bunu dediğimizde insanlara sanki idealist bir şeyden bahsediyormuşuz gibi geliyor ama değil, çünkü sinirsel karşılıkları da var beynimizde bunun, o beş duyumuzla harekete geçen ve sürekli dışarıdan verileri alıp işleyen ve bu sorulara cevaplar üreten bir beynimiz var, bu bizim elimizde değil, gelen verilerle hikâyeyi sürekli kuruyoruz ve o hikâyenin içine kendimizi yerleştiriyoruz. Yerleştiremediğimiz durumlarda güçlük çekiyoruz. Eğer bunamışsak, Alzheimer olmuşsak, o zaman “günlerden ne”, “ne zaman yemek yedik acaba”, “siz kimsiniz” gibi soruları artık cevaplayamayacak hale geliyoruz, yani gerçeklikten kopuyoruz.
Sözün ilk sahibini hatırlamıyorum, affetsin, “çocuğunuz yazar olmak istiyorum derse pek de sevinmeyin, anlatamadığı bir derdi vardır” yorumu dikkate değer midir?
Valla çok muhafazakâr bir laf bence, bunu genişletebilirsiniz, herhangi bir sanat dalı için de söyleyebilirsiniz. Derdi olan çocuk aslında merakı olan çocuk demektir, bunu ifade etmeye çabalıyor, bunun yolunu arıyor demektir. Ne kadar iyi bir şey ki bunu yapıyor, aslında buna sevinmek gerekir. Ama tabii nereden baktığınıza bağlı.
Biraz izlemeye dönük bir çağrı niyetiyle söylendiğini sanıyorum.
Zaten hep izlemek gerekir, çocuk yetiştirmek apayrı bir mesele. Yetişkin insanlar arasındaki gibi eşit ilişki değil çünkü, farklı algılama evrelerinden geçiyor çocuk. O bambaşka bir süreç tabii ama ben sanatla uğraşmanın, özendirilmesinin, yollarının açılmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Anaokullarında mesela bu çok yapılan bir şey ama ilkokul ve daha sonraki seviyelere geçildiğinde okullarımızda, maalesef yaratıcılık değil, biat etme üstüne kurulu bir bakış açısının yönlendirmesiyle tersine bir eğitim sistemi sürdürülmeye çalışılıyor. Çocuğunuz bu tornadan geçsin istemiyorsanız da parasını ödemek zorunda kalıyorsunuz. Bu bence ülkemizin, en acı, en korkunç, sonuçları en kötü olacak olan sorunlarından biri. İnsandan daha kıymetli bir şey yok çünkü. Sonuçta her bir insanın üretebileceği değer, dünyaya katabilecekleri sınırsız. Daha doğar doğmaz zihinlerini iğdiş etmeye başladığınız zaman maalesef yaşayacağımız dünya da cehenneme dönüyor. İşte o hayal gücü betonla, araba markalarıyla sınırlı kalıyor. Vaat edebileceği ne var ki sonuçta bu düzenin. Bu tabii çok yönlü bir mesele ama eğitim denince insan bir dokunup bin ah işitiyor. Hele ben bir de eğitimci olduğum için bunu yakinen de görüyorum. Üniversitede en azından öğrencilerimiz, hangi seviyede olursa olsun, kapıdan girdikleri an ile ve çıktıkları an arasında çok ciddi bir dönüşüm yaşıyorlar, eğer iyi bir okulda iseler. Bu çok önemli. Kendimizi emanet edeceğimiz doktorlar, köprüleri, binaları emanet edeceğimiz mühendisler hep böyle yetişecekler. Liyakat denilen şey hayat memat meselesi aslında. İlkesel bir doğruculuk değil, hepimizin hayatta kalmasını sağlayacak olan şey.
'ÖNEMLİ OLAN, ROMANI ÖYKÜYÜ BİZE YAZDIRTAN ASIL ARKADAKİ O KARANLIK MÜPHEM ŞEY'
Ağustos ayının ikinci yarısında İstanbul insana sadece ölümü hatırlatır dediğinizde metnin odağının dışında bir acıyı duyuruyor bize. Bir zamanlar Ermeni mezarlığı olan Gezi Parkı’nın yüksek ağaçlarının gölgesinde yürürken hiçbir şeyin komik gelmemesi ya da memleket meselelerine karışanların üniversitelerde süründürülmesi gibi hakikatimize usulca dokunan göndermelerinizi okur olarak çok seviyorum. Yerli yersiz serpiştirildiği, tıkıştırarak politize edilmiş, fazla bağırmaktan sesi kısılmış, ne dediği duyulmayan metinler de görüyoruz. Öte yandan, özellikle yolun başındakilere dikte edilen “doğru metin” basıncının da biraz kabarttığını düşündüğüm, zoru denemeyen, risk almayan, suya sabuna dokunmayan, yazarın kendisiyle fısıldaşmasına dönen metinler çoğalıyor. Çevremizi kuşatan hakikate baktığımızdaysa, bugün barınma derdini konuşuyoruz, işsizlik kabarıyor, kadınlar öldürülüyor, insanlar açlıktan intihar ediyor, ülke dökülüyor. Edebiyat öğretmez, tamam ama sizin de yazdığınız gibi, ne de olsa “insan dediğimiz siyasi bir kategori”yken bugünün yazarı kendi dünyasında nereden sesleniyor ki, çevresinde örülü bu hakikatin gölgesi bile edebiyata düşmüyor? Korkulan bir şey mi bu, okurun ilgi duymayacağı mı düşünülüyor, neden bugün böyle?
Çok yönlü bir mesele bu, basit bir cevabı yok çünkü içinde yaşadığımız dönemin edebiyatı, geçmişteki edebiyatlardan farklı. Her dönemin kendine özgü bir edebiyatı var çünkü o edebiyatı üreten yazarların içinde bulundukları toplumsal, tarihsel, sosyolojik koşullar farklı. Bazı dönemlerde edebiyatçılar çok daha aktif kanaat önderi olarak, bir toplumsal liderlik vasfı taşıyan bireyler olarak hareket etmişlerdir. Doğrusu bu olduğu için değil, dönemin gerekleri o yönde olduğu için öyle olmuştur. Bugün bunun böyle olamamasının, en azından yaygın olarak olamamasının nedeni de yine yaşadığımız çağın kendi dinamikleri. Günümüzde artık muhalefet biçimleri de değişti. Şöyle bir örnek vereyim, zamanında Attila İlhan’la çok sohbet ederdim; genç, meraklı bir yazar adayı olarak ondan feyz almaya çalışırdım, tabii çok etkileyici bir karakterdi. O mesela bu çevreciliğin yeşil hareketlerin bizim gibi az gelişmiş ülkeleri daha da az gelişmişliğe sürüklemek için batılı emperyalistlerin uydurduğu küçük burjuva ideolojisi olduğunu söylerdi. Şimdi bugün herhalde bunu böyle savunmak çağın dışına düşmek olur. Mesela bugün iklim kriziyle baş etmenin yolu öyle çok kolay formüllerden geçmiyor. Buna karşı çıkan insanların katkı sunma biçimleri şaşırtıyor, bambaşka biçimler alıyor. Bir de bakıyorsunuz, bir korunun savunulması insanlarda inanılmaz heyecan yaratıyor çünkü hayat memat meselesi. Bugün başka yöntemlerle, başka bir dille halledilmeye çalışılıyor, belki de halledilemiyor. Yine de ben o farklılığın, yeni bir dünyanın aslında çoktan kurulduğunu düşünüyorum. Ama şimdi bizim konumuz, edebiyatçıların bu meseleleri ne kadar, nasıl işledikleriyle ilgili. Edebiyat tarihimize baktığımız zaman birtakım başka işlevler de yüklendiğini görüyoruz edebiyatçıların. İşte Tanzimat sonrası, Cumhuriyet öncesi dönemde, belki daha modernleşmeye, batılılaşmaya hizmet eden bir yaklaşımla roman araçsallaştırılırken Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde kurucu ideolojinin gerçekleştirilmesi için çalışan bir edebiyatçı varken, bir de onun karşısında bunu eleştiren edebiyatçı var. Nazım Hikmet birdenbire kendini öteki kampta buluverir mesela, çünkü eleştiriyordur artık. Cumhuriyet’in getirilerinden çok getiremediklerinin altını çizdiği anda da istenmeyen adam haline gelir ve çok sert bir şekilde susturulur. Tıpkı Sabahattin Ali gibi, tıpkı başka birçok aydın gibi. Yani sorunun aslında bir tarafı bence bununla da ilgili. Bizim yaşadığımız ülke, yazarlarına ya da aydınlarına son derece sert davranmıştır, davranmayı da sürdürmekte farklı biçimlerde. O yüzden de insanlar yazamıyor, ilk akla gelebilecek nedenlerden bir tanesi bu. Kırmızı çizgisi çok olan bir yer burası; birçok açıdan, kültürel açıdan, siyasi açıdan… ama sadece o da değil. Günümüzün siyasi sorunlarını doğrudan yazanlar da var kuşkusuz. Fakat ne kadar etkili olabiliyorlar? Eskiden, daha çok 70’li yıllarda, daha belirgin kamplar, belirgin dünya görüşleri ve bu dünya görüşlerinin sözcüsü gibi davranırdı yazarlar, dolayısıyla da o kamplar içerisinde gerçekleşirdi her şey. Madem Attila İlhan’dan söz açıldı örnekleyeyim; onun kıyasıya İkinci Yeni şairlerini eleştirdiği bir dönem var. O zaman da tarafınızı seçersiniz tabiri caizse. “Küçük burjuva” İkinci Yeni şairlerini küçümsersiniz, onlar şair değil, “şairler ayakta ölür” dersiniz. Oysa İkinci Yeni şairleri hiç de bu sert eleştirileri hak etmiyorlardı, bugün onları okuduğumuzda son derece toplumsal tarihsel meselelere girmiş olduklarını, edebiyatımıza gerçekten de yeni ve derinlikli bir soluk getirmiş olduklarını görüyoruz. Fakat polemikçilik hakiki içerik tartışmasının önüne geçiyordu. Şimdi bu tür bir sert kamplaşma yok aslında edebiyatta, ilginç bir şekilde. Çok farklı kesimden insanlar yazıyor ve herkes de bir biçimde kendi okurunu buluyor, çünkü artık bir “serbest pazar ekonomisi” içinde kitabını sergiliyor, okurunu bulmaya çalışıyor. Ben bu durumu biraz Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri’nde anlattığı seyyar hikâyecilerin durumuna benzetiyorum. Orada da hikâyelerini satmaya çalışırlar sürekli, sürünürler, çok kötü durumdadırlar ama onun satın alıcısı yemekli vagondaki okurlar ise onları çok da önemsemiyorlardır aslında. Tren durduğu zaman ayrancı da, sucuk ekmekçi de, elma satıcısı da tıpkı hikâye satıcıları gibi o müşterilere mallarını satmaya çalışıyorlardır. Oğuz Atay bunu tabii 70’li yıllarda yazdı ama yaklaşmakta olanı bence çok iyi tespit etmiş bir yazardı, birçokları gibi. Adalet Ağaoğlu da benzer şeyler yazmıştır. Her neyse, sonuçta böyle bir serbest piyasa içerisinde herkese yer olduğu için de öyle bir ideolojik odaklanma olmuyor. Aslında o yıllardan çok daha siyasi romanlar, öyküler de yazılıyor bugün. Siyaseti doğrudan doğruya mevcut hükümeti ya da devleti eleştirmek ile sınırlı da tutmamak lazım, siyaset hayatın her alanına ait bir kavram ve her türden mesele, işte cinsel kimlikten etnisiteye kadar her şey bunun içerisinde. Ben ne yapıyorum derseniz, hiçbir zaman bir siyasi meseleyi anlatma kaygısıyla yazmadım. Herhangi bir öykü ya da romanda, başlatıcı fikir diyelim, bir siyasi meseleden kaynaklanmadı. Ama yazdıkça, kimi zaman tarihsel, toplumsal yerlere vardı. İki tane örnek vereyim. Biri Gölgeler ve Hayaller Şehrinde romanı. Tarihi bir roman, 1908’de geçiyor, birçok meseleye girip çıkıyor. Ama bunun başlatıcısı, ben bir Meşrutiyet romanı yazayım, tarih hakkındaki fikirlerimi paylaşayım, değildi. Oradaki söz konusu olan Beşir Fuat karakterinin beni çocukluğumdan beri etkiliyor olmasıydı, beni korkutuyor olmasıydı, bende bir merak yaratıyor olmasıydı. Çünkü felsefeye düşkün, bilime düşkün, çok yetenekli, çok entelektüel bir Osmanlı aydını diyelim, otuzlu yaşlarının sonunda kendini öldürecek ve ölümünü de not edecek, bir deneysel çalışmaya çevirecek. Bu nedir yani, bu nasıl olabiliyor, ne kadar da ilginç biriymiş deyip geçmek de var ama ben onu kendimle ilgili birtakım korkularla, kendimle ilgili birtakım meselelerle kesiştiği için seçmiştim. Onun üzerine düşünüp onu merkeze koyacak bir roman yazarken birdenbire bütün o Osmanlı'nın son dönemi, 1890’lardan itibaren yaşananlar, 1908’deki hadiseler, hepsi romanın içerisine girdi. O dönemi yazarken, karakterimin o arada kalmışlığını ele alırken bir sürü tarihsel, toplumsal mesele ön plana çıktı ama çıksın diye başlamış değildim. Bir başka örnek de Ve Ateş Bizi Tüketiyor mesela, biraz daha fantastik bir atmosferde geçen bir hikâye. Kayıp bir ağır ceza hâkimini arıyor karakterimiz ve bitmeyen upuzun bir gecede yolu karnavalesk bir sürü ortamdan geçiyor. Geçtiği yerler kimi zaman yer altındaki bir toplu mezar da olabiliyor, bir hapishaneden kaçmaya çalışan insanların kazdığı tünel de olabiliyor, bir hukuk konferansının yapıldığı bir otel de olabiliyor, bir radyo istasyonu da… Aslında romanın çıkış noktası hiç bitmeyen, tuhaflıklarla dolu metropolde bir geceyi anlatmaktı. Ama ağır ceza hâkimi romanın merkezine yerleşti. Tabii o dönem biz barış için akademisyenler davasından yargılanıyorduk, sonra beraatle sonuçlandı ama iki üç yıl sürekli adliye koridorlarında bir sürü ağır ceza hâkimi göre göre herhalde oradan etkilendim ama ben masanın başına o süreci yazmak için oturmuş değildim. Bir gün belki o günleri anlatan bir hikâye de yazabilirim, bilmiyorum ama yazsam bile bu belirli bir tezi savunmak için yazılmış bir roman olmaz. Hayatta yaşanan birtakım şeyler var, bunları ben hemen yazdıklarıma yansıtayım gibi bir kaygım yok çünkü önemli olan romanı, öyküyü bize yazdırtan asıl arkadaki o karanlık müphem şey. Ve Ateş Bizi Tüketiyor’da da bu bitmeyen bir gecede şehrin sokaklarında dolaşmanın cazibesi ve korkusuydu. Yazarken belirli bir mesajı seslendirmek gibi bir niyetim yok ama yaşadıklarımın üstünü örtmek gibi bir niyetim de olmadı hiç. Yaşadıklarımız, çevremizde olup bitenler sızlıyorsa, romanın bir parçası haline geliyorsa, edebiyatın bir parçası haline geliyorsa ne iyi ama romana hizmet ettikleri sürece…
Anladığım kadarıyla daha çok başlama niyetiyle ilgili…
Çok önemli çünkü ben bir fikri iletmek için yazacak olsam makale yazarım, en dürüst yol bence o. Düz yazıyla ifade edebilirim ama ben o konudaki fikirlerimin de çok orijinal olduğunu düşünmüyorum doğrusu. Siyasete ya da toplumsal olaylara çok uzun mesailer harcamış, bu konuda araştırmalar yapmış, ömrünü vermiş bir sürü insan var. Onlarınkinin yanında benim düşüncelerim çok naif kalır. Bu tür konulardaki düşüncelerim bir sürü hata da barındırabilir, belki de akademisyen olmanın getirdiği bir şey, bilmediğim bir konu hakkında çok iddialı konuşmayı sevmiyorum, biraz daha temkinli olmam biraz da o kaygıdan kaynaklanıyor.
'BİR YAZAR ÇOK TANINDIĞI VE ÇOK SATTIĞI ZAMAN KONFORLU ALANINI TERK ETMEKTE İSTEKLİ OLMUYOR'
Hocam, siz kurguyla çok uğraşıyorsunuz ya da belki siz bunu çok kolaylıkla yapıyorsunuzdur ama her seferinde yeni bir şeylerle karşılaştığımız için bize öyle geliyordur. Murat Gülsoy edebiyatı denince okurun aklına ilk gelen herhalde kurgudur, farklı yazın türlerinin iç içe geçtiği, aynı metin kesitinde anlatıcının değiştiği, okurun uyanık olması gereken ama bulmacaya da dönmeyen, tekinsizlik, bellek, korku, rüya gibi belirli kavramların, simgelerin süreklilikle kullanıldığı ama önceki biçimi tekrar etmeme konusunda da özenli. Mesela Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet bir değişimin ayak seslerini duyuruyordu, son öykülere kadar gene kimi kesişmeler de var ama ne olursa olsun bunlar farklı biçimsel denemelerle önümüze geliyorlar. Bir de başladığı yeri hiç bozmayan, iyi de yazan, bir tercih olarak konuda, dilde hareketsizliği seçtiğini düşündüren yazarlar var. Üslûp bir tarz bulup orada kalmak mıdır? Dünya bu hızda değişirken yazarların da külliyatı içinde belirli eşiklerin, dönüşümlerin olması, işin doğalında gerekmez mi?
Bu herhalde insanın karakteriyle ilgili bir şey. Yaşama biçimi ile ilgili bir şey, üslûp öyle bir şey aslında. Ben üslûbumu şimdi şu yönde geliştireyim gibi bir saikle yapılır mı bilmiyorum. Farklılıklara açık olmak, yeni deneylere açık olmak, riskli alanlara girmek, bunlar bazı insanların karakter özelliği olabilir, bazıları ise daha konforuna düşkün olabilir, yani dediğiniz gibi iyi giden bir şeyi niye bozayım ki, diyebilir kimileri de. Orada şöyle bir şey de var bence, bir yazar çok tanındığı ve çok sattığı zaman konforlu alanını terk etmekte istekli olmuyor. Nasıl söyleyeyim, bunun psikolojik bir arz talep meselesi olduğunu düşünün, yani sadece maddi ya da ticari anlamda söylemiyorum bunu, yüzlerce insan sizi okuyup hemen size geri bildirimde bulunuyorsa ve o geri bildirimlerde ufak ufak şunları hissettiriyorsa, ya şu ne güzeldi, keşke şundaki gibi kalsaydı, biz onu daha çok sevmiştik gibi şeyler. O zaman da yazar, demek ki bu seviliyordu, bak bu yeni yerlere gittim oralar pek tutmadı, demek ki yanlış bir yolmuş, demeye başlayabilir.
'BİZİM EDEBİYATTAN ÖĞRENECEĞİMİZ ŞEY O SÜBJEKTİF HALDİR, YANİ O ÖZNELLİĞİN KEŞFİ, BU NASIL YAŞANIYOR'
Güvenli alanda kalmayı tercih etmek midir yani?
Güvenli alana çekiliyor. Kimin güvenli alanı? Okurun talep ettiği güvenli alan. Bu kimi zaman yayınevi de olabilir, editörler de olabilir. Sizin böyle yeni çok farklı, riskli denemelerden biraz imtina etmenize neden olabilir. Ben popüler edebiyat yazmadığım. için yeni denemeler yapmaya cesaret edebiliyorum ve yazdıklarımla ilgili de hiçbir zaman “tamam oldu, daha iyisini zaten yapamam” gibi bir hisse kapılmıyorum, tam tersi tam da “istediğim o değildi, aslında biraz eksik kaldı ya da biraz daha iyi olabilirdi” hissi oluyor. Zaten dönüp de pek okumuyorum yazdıklarımı yayınlandıktan sonra, onlar orada duruyorlar ama bazen işte hakkında bir makale ya da tez yazılıyor, onları ilgiyle okuyorum. Tezler ilginç, kılı kırk yararak üzerinde bir yıl, bir buçuk yıl çalışıyorlar ve toplu halde bir döküm çıkıyor ve ben onları okuduğum zaman kendi başıma fark edemeyeceğim kimi özellikleri bulup çıkardıklarını görüyorum. Bu şu sizin, sorunuzun başındaki karakteristikler, yani o yazara özgü olan şeyler meselesine denk geliyor. Onların da psikolojik olduğunu, insanın takıntıları olduğunu fark ediyorum. Örneğin ne anlatırsam anlatayım bir yerlerden yaşlı birisi çıkıyor, bir yerlerde birisi yoğun bakıma giriyor, orada kalıyor, birisinin bir delilik hikâyesi oluyor, bir yerlerden bir rüya meselesi çıkıyor. Tabii insanın bir iç dünyası var. Bu dünyanın da kendine özgü bir topoğrafyası var. Adaları var, dağları, ırmakları, denizleri var. Yazdıklarım bu dünyanın yansımaları. Belki yazarken, bunların üzerine düşünürken bu topoğrafyada ufak tefek birtakım tadilatlar oluyordur, belki birtakım şeylerin yeri değişiyordur. Hatta bazen birtakım depremler oluyordur, mesela yakın birini kaybettiğiniz zaman eminim orada birtakım dağlar yer değiştiriyordur, bazı vadiler açılıyordur, yeni uçurumlar fark ediyorsunuzdur ve onlar da tabii ki yansıyor yazdıklarınıza. Bu tamamen iç dünya ile ilgili ve sizin onu keşfetmeye ne kadar meraklı olduğunuzla ilgili bir süreç. Bazı yazarlar dediniz, bir şey tutturup gidiyor kendini tekrar edip duruyor ya da yazdıkları seyreliyor. Bence kendi içine bakmaktan vazgeçince böyle oluyor. Yazmayı biliyor zaten, bir süre sonra yazmak zaten öğreniliyor. Başı sonu düzgün bir roman, bir öykü yazabilirsiniz öğrendikten sonra. Peki ama ne yazacaksınız, işte dışarıya bakarak başkalarını anlatmak, kendinden uzaklaşmak yoluna girince yazar, orada aslında bizim aradığımız o karanlık şeyden de uzaklaşmış oluyor. Ben mesela hep Dostoyevski'yi düşünüyorum, Kafka'yı düşünüyorum, kendime geliyorum, öyle söyleyeyim. İnsan pusulasını şaşırınca büyük yazarları düşünmeli. Neden onlar önemli, neden onlar beni etkiliyor, herkesi etkiliyor. O zaman bakıyorum ki o Kafka'nın, Dostoyevski’nin kendi içindeki mücadelenin hiç bitmediğini görüyorum. Ben şimdi kendimle işimi hallettim, şimdi de topluma bakıyorum, insanlara bakıyorum onlara öğreteceğim, dediğiniz zaman aslında son derece sıkıcı, herkesin bildiklerini tekrar eden bir şey çıkıyor ortaya. Çünkü edebiyat o anlamda bir şey öğretmez. İncelemeler, bilimsel eserlerden bir şey öğrenilebilir o anlamda. Bizim edebiyattan öğreneceğimiz şey o sübjektif haldir, yani o öznelliğin keşfidir. Bu nasıl yaşanıyor? Tek tek nasıl yaşanıyor? Bugün bizim yazdıklarımızı okuyacak olanlar, işte 2000'li yılların başında, biri diyecek ki bak Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet diye bir şey yazmış, deli saçması gibi bir şey.
Hocam, Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet bir gün gerçek olmaz değil mi, çok sevmiştim ama konusu itibarıyla beni epeyce huzursuz eden bir metindir.
Ben de seviyorum ama o bizim işte 2000'li yılların başındaki karmaşamızı kafamızın nasıl karışık olduğunu anlatıyor. Bir tarafta Borges’e mektup yazıyor, Tanpınar’ı anlatıyor, öteki tarafta bambaşka bir şey oluyor, bunun arasında bir sıkışmışlık, bir başkasını içine alma arzusu… karmakarışık bir şey. Demek ki diyecekler, o dönem böyle şeyler düşünüp böyle bir ruh durumundalar bunlar ama ben ona şimdi 2000'li yıllarda Türkiye şöyleydi diye bir yazı yazsam dünyanın en sıkıcı yazısı olur. Bunun bir anlamı olmaz. Önemli olan onu benim gibi birisi, benim karakterim nasıl yaşıyor, nasıl deneyimliyor, onu yazabilmek.
'ŞİİR KİTABI OKUNMAZ, ŞİİR OKUNUR, AYNI ŞEKİLDE ÖYKÜ KİTABI DA OKUNMAZ, OKUNMAMALI, ÖYKÜ OKUNMALI'
Tematik bütünlük meselesini sormak istiyorum. Kimi yazarların öykülerini, örneğin dergide okuduğumuzda keyif alırken kitapta peş peşe okumak bir süre sonra sürekli aynı sesi duyuyormuşuz gibi sıkıcı bir tınıya dönüşebiliyor. Bu dayatma yazarı da biraz kısıtlamıyor mu, öykü dosyalarında bütünlük meselesi neden bu kadar vurgulanıyor?
Öykü kitabı nasıl okunur, onunla ilgili bir soru aslında. Biraz daha öteye gidersek şiir kitabı nasıl okunur. Mesela şiir kitabı okunmaz, şiir okunur, aynı şekilde öykü kitabı da okunmaz, okunmamalı, öykü okunmalı. Roman bir kitap olduğu için kitap halinde okunuyor. En sevdiğiniz şair bile olsa şiirleri arka arkaya okuduğunuzu düşünün. Bir kere fazla gelir, birini hazmetmeden, birinin etkisini tam özümsemeden, birinin hâlâ etkisindeyken bir tane daha geliyor, güzel ama bir dakika demek geçiyor insanın içinden. Üslûp da aynı üslûptur çoğu zaman. Hatta bazı şiirler bir dizi halindedir, Edip Cansever’in Oteller Kenti mesela, bunlar zaten bir tematik bütünlüğe de sahiptir ama tek tek de okunur ve tek tek okuduğumuz zaman daha çok zevk alırız. Öykü kitaplarını da o yüzden uzun zamana yayarak okumakta fayda var. Yani baştan sona heyecanlı bir roman okur gibi okuduğunuz zaman, o yaşadığınız hissi alıyorsunuz muhtemelen çünkü öykünün de şiirin de yeri kitap değil aslında dergilerdir. Tek başına da bir eserdir öykü, şiir.
Vonnegut’un mümkünse hikâyenin sonuna yakın birden başlama tavsiyesi için ne düşünürsünüz, varsa öyle bir şey, hikâye size göre nereden başlamalı?
Genelde şu söylenir, ortasından başlayın. Ortasından derken şu, illa karakteri sabahın köründe uyandırıp yataktan kaldırıp başlamanıza gerek yok. Asıl hadise o gideceği yerde, işte öğleyin olacaksa, tam da o hadisenin başından alın, niye yataktan kaldırıyoruz, yüzünü yıkıyoruz, kahvaltısını ettiriyoruz ki? O sırada birtakım düşüncelerle arka plan da veriyoruz, bu çok sık yapılan bir şey, yapmamak lazım. Bence mesele şöyle, yazarken düşünüyor birçok arkadaşımız, sorun bundan kaynaklanıyor. Öncesinde düşünmemiz, notlarımızı almamız lazım. Öykünün, romanın hazırlık aşamasında o karaktere ilişkin arka plan bilgilerini oraya yazmamız lazım. Okurun önünde değil. Yani karakterinizi yaratmak için romanınızı, öykünüzü kullanmayın, karakterinizi önceden yaratacaksınız. Sonra biz göreceğiz onun ne yaptığını. Sonundan başla demek, sonuna kadar kurmuşsunuz demek, bilerek yazın demek. Bilmeden yazılmaz zaten. Tabii çok usta bazı yazarlar bunu elinin ucuyla da hızlıca yapabilir ama ne kadar da olsa, o da onun en iyisi olmaz. Onun yazabileceğinin en iyisi de yine kendisinin önceden iyi çalışmış olduğudur.
'HER BİRİMİZİN İÇ DÜNYASININ TOPOĞRAFYASI FARKLI YERYÜZÜ ŞEKİLLERİNDEN OLUŞUYOR'
Her edebiyat yapıtı kendinden önceki yapıtlarla bir ilişki içindedir diyorsunuz. Okumayanın yazamayacağı da sıklıkla söylenir. Okumak aynı zamanda etkiye açık olmayı da beraberinde getiriyor. Yaratıcı bir fikri zihinsel birikimimizden bütünüyle ayrık üretip işleyip geliştirmek, yazılmamışı yazmak ne kadar mümkün? Bir tarafta, yazılmış çok da büyük metinler var. Bunun biraz caydırıcı bir yanı da yok mu?
Kişiselliğimizden vazgeçmememiz lazım, onu hatırımızdan çıkarmamamız lazım. Tıpkı parmak izi gibi. Milyarlarca insan var ama parmak izleri birbirinden farklı, onun gibi. Bize ait bir örüntü o, hepsi neredeyse eş derecede kompleks, eş derecede farklı, karmaşık, ilginç ve güzel. Benim az önce sözünü ettiğim, her birimizin iç dünyasının topoğrafyası da böyle farklı yeryüzü şekillerinden oluşuyor. Dolayısıyla bizim bulacağımız konular, işleyeceğimiz temalar, her ne olursa olsun, bu iç dünyadan besleniyorsa, orayla bir bağ kuruyorsa o zaman çok orijinal oluyor. Yoksa hiçbir zaman hiçbir yerde çok orijinal bir konu var diye bir şey yok ya da işlenmemiş bir konu, işlenmemiş bir kurgu, hiç yapılmamış bir şey yok.
Yazmanın mahremiyetiyle yazarın bağırması ya da bağırma mecburiyeti arasındaki tezat biraz tuhaf değil mi günümüzde, örneğin bir yazarın sosyal medya kullanmaması çok zor. İstisnalar elbette vardır, bununla beraber birçok insanın ürettiğini duyurmak üzere biraz mecburiyetten bu mecralar aracılığıyla sesini duyurmaya çalıştığını da biliyoruz. Yazarın, “Yazdım benden çıktı, buyrun” deme hürriyeti var mı? İyi metin er geç fark edilir fazla iyimser bir inanış değil mi?
Bir sürü farklı örnek de var, yani hiç ortaya çıkmayan, sosyal medyada pek görünmediği halde çok bilinen, okunan yazarlar da var. Tam tersi, sosyal medyadaki varoluşuyla farklı bir imaj çizen, okuduğunuz zaman hayal kırıklığına uğrayacağınız yazarlar da var. İşte ikisinin ortasında, birazcık daha dengeli diyelim, gidenler de vardır. Bu şunun gibi bir şey, mesela cep telefonu kullanmama hürriyetimiz yok artık. Zamanında Umberto Eco bu bir lüks demişti, cep telefonu sahibi olmak değil olmamak lüks. Bunu söylediği zaman 90’lar. Herkes cep telefonu almaya çalışıyordu ve çok pahalıydı. Hâlâ pahalı ama o zamanlar özel bir şeydi. Eco diyor ki, sizi istedikleri her an arayıp bulabilecekleri bir konumdasınız, yani kölesiniz. Lüks olan şey size ulaşılamaması aslında. Sosyal medyada, başka ortamlarda çok fazla erişilebilir olmanın da böyle bir dezavantajı elbette var ama işte dünya bir yandan da böyle bir yer.
Hem üretimini hem satışını hem tanıtımını yazara yüklemek biraz ağır değil mi, şirket gibi.
Çoktandır böyle aslında, sosyal medyayla belirgin hale geldi. Eskiden sosyal medya yokken de televizyon kanallarının kültür sanat programları vardı, röportaja gelirlerdi. Size kitabınızı sorup anlattırırlardı, çekimlerde de siz kendi kitabınızı karıştırırdınız, kendi kitabınızı alıp sokaklarda yürürdünüz falan çekim yapsınlar diye. Sonuçta işte dediğiniz gibi. Peki yapmayayım deseniz ne olur, sonuçta kimse size silah dayamıyor. İşte o zaman da duyulmuyor, böyle bir kitabın çıktığını kimse fark etmiyor çünkü başka bir kanal yok, başka bir mecra yok. Mesela öyle bir mecra olsa, edebiyat eserlerinin nitelikli eleştirilerinin yapıldığı, birkaç milyon okurun takip ettiği, ayrıntılı tanıtımların yazıldığı… Eğer böyle bir ortam olsaydı herhalde yazarların büyük kısmı ortalıkta gözükmek istemezlerdi. Ama tabii şu da var, çok da fazla gizemli, ulaşılamaz, Olympos Tanrısı gibi biri de değil aslında yazar. O havayı vermek de bana doğru gelmiyor. Tam tersine, bir yanıyla da bizden biri, sizin benim gibi. İster ressam olsun, ister müzisyen olsun, ister yazar olsun, onun aslında “normal, sıradan bir insan” olduğu bilgisini de bize ulaştırmış oluyor görünürlük. Bu bize de umut verir, bizi yabancılaştırmaz. Benim en çok dikkat ettiğim şeylerden bir tanesi, sanatçı yazar mitosunun aslında bir tür yabancılaştırma etkisi yarattığı, “bir tek o yapabilir, siz yapamazsınız, çok özel bir insan o” hissi vermesi, bir pop star gibi. Bu aslında insanların elinden sanatla ilişki kurma hürriyetini almak demek, olumsuz anlamda seçkincilik böyle bir şey. Elbette bu yazmanın kolay olduğu anlamına gelmiyor, meşakkatli, uzun, sabır gerektiren, çalışma gerektiren bir iş olduğunu unutturmamak lazım ama o insanların çok özel, erişilmez olduğu hissini de vermemesi lazım. O yüzden bence insanların görünmesinde çok da fazla bir sorun yok, tam tersi çok fazla mistifiye edilirse bana o biraz daha tuhaf geliyor. O zaman işte anne baba, çocuk yazmaya meyletti eyvah, diyor, bunun sonu hayırlı bir şey olmayabilir.
'YARATICILIK PSİKOLOJİK BİR SÜREÇ, DOĞRULAR YANLIŞLAR EVRENİNDEN BESLENMİYOR'
Sanat eğitimine dair temel bilgi ne kadar kıymetliyse ilerisinin yaratıcılığa ket vurduğu iddiasına akademisyen bir yazar olarak edebiyat perspektifinden nasıl bakıyorsunuz?
Akademik alanlarda, bilimsel alanlarda da yaratıcılık önemli tabii ama bu yaratıcılığın olabilmesi için o alanı tanıyor olmanız lazım, o alan hakkında ya da en azından bir alan hakkında derinlemesine bilgi sahibi olmanız lazım ki orada yeni bir şeyler bulabilesiniz. Bazen farklı bir bakış açısı ile yaklaşmak, yenilik getirme konusunda işi kolaylaştırabilir, orada ne yapılıyor. Mesela farklı disiplinlerden insanları dinlemek, okumak, tartışmak çok fayda sağlayabiliyor. Sadece kendi sınırlı alanınız içerisindeki inceltilmiş bilgi ya da en rafine bilgi ile değil, bir yandan da başka alanlarda neler yapıldığı veya ortak birtakım problemlere nasıl yaklaşıldığının bilgisiyle. Şimdi bu yaklaşımı sanata tercüme edersek, ben şunu seviyorum, başka sanat dallarıyla ilgilenmek, orada neler olup bittiğine bakmak ama ciddiyetle bakmak, onları hakikaten izlemek. Sadece roman, öykü yazıyorum, o halde bunları okuyayım değil; resim sanatına da müziğe de başka alanlara da başka sanat dallarına da sinemaya da tiyatroya da o gözle bakmak. Kendi yazıp çizmelerim ile nasıl ilişkileniyor, bunları nasıl birlikte düşünebilirim, bu tabii insanın zihnini çok açan bir şey. Yaratıcılık çok bilmekten değil, kendi bilginizin içinde sıkışıp kalmaktan ket vurur yani bilgi dediğimiz şey, yani teknik yeterlilik dediğimiz şey böyle statik bir şey değil. Sürekli gelişen, dönüşen, değişen bir şey. Başka mecralarla, başka alanlarla iletişim kurmanızı sağlayacak bir şey. O yüzden de kendinizi yeni bilgilere ne kadar açarsanız, yaratıcılığınızın da o kadar artma ihtimali var, çünkü bunlar sizi tetikleyecek, farklı şekillerde uyaracak. Yaratıcılık hep söylediğimiz gibi psikolojik bir süreç, dolayısıyla doğrular yanlışlar evreninden beslenmiyor. Bizim içimiz doğrular yanlışlardan değil, duygulardan, arzular ve korkulardan mürekkep, onlardan oluşuyor. İşte sanat eserleri ile de kurduğumuz ilişkide de kendimize özgür bir alan açtığımızda, o zaman daha yaratıcı bir zihinsel dünyaya sahip oluyoruz.
'OLAY ÖRGÜSÜNÜ YAPILANDIRMAK DEMEK, ZAMAN EKSENİ İLE OYNAMAK DEMEK'
“Roman bir zaman mekân makinesidir” sözünüzden hareketle öyküde ve romanda zaman ve mekân kullanımını soracağım. Kurmaca yazmak neden bir anlamda zamanı yönetmek demektir? Bunun ölümle baş etmekle ilgisi var mı?
Şöyle düşünüyorum o konuda epeydir, kurmacayı diğer türlerden ayıran en önemli özellik, bize bir zaman mekân duygusu vermesi, bunu yaratmamız gerekiyor. En basitinden verdiğimiz örnek, sabah güneş doğdu ve kahramanımız yataktan kalktı dediğim an, zaman başladı, akıyor. Yataktan kalktı dedik, mekân da kuruldu, gidiyoruz. Bir mekâna girdik, bir zamanın içerisindeyiz. Ama sonra ne yaptık, kestik, birdenbire akşamını gösteriyoruz. Sabah meğerse tam kalktım zannetmiş, tekrar uyumuş saati kapatıp, randevusuna gecikmiş, işi kaçırmış, akşam bunu gittiği barda arkadaşına anlatıyor. Biz bütün günü görmedik, sadece sabah beş dakika gördük, şimdi akşam iki saat görüyoruz, üç ay sonra bilmem nerede göreceğiz bir de. Şimdi ne oldu, zaman içerisinde yolculuk yapıyoruz aslında. Oysaki gerçek hayat böyle değil, gerçek hayatı biz anbean, aynı hızda yaşıyoruz. Psikolojik olarak farklı algılasak bile hepsini yaşamak zorundayız, yani sıkıldık kestik şimdi üç ay sonraya bağlandık diye bir şey yok ya da geriye gidemiyoruz. İleriye gidemediğimiz gibi geriye de gidemiyoruz ya da belirli bir ânda ne güzel burada kalalım biz diyemiyoruz. Bunu romanda yapabilirim, bunu öyküde yapabilirim, o ânı genişletebilirim, orada çok uzun kalabiliriz. Ama gerçek hayatta kalamayız. Gerçek hayatta zaman akıp gidiyor elimizden. Dolayısıyla da roman yazarken, öykü yazarken aslında anlattığımız konulardan bağımsız olarak bir şey yapıyoruz, zamanla oynuyoruz, mekânla da oynayabiliriz ama zamanla oynadığımız çok daha belirgin. Çünkü olay örgüsü buna bağlı. Olay örgüsünü yapılandırmak demek, zaman ekseni ile oynamak demek. Bu Freud’un yaratıcı yazarlar ve sanatçılar hakkında söylediği şey, yazarın yaptığı iş çocuğun oyun oynarken yaptığı işe benzer diyor mesela. Çocuk zevkini tatmin etmek için her şeyi kendine göre değiştirir, uydurur. Freud bu kadarını söyleyip geçiyor tabii. Şimdi bu perspektifle baktığımızda gördüğümüz, aslında aldığımız temel zevkin o zamanla oynamaktan kaynaklandığıdır, tıpkı çocuk gibi biz de zamanla oynuyoruz ve bundan haz aldığımız ölçüde adeta ölümü yenmiş gibi oluyoruz ama asıl zevk tabii gerçek hayatta yapamadığımız ne varsa orada yapmış olmamızdan kaynaklanıyor. Bence zamanla oynama meselesi o yüzden önemli. Hem hikâyenin anlatılma sürecinde olay örgüsünü iyi yapılandırmak için teknik bir gereklilik, hem de bunu yaparken aldığımız zevk anlamında son derece büyük bir psikolojik tatmin sağlayan bir süreç. İkisi bir araya geldiği için yazıyoruz zaten, yoksa niye yazalım ki. Yazmanın verdiği en büyük zevk, hiç bilinmeyen bir konuyu ya da hiç olmamış bir olayı anlatmak değil tam tersi onu sizin anlatmanız, bu şekilde oynayarak anlatmanız.
Marguerite Duras “Ben evde yazarken benimle birlikte her şey yazıyordu. Yazı her yerdeydi” der Yazmak’ta, beden gücü olmadan yazılamayacağını ve yazmak için kendimizden ve yazdığımız şeyden daha güçlü olmamız gerektiğini de söyler. Katılır mısınız buna?
Fiziksel güç tabii ama ruhsal güç de önemli. O da şöyle söylenebilir, yani çok büyük bir depresyon mesela insanı yazmaktan alıkoyar gerçekten. Çünkü hareketsiz bırakır bizi. Yani apatik bir durum hiçbir şeyi yapamamak hali, bunun öteki kutbuna gittiğimiz zaman da öfori, çok yüksek enerji. İkisinin arasında bir yerde duruyoruz neyse ki ve o şekilde yazabiliyoruz ama çok uçlara gidildiği zaman, mesela insan gerçeklikten koptuğu zaman şizofrenik bir durum içerisindeyse sanıldığının aksine pek de roman falan yazamıyor. Çünkü roman yazmak için çok uzun dönemli bir konsantrasyon ve bir disiplin gerekiyor aslında. Üstelik içinde müthiş bir disiplinsizliği anlatacaksınız belki de büyük iniş çıkışlar falan. Bu bir gerilim tabii. Yani bunun için gerçekten de belirli bir güç gerekiyor, işin zor kısımlarından bir tanesi o ama yapa yapa aşılan bir şey.
“Delilik insanın tek başına yenemeyeceği kadar güçlü bir canavar. Akıl belki de sadece kolektif olarak var.” Sözü bağlamından biraz uzaklaştıracağım belki ama insanla çevrililiğin koruyuculuğunu düşündürmüştü okuduğumda. Yazmak aynı zamanda yalnız yapılan da bir iş. Sosyallik yazarın düşmanı mıdır?
Bilemiyorum, ben sosyal biri miyim diye geçmişten bugüne baktığımda, hep önceliğim insanlar oldu. Eğer gece bir program varsa, aman ben yazacağım, evden çıkmayacağım falan yapmam mesela. Hep dostlarımla, arkadaşlarımla birlikte olmayı daha çok tercih ederim çünkü nasıl olsa zaman bulunuyor. Aynı şey çocuklar için de geçerliydi. Çocuklar doğduktan sonra da şöyle bir şey düşünmüştüm; evde hiç iş yapmayacağım, sadece çocuklarla ilgileneyim evde olduğum zaman, dışarıda ne yapacaksam orada yaparım. Böyle bir karar alınca insan daha çok da iş yapıyor evde, yine yaptım ama o zaman stresi olmuyor. Bu baştan sizin kendi yaşamınızı nasıl kurduğunuzla ilgili bir şey. Ben kendimi zorla birilerinin sosyalleşmesine adamıyorum. Sonuçta kendim böyle tercih ettiğim için sosyallik benim hayatımda hiç de engelleyici olmuyor, tam tersine son derece besleyici oluyor. Ayrıca da kolektif akıl meselesinde şunu da söylemek lazım, çevre çok önemli bir şey insan için. İçinde bulunduğu çevre, birlikte iş yaptığı insanlar, dostları, akrabaları, arkadaşları, çevresinde ona dokunan herkes çok önemli çünkü birlikte bir anlam örüyoruz. Tek başına hayatın bir anlamı yok. O anlamda, çok basit primitif şeyler vardır doğal olarak yanımızda getirdiğimiz birtakım güdülerimiz var ama kültür öyle bir şey değil, kültür dediğimiz şey soyut birçok kavrama dayalı ve soyut kavramları beraber üretiyoruz. Eşitlik mesela, adalet, bunlar bizim ürettiğimiz, insanlığın uydurduğu kavramlar. Yani doğada öyle eşitlik, adalet falan yok. Biz bunları kendimiz üretiyoruz, bunlara inanıyoruz ve bunlara hâlâ inanmayı sürdürebilmemiz için birlikte bunu devam ettiriyor olmamız lazım. İşte edebiyat da öyle bir şey. Okurun, yazarın birlikte buna inanıyor olduğu sürece bu geçerli oluyor. Bir resme değer veren nedir, insanların ona bakışı, insanların onunla bir ilişi kurması, onu kültürün içerisine dâhil etmesi. Dolayısıyla da sosyallik, insanların varlığı bizim için çok çok önemli, tabii yeter ki doğru insanlarla çevrili olalım. Bizim zihnimizdeki bu anlam uzayının çok başka türlü örülmesine neden oluyorsa o insanlar, o zaman tabii yaptığımız işler de buna dönüşecek. O yüzden izolasyon, tecrit dünyanın en korkunç şeyi. Tek başına kalan insan o anlam uzayını öremiyor, örümcek gibi değiliz biz. Beraber olmamız çok iyi bir şey ama bir yandan da bizim varlığımızı silebilecek bir kolektivizm de var. Kalabalıkların yapıp etmeleri bireylerin yapıp etmelerinden farklı. Toplumla insanın yani bireyle diğerlerinin ilişkisi hem olumlu, yapıcı, anlamı beraber ürettiğimiz bir ilişki ama hem de birbirini tehdit eden, birbirini baskılayabilen, birbirini dönüştürmeye çalışan iki zıt güç gibi de. Bu gerilimli bir ilişki. Edebiyat bütün bunları kurcaladığı ölçüde zaten bizi etkiliyor, hani yenilik dediğimiz şey belki o yüzden olamıyor, hep aynı evrensel insanlık temalarını o yüzden didikliyoruz, onları yeni durumların içerisinde görüyoruz.
Hocam kurmacada mayınlı kabul edilen alanlar olduğu konuşulur. Baktığımızda, sizin karakterleriniz genel olarak okur yazar insanlar. Okuma ve yazmaya dair düşünen, konuşan insanlar. Bir, şu yazma üstüne yazma meselesini soracağım. Bir diğer riskli olarak imlenmiş alan da rüyalar. “Tül gibi eskiyip incelen uyanıklığa hep yakın bir sınırda” tarif edilen, rüya mı değil mi çoğunlukla tam emin olamadığımız bir alanda dolaşıyorsunuz sıklıkla. Şimdi siz ne kadarının rüya olduğunu bilmediğimizi söyleyeceksiniz muhtemelen. Özellikle bu iki konuya ilginizin sebebini sorsam…
Sebebini bilmiyorum tabii, birçok şeyi bilmediğim gibi ama evet yani sürekli rüyalardan beslendiğimi ya da zaman zaman yazının içerisine doğrudan rüyanın girdiğini biliyorum. İşte geçen gün yayınlanan en son okuduğum tez de tam da bunun üzerineydi. Benim romanlarımdaki rüya meselesi üzerine bir master tez, orada da beş altı tane romanı ele almış, ben tabii unuttum, hangisinde ne vardı. Orada okuduğumda görüyorum ki, rüyaları birçok farklı şekilde gündeme getirmişim, kullanmışım. Benim için bir kere birincisi, yaratıcılığın bir kaynağı, farklı bir düşünme biçimi çünkü. Normalde gündelik hayatta bir düşünme şekli var bilinçli halimizin, bir de rüyalardaki hallerimiz var, o rüyaların kendi hikâyeleri var veya rüyadaki düşüncelerimiz var. Ben rüyada çok sıklıkla düşündüğümü de görürüm, şöyle bir algılarımı tarttığımı, yorumlarda bulunduğumu. Uyanınca da bunların bir kısmı çok komik gelir, bir kısmı ilginç gelir, hatta böyle birtakım buluşlar yaptığımı zannederim, uyanınca saçma sapan bir şey olduğunu anlar insan. Bunları not alıyorum hep, defterlere yazıyorum, bir anlamı olacak mı bilmiyorum ama bunlar, bu konuşmada da sıklıkla sözünü ettiğim o iç dünyanın yeryüzü şekilleri, o topoğrafyasının ucundan kendi kendime gördüğüm kısımları gibi geliyor bana. Oraları çünkü bilinçli gözle göremiyor insan. Kendi iç dünyanız size açık değil, doğal olarak değil. Çünkü bir personamız var, kendimizi belli bir imajla, belli bir varoluşla, toplumun içerisinde, dünyanın içerisinde yürütüyoruz ama bir de iç dünyamız var ve o iç dünyanın büyük bir kısmından bihaberiz, onların farkına varamıyoruz ve onlar birçok sürecin etkisindeler. Rüyalar bir biçimde o iç dünyaya dair bize ipuçları veriyor, yani yine bize dair bir şeyler söylüyor. Bizim kafamızın çalışma şeklinin farklı olabileceği anlar bunlar, o yüzden de önemsiyorum.
'YAZMA ÜZERİNE YAZDIĞINIZ ZAMAN, META KURMACA YAPTIĞINIZ ZAMAN, BİR ANLAMDA SÜREKLİ OLARAK, OKUDUĞUNUZ ŞEY BİR YAZIDIR, BİR KURGUDUR DİYE HATIRLATIYORSUNUZ, SÜREKLİ YABANCILAŞTIRIYORSUNUZ, YANİ ELİ YÜKSELTİYORSUNUZ'
Rüya kurgu içinde daha özgür bir alan mı açıyor yazara?
Neyin rüyasını yazdığınıza bağlı. Yani normalde sizin dediğiniz gibi, birçok yazarın da söylediği bir şeydir, aman sakın rüya yazmayın, rüya yazdığınız anda okur koşarak oradan uzaklaşır. Ama şimdi mesela aklıma geliyor, Ölmeye Yatmak romanında Adalet Ağaoğlu’nun yazdığı rüya sahnesi. Kilit bir sahnedir, orada sıkılmayız, aman rüyaymış bu canım, hemen buradan uzaklaşalım, demeyiz; tam tersine, o rüyanın Aysel'in bütün bir iç dünyasında, tez yazma sürecinde diğer o jüri üyeleri ve o jüri üyelerinin nezdinde Atatürk imgesi ile ve bütün bunlarla nasıl hesaplaştığını anlarız. Ve bir yandan da hakiki bir rüya olarak algılarız. Yazar bunu bize sembolizm olsun diye yazmış da değil, bir hakiki tarafı da vardır. Hakikaten daha sonra kendisi ile de konuştuğumda, onun bir akademisyen arkadaşı tez yazma sürecinde tam da böyle bir rüya gördüğünü anlatmış, o da izin isteyip ben bunu romana koyacağım, benim karakterim böyle bir rüya görmeli diyerek romana almış. Aynı şey Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanında da vardır. Abdülhamit rüyası bölümü romana ciddi şekilde hizmet eder. Oradan yine kaçmazsanız, orada kalırsınız, onu ciddiye alırsınız. Yani işe yaramıyorsa diğer her şey gibi boş olacaktır tabii, rüyada tek başına etkileyici olacak bir şey yok. Tek başına yazma üzerine bir roman etkili olacak diye bir şey yok, daha da zor hatta. Çünkü yazma üzerine yazdığınız zaman, meta kurmaca yaptığınız zaman, bir anlamda sürekli olarak okuduğunuz şey bir yazıdır, bir kurgudur diye hatırlatıyorsunuz, sürekli yabancılaştırıyorsunuz yani eli yükseltiyorsunuz. Bak hem yabancılaştırıyorum ama hem de hâlâ okumanı sağlayacağım, nasıl mı, okursan göreceksin gibi. Yani böyle bir heyecanı ayakta tutabiliyorsanız ne mutlu ama tutamıyorsanız hakikaten sıkıcı bir hal de alabilir. O zaman romanı yazsaydın, niye sürekli romanın nasıl yazıldığı üzerine konuşuyorsun dedirtiyorsa kötü bir yoldayız demektir. Mesela finallerde biraz zorlayabilir, hepsi rüyaymış denince kızgınlık yaratabilir.
Hocam, benim sorularım bitmez, burada duruyorum. Çok teşekkür ederim zihin açıcı yanıtlarınız ve bize vakit ayırdığınız için.
Ben teşekkür ederim. Bu sayede ben de tekrar yazma süreçlerim üzerine düşünme fırsatı bulmuş oldum.