Hiç canlı bir şey yediniz mi?

Hiç canlı bir şey yediniz mi?

Tüm insanlık hayvansız bir dünyada insan eti yemeye alışmıştır. Alışkanlıklar, âdetler, arkadaşlıklar, sözcükler, hisler, meslekler büyük bir hızla değişirken kanlı tabakların sofralardaki yeri bir türlü değişmiyordur.

Berna Metin

 

Distopik romanlarda şimdiye değin teknolojiye ve makinelere teslim olmuş bir dünyayı gördük, şiddete ve kadınların aşağılanmasına tanık olduk. Uzaylı istilalarını, gözetlenen toplumları, uykuda eğitimin yarattığı mutlu insanı, maymunların “akıllanarak” dünyayı ele geçirme planlarını, damızlık kadınları, yakılan kitapların öykülerini okuduk. Lezzetli Kadavralar bir distopik roman ve bu saydıklarımızın hiçbirini anlatmıyor, onun anlattığı insan etinin lezzeti…

Yakın bir gelecekte hayvanlardan kendilerine virüs bulaşmasından korkan çocuklar sokağa çıkıp koşturmak yerine evlerinde oturup Leziz Kadavralar isimli bir oyun oynamaya başlar. İnsanların boylarına, göz renklerine, seslerine, gülüşlerine bakarak etlerinin lezzetini tahmin etmeye çalışırlar. Bu insanın eti sert mi yoksa lezzetli mi, akşam yemeğinde mi kahvaltı da mı iyi gider yoksa yenmeye değmez mi? Korkutucu, ürkütücü, yazılmış distopyaların belki de gerçeğe en yakın olanı, tam da bu yüzden dehşetli...

“Yarım karkas. Sersemletme. Kesim hattı. Basınçlı su. Bu sözcükler beliriyor zihninde ve hırpalıyorlar onu. Canına okuyorlar. Ama sadece sözcüklerden ibaret değiller. Kan, o yoğun koku, otomasyon, düşünmeme hali hepsi aynı zamanda. Hücum ediyorlar geceleri; hazırlıksız olduğunda. Ter içinde uyanıyor, çünkü ertesi gün yine insan kesmekle yükümlü olduğunu biliyor. Islak tişörtünü çıkarırken bu inatçı düşünceyi, onların aslında yenilebilir hayvanlar olarak yetiştirilen insanlar olduğu düşüncesini aklından atmaya çalışıyor.”

Bu cümlelerle başlıyor Leziz Kadavralar. Babasından kalan et işleme tesisinin yeni vârisi Marcos Tejo ve onun trajik hayatını tüketim zincirinde hayvanların yerini özel üretilmiş insanların aldığı bu yeni dünyada yan hikâye olarak okuyoruz. Peki, tüketim zincirinde hayvanların yerini özel üretilmiş insanların aldığı bu yeni dünya ne demek? Romanda bu sürece kısaca “Geçiş” deniyor. Hayvanlarda ortaya çıkan bir virüs sonrası neredeyse tüm hayvanlar avlanarak yok edilmiş, öldürülemeyen kuşlarla mücadele etmek için göğe dev brandalar çekilmiştir. Yazar Agustina Bazterrica yarattığı bu hayvansız yeni dünyada, hayvanların olduğu kadar sözcüklerin ve duyguların da yerini sorguluyor. Sanırım romanın sarsıcı gücünün dayanak noktası bu. Yediklerimizle birlikte duygularımız ve sözcüklerimiz de değişiyor romanda anlatılan bu yeni dünyada. Bir domuzu ya da bir ineği rahatlıkla hatta ağız şapırdatan bir keyifle yiyebilirsiniz çünkü onun bir adı, soyadı, işi ve ailesi yoktur. O, dünyaya “yemek” olmak için gelmiştir. Kahvaltıda, öğlen sandviçinde ya da konukların ağırlandığı kalantor sofralarda masayı bir çiçekten daha güzel süsler. İsimsiz, kanlı bir et yığını fakat parçalara ayrılmış ve hijyenik… İşte “Geçiş” sonrası dünyada insanlar, öncelikle protein ihtiyaçlarını karşılamak ve devamında hayvan sömürüsü üzerinden sanayileşen iş kollarına yeniden güç kazandırmak için “özel üretilmiş insanlar” yetiştirmeye başlar. “Bu bir çözüm mü yoksa başka büyük bir sorun mu?” kısmını romanda Marcos Tejo’dan başka kimse umursamaz gibidir. Tüm insanlık hayvansız bir dünyada insan eti yemeye alışmıştır. Alışkanlıklar, âdetler, arkadaşlıklar, sözcükler, hisler, meslekler büyük bir hızla değişirken kanlı tabakların sofralardaki yeri bir türlü değişmiyordur. Hayvan ırkı neredeyse lanetlenmiş, müzelerde sergilenen ünlü hayvan tabloları yakılmış ya da parçalanmıştır. İsa’nın resmedildiği eserlerden köpekler, kuşlar, koyunlar çıkartılmış, heykeller yıkılmıştır; sanat tarihçileri tedirginlikle Ortaçağ’a gerilemekten söz eder. Oysa romanda anlatılan Geçiş sonrası dünya Ortaçağ’dan daha büyük bir felakete tanıktır. Yemek için üretilen insanlar “mal”, cansız bedenler “karkas”, insan eti “özel et”tir ve bazı yasak sözcükler vardır, yamyamlık gibi. Yeni düzen dini de şekillendirmiş kendini aç insanlara feda eden “Kurban Kilisesi”ni doğurmuştur. Herkesin mutlu ve bol protein aldığı için sağlıklı göründüğü bu dünyada göçmenler ve evsizler yine tehlikededir, tıpkı bu dünyada olduğu gibi.

Anlattığı bu karanlık dünya hikâyesiyle 2017’de Arjantin’in en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olan Clarin Roman Ödülü’ne layık görülen yazar Agustina Bazterrica’nın duygusal betimlemelerden kaçınması önemli bir ayrıntı. Romanın duygu yüklü kısmını çoğu zaman kahramanı Marcos Tejo’nun üzerine yıksa da Marcos’un bir insan, üstelik yeni dünyanın çarklarının önemli dişlilerinden biri olduğunu unutmamak lazım. Leziz Kadavralar anlattığı hikâye kadar sonuyla da yıkıcı bir roman. Beklemediğiniz bir anda suratınızda patlayacak bir tokadı göze alarak okumanızı tavsiye ediyorum.

Tüketilmek için üretilmiş insanların kanlarından gübre, saçlarından yün, derilerinden çanta, sütlerinden tatlı, etlerinden yemek yapıldığını, kafeslenmişliklerinden ise birer deney malzemesi olduklarını okurken aklımda tek şey vardı: Distopya olarak okuduğum bu tedirginlik dolu dünya aslında yaşadığımız dünya. İnsan değil inek, insan değil domuz, insan değil maymun. Bu John Berger’in daha önce defalarca söylediği şeydi aslında “insanlığın kendisi kadar eski bir ilişkinin mezar taşı…”

İnsanın akıl almaz vahşiliğiyle yüzleşmek, kanlı tabaklarımıza bir daha bakmak ve yaşadığımız dünyanın bize dayattığı tüm alışkanlıkları yeniden gözden geçirmekse niyetiniz iyi okumalar, cesaretinizi ve vicdanınızı yanınızdan eksik etmeyin. Çünkü Leziz Kadavralar’ı okuduktan sonra hissettirdiklerini bir daha unutamayacaksınız.

 

KÜNYE: Leziz Kadavralar, Agustina Bazterrica, Çınar Yayınları, Çeviren: Seda Ersavcı, Şubat 2020, 225 sayfa

DAHA FAZLA