Hamburger versus Değer Yasası

Hamburger versus Değer Yasası

“Sınıf mücadelesi bir ‘Robin Hood’ projesi değildir.”

Çeviri: Mustafa Kocatürk

Aşağıda yer alan yazı İsveçli otonomcu(1) komünist grup “Kämpa Tillsammans! [Birlikte Mücadele!] üyelerinden “Marcel” tarafından yazılmıştır. İşyerlerindeki “suretsiz”, görünmeyen direniş biçimlerini küçük bir hamburgercide çalışma deneyimi üzerinden ele alıyor. Burada aktarılan deneyim gündelik “gizli” direnişlerdeki yaratıcılığı açığa çıkarmak bakımından önemli olmakla birlikte işyerlerinde “can sıkıntısına ve yabancılaşmaya karşı” yürütülen bu küçük direnişlerin, kolektif biçimde ve sebatkarca sürdürülen sendikal örgütlenmeyi, işyerlerinde işçi birimleri inşa etme çabasını ve sektörel düzeyde dayanışma ağları örme iradesini ikame etmediğini de vurgulamak gerekir. İyi okumalar.

Bu makalenin iki amacı bulunuyor. İlki, her gün bütün işyerlerinde devam ettirilen sınıf mücadelesine dikkat çekmektir. Bir restoranda çalışmak kadar sıradan ve gösterişsiz bir şeyin, başka bir deyişle orada ücretli emeğe karşı yürütülen gizli küçük mücadelelerin, komünist hareketin(2) nasıl bir parçası olduğunu göstermeye çalışacağım. Diğer amaç ise sermaye, komünizm, kullanım değeri ve değişim değeri gibi teorik kavramların soyut ve akademik değil, hayatımızı etkileyen ve dolayısıyla bizim de etkilediğimiz somut şeyler olduğunu göstermektir.

Hamburger Yapmak

Son çalıştığım yer özel bir hamburgerciydi. Restoran McDonald’s ya da Burger King gibi çokuluslu bir şirkete ait olmamasına rağmen çok büyüktü ve haftanın her günü açıktı. Buna rağmen sadece sabah 7 ile 10 arasında kapalı oluyordu. Orada çalışan insanlar çoğunluğu kadınlar olmak üzere ya benim gibi 20’li yaşlarındaki insanlardı ya da benden de küçüktüler. Çoğunluğun ya çalıştığı başka bir işi daha vardı ya da zamanlarının geri kalanında okullarına

gidiyorlardı. Sürekli işe girip çıkan insanlar oluyordu. Hepsi de ya çalışma koşullarına dayanamıyorlardı ya da verilen ücreti çok yetersiz buluyorlardı. Çalışanların çoğu ise orada yasadışı şekilde çalışıyordu. Gerektiği gibi bir sözleşme ve gerektiği gibi bir maaş almanız için orada bir yıldan fazla çalışmanız gerekiyordu. Bu zaman geçene kadar çok daha düşük maaşlı bir “çırak”tınız. Çırak olmak aynı zamanda patronun sizi istediği zaman kovabilmesi anlamına geliyordu. Burada çalışan insanların çoğu birkaç aydan fazla çalışamıyordu. Hepimiz sürekli başka işlere ya da para kazanmanın başka yollarına bakıyorduk.

Çoğu insan bizim çalıştığımız yerde çalışmanın, örnek vermek gerekirse, McDonald’s’ta çalışmaktan daha iyi olduğunu düşünüyordu. Sonuçta restoran büyük bir şirkete ait değildi, sadece bir sıradan adamındı. Ayrıca patronun futbol takımlarına ve hayır kurumlarına para verdiğine dair dedikodular da vardı. Solcu insanlar bile bana çokuluslu bir şirket yerine hayırsever olduğunu düşündükleri birinin restoranında çalışmamın daha iyi olduğunu söylemeye cüret ettiler. Onlar proletarya ile sermaye arasındaki çatışmanın restoran ya da fabrika, küçük ya da büyük, özel ya da kamu tüm işyerlerinde var olduğunu anlamamışlardı. Ücretli emeğin olduğu yerde sermaye de vardır ve sermaye varsa orada ona karşın bir direnç de olacaktır. Bu direnç, bu sınıf mücadelesi kendini sadece grevler, ayaklanmalar, işgaller gibi dramatik direniş biçimlerinde kendini göstermez. Aynı zamanda işten kaçış girişimlerinde, hırsızlık ve sabotajda, sadece yapmak zorunda olduğun kadarını yapmak gibi küçük ve gizli direniş biçimlerinde de kendini gösterir. Ücretli emeğe karşı bu küçük ve gizli direniş, kapitalizmin üzerine kurulduğu temelleri küçük küçük kemiren termitler olarak tasvir edilmiştir(3). Biz Kämpa Tillsammans! olarak bu mücadelelere “suretsiz direniş” diyoruz. Çünkü “suretsiz direniş”in karakteristik özelliği “yüzünün” olmaması ve gizli olmasıdır; bu da onu birçok sözde devrimcinin gözünde görünmez kılar.

Bir Hareket Olarak Komünizm

Ücretli emek her şartta bir sömürüdür. Tabii ki İsveçli bir restoran çalışanının çalışma koşulları örneğin Çin’deki bir ayakkabı fabrikasında çalışan çocuktan daha iyidir. Ancak sorun şu ki; tek bir dünya var: İsveç ve Çin’deki çalışma koşullarının ve oralardaki işçilerin sömürülmelerinin bağlantılı olduğu bir dünya. Eğer birileri dünyayı değiştirmek konusunda ciddiyse; sermayenin bağımlı olduğu temele -yani ücretli emeğe- saldırmalıdır.

Sermaye için temel sorun insanları değer yaratabilmeleri için bir işe yerleştirmektir. Sermayenin iktidarı altında bir insan faaliyeti olarak emek ve üretim araçları insandan koparılıp bunlara el konulur. Bu yüzden hayatta kalmak için emek gücümüzü satmak zorunda kalırız. İnsani faaliyetlerimiz onları bizden ayıran ekonomi tarafından gasp edilir. Bu, bize dünyayı yaratan şeyin - birbirimizle olan sosyal ilişkilerimiz ve davranışlarımızla - aslında biz olduğumuzu unutturur. Sermaye, insan eliyle yaratılmış bir canavardır. Başımızın üzerinde ya da kavrayışlarımızın ötesinde duran gizemli bir hayalet değildir. İnsanların dünyayı, hatta kendi günlük yaşantılarını bile değiştiremeyeceğine olan inancından gücünü alır. Anlamsızlık ve donukluk hissi, bizi yaptıklarımıza karşı yabancılaştırır ve onların yabancı bir güç gibi bize karşı kullanılmasını sağlayabilir. Denildiği gibi; Marx’ın insanlığın kendini kendi faaliyetiyle gerçekleştirdiği fikri o kadar garip hale geldi ki adeta farklı bir dünyaya ait oldu.

O dünya -komünizm- sermayeye karşı işyerlerinde, okullarda, sokaklarda ve evlerde verilen mücadelelerde ve davranışlarda kendini gösterir. Elbette bir toplum olarak değil ancak bir eğilim, bir hareket olarak... Komünizm, gözlerimizin önünde kendini gösteren bir hareketse; onu aramalıyız.

Ne kadar zayıf ve yalıtılmış olursa olsun; eğer günlük sınıf mücadelesinin önemini anlayamayacak kadar körseniz, o zaman bu sürmekte olan mücadelenin ve davranışın arkasındaki dinamiğin aslında komünizmin ta kendisi olduğunu anlayamazsınız. Bu günlük direniş çok da şaşırtıcı olmayan bir şekilde en kötü durumlarda bile göz ardı ediliyor. Bu bakış açısına sahip olan insanlar için tek önemli olan mücadele, büyük grevler ve işyeri işgalleri gibi görkemli ve kahramanca mücadelelerdir. Sermaye ve ücretli emeğe karşı “suretsiz mücadele”nin her gün devam ettiğini, bunun açık mücadelelerden daha etkili olabileceğini, aynı zamanda daha büyük ve geniş bir direniş topluluğunun ilk ve önemli adımları olduğunu kavrayamazlar. Komünizmin bu mücadelelerin arkasında yüzünü gizliyor olması, hayallerinde bile inanamayacakları bir şeydir. Onlar için komünizm, inşa edilecek bir ekonomik bir sistemdir; eski toplumun içinden doğan bir hareket değil. İnsanların, dünyayla, birbirleriyle, hayatın ta kendisiyle ilişkilerini kökten değiştiren bir eylem değil. 

İşten Kaçma Denemeleri

Daha önce de dediğim gibi, çalıştığım yerde insanlar sürekli işe girip çıkıyordu. Birçok insan burada sadece birkaç ay çalışıp ayrılıyordu. Genellikle başka bir iş bulup buradan çıkıyorlardı. Bazen de artık sadece buraya tahammülleri kalmıyordu. Ben orada çalışırken orada iki yıldan fazla süredir bulunanlar sadece patron, patronun oğlu ve onun yakın arkadaşlarıydı. “Yeniler” -ki orada çalışanların çoğunluğu yeniydi – ile restoranda uzun süredir çalışan birkaç kişi arasındaki çatışma ilk günden belliydi. Bu kendini çok açık şekilde gösteriyordu: Çünkü vardiyaları dağıtan kişi patronun oğlu ve onun arkadaşıydı. Dolayısıyla en iyi vardiyaları hep onlar alıyorlardı. Sadece orada çalışmaya daha yeni başlamış olan bizler değil, orada neredeyse bir yıldır çalışan insanlar bile kötü çalışma saatlerine maruz kalıyorlardı. Çoğunlukla geceleri çalışıyorduk; özellikle de cuma ve cumartesi geceleri. Ayrıca yaptığımız ve söylediğimiz her şeyi patrona yetiştiriyorlardı. Bu nedenle kısa sürede “patronun köstebeği” olarak kabul edildiler. Ayrıca restoranda kuralları dayatanlar da bunlardı. Mesela; Doğal olarak yeni bir iş arkadaşıyla tanıştığımızda ilk akla gelen soru ne kadar kazandığıydı ancak kazandığımız ücret hakkında konuşmak ve birbirimizin aldığı ücretleri karşılaştırmak yasaktı.

“Yeniler” (yani restoranda bir yılını doldurmamışların içinde bulunduğu çoğunluk) burayı kendi işleri ve işyerleri olarak benimsemiyordu. Hepimiz orada paraya ihtiyacımız olduğu için bulunuyorduk ve bu konuda birbirimize karşı dürüsttük. Yeniler olarak hepimizin işten kaçmaya çalıştığına dair de birbirimize karşı dürüsttük.

İki iş arkadaşım ve ben, “topluluk” [community] denebilecek bir şey yarattık. Bu planlanmış bir şey değildi ancak tabii ki işi sevmediğimizden, maaşımızın kötü olduğundan ve bunun gibi şeylerden bahsediyorduk. Ancak çalışmaya karşı yapabileceklerimizden hiç bahsetmemiştik. Bu neredeyse tamamen kendiliğinden oldu. Birlikte yaptığımız ilk şey, çalışma saatinde birimizin diğerine yumruk atmasıydı. Bunu ilk kimin yaptığını hatırlamıyorum ancak bu küçük işten kaçma girişimi artık planlayarak yaptığımız bir şeydi. Bu, ikimizin işe çok geç gelebileceği ve orada olmadığımız sürede de bize para ödeneceği anlamına geliyordu. Ayrıca bu restoranda tek kalan kişinin de işine geliyordu çünkü çoğu zaman vardiyaların başında yapacak bir iş olmuyordu. Patronun ve onun küçük casuslarının bizi yakalamaması için çok dikkatli davranmamız gerekiyordu. Bu işten sonra, langırt oynamak için, müzik kutusundan şarkı dinlemek için ya da eve götürmek için kasadan para almaya başladık. Patronun kurallarından biri kendi paramızla olsa dahi langırt oynamamızın ya da şarkı dinlememizin yasak olmasıydı ancak tabii ki bunu takmıyorduk. Kasadan çok fazla para almıyorduk çünkü patronun insanların yanlış ücret verebileceği ihtimaline karşı bıraktığı küçük bir fark vardı. Para almak için yaptığımız diğer bir şey ise kasaya yanlış fiyat girmekti. Böylelikle patron kasadan para eksildiğini anlamıyordu bile. Langırt oynarken ya da müzik kutusundan şarkı dinlerken müşterilere karşı ilgisiz olmamalıydık çünkü müşterilerin birçoğu patronla yakındı. 

Eğer bir çıraksan akşam mesailerinde yanında iki kişiyle birlikte çalışıyordun. Ancak patron artık işi öğrendiğini düşündüğünde yanına sadece bir kişiyi veriyordu. Bu yapılacak işin artması demekti. Buna karşılık olarak biz de sürekli “küçük hatalar” yapıyorduk ve patron henüz iki kişi çalışabilecek kadar işi öğrendiğimize ikna olmuyordu. Tabii ki “büyük hatalar” yapmamak önemliydi çünkü bu işimize mal olabilirdi. Dikkatli olmak zorundaydık. Bu işten kaçma girişimi aslında bir hata sonucu ortaya çıktı: Bir akşam vardiyasında yapmamız gereken çok fazla iş vardı. Bu yüzden gece vardiyası başlamadan önce yapmamız gereken şeyleri tamamlayamadık. Fazladan 15-20 dakika boyunca bulaşıkları yıkamak, erzakları yerleştirmek gibi işleri yaptık. Patron, her gece vardiyasında restorandaydı. Bu yüzden bu hataları daha sık yapıyorduk. Bu 15-20 dakika fazla çalışmamız anlamına geliyordu ancak üçümüzün beraber çalışmasına olanak sağlıyordu. Bu da bir iş gününü daha kolay ve eğlenceli bir hale dönüştürüyordu.

İş gününü daha eğlenceli ve bizi kendimizden daha az yabancılaştıran bir hale getirmek için yapılan bu küçük girişimleri, genellikle vardiyaları paylaşmadığımız iş arkadaşlarımıza da yaymaya çalışıyorduk. Bunu doğrudan söyleyerek yapmadık. Yaptıklarımızın sonuçlarla kendini göstermesine izin verdik ve sonra bu durumu açıkladık. Elbette pek çok iş arkadaşım da bunları yapmaya başladı. Onlara ipuçlarını verdik ve herkesin işi daha az sıkıcı ve daha eğlenceli hale getirmesinin yolları kendiliğinden oluşmaya başladı. Örnek vermek gerekirse: Ben, bizim “topluluğumuzun” işleri nasıl geciktirdiğini ve patronun bu yüzden vardiyaya üç kişinin gerektiğini düşündüğünü anlattım. Çoğu iş arkadaşım da bütün gün daha çok çalışmak yerine işten 15-20 dakika daha geç çıkmanın mantıklı olduğunu düşündü. İşten kaçma girişimlerimizin en büyük eksikliği (bunların hepsinin çok defansif davranışlar olduğunu kenara bırakırsak) daha fazla insanı dahil etmek için denemede bile bulunmamamızdı. Özellikle bizden daha uzun süredir çalışanların patrona bizden daha fazla sadık olduğunu varsayıyorduk.

İletişim, Topluluk ve Hareket 

Birbirimizle konuşmak, iletişim kurmak, tabii ki iş yerinde daha iyi vakit geçirmek için önemliydi. “Topluluğum”daki diğer iki kişi burada çalışmayı bıraktığında bu benim için daha da önemli hale geldi. Kime güvenip güvenemeyeceğimi bilmediğim için iş yerindeki durumum çarpıcı bir şekilde değişti. Elbette daha önce dediğim gibi çoğu kişi arkadaşlarımla yaptığımız şeye katıldı ancak bunu patrona ve oğluna söyleyenler de oldu. Bir kişiye güvenip güvenemeyeceğimi anlamanın en iyi yolu onunla hakkında konuşmamızın yasak olduğu şeyleri konuşmaktı. Örneğin; maaşlarımızı karşılaştırmak ya da kayıt dışı -vergi vermeden- çalışıp çalışmadığını ya da çalışma saatinin ne kadarının kayıt dışı olduğunu sormak gibi. Biri bunlardan bahsettiğinde her zaman hangi “tarafta” olduğunuzu belli ederdiniz. Bu konular hakkında konuşmayanlar güvenilir değildi. Eğer soruyu yanıtlarlarsa; bir sonraki adıma geçebilirdiniz. Örneğin; kasadan para almaya kalkışırdım. Bu daha önce “topluluğum”dakilerle ve daha fazla insanla birlikte yaptığım bir şeydi. Bu küçük ve yasadışı işleri yapmak aramızda bir dayanışma duygusu yarattı. Topluluk hissini güçlendiren ve bizi birbirimize bağlayan direniş biçimlerinden biri de işi kimin ve nasıl organize edeceğini seçmekti. Patron genellikle vardiyaya gelir ve bize ne yapmamız gerektiğini söylerdi. İşleri paylaştırmak isterdi ve bu yüzden birini mutfağa yollar, diğerine bulaşıkları yıkatır, son kalana da hamburgerleri yaptırırdı. Bu birbirimizden izole ve her şeyi kendi başımıza yapıyor olmamız anlamına geliyordu. Neyse ki bu kurallara uyan neredeyse hiç kimse yoktu. Biz de patron gider gitmez organize oluyor ve birbirimizin işine yardım ediyorduk. Bu şeyler göze pek önemli gelmeyebilir ancak gelecekteki özyönetimin ilk tohumları olarak bile okunabilir. Ancak burada durum bu değildi. Bu, aramızda önemli bir bağ oluşturdu ve iş gününü daha kolay ve eğlenceli hale getirdi. Can sıkıntısına ve yabancılaştırılmaya karşı bir direnişti. Daha az çalışmanın bir yoluydu. Amaç değil araçtı. Eğer başka bir yerde daha iyi bir iş ya da para bulabilseydik ya da sermayeyi ortadan kaldırmayı hedefleyen daha genel ve açık bir hareketin parçası olabilme şansı elimize geçseydi; orada işleri nasıl bölüşeceğimizi planlamayı bırakmalı ve oradan ayrılmalıydık.

Orada çalışan herkesin daha eğlenceli ve etkileyici bir iş günü yaratmak ya da birbirimiz arasında bir bağ kurmak için farklı yöntemleri vardı. Sırf eğlenmek için hiçbir amacı ya da anlamı olmayan şeyler yapıyorduk. Ancak çoğu zaman bunlar dolaylı olarak işyerine zarar veren saldırılardı. Çalışanlar genellikle işyerindeki malzemeleri satmak yerine onlarla oynuyor ya da onları kendileri için kullanıyorlardı. Örneğin bazı benden küçük çalışanlar aslında fritözde kızartılmaması gereken şeyleri fritözde kızartıyordu. Bunun oradaki şeylerle oynamak için eğlenceli bir yol olduğunu düşünüyorlardı. Çalışan kızlardan biri yemeklerle oynar, onlarla sirk hareketleri yapardı. Aslında yaptıkları oldukça da etkileyiciydi.

Bir diğeri soslar üzerinde deneyler yapıyordu. Sosların içine fazla miktarda baharat atınca nasıl bir tadı olacağını deniyordu. Çoğu zaman da bu soslar çöpe gidiyordu. (Patron bunu öğrendiğinde gerçekten keçileri kaçırdı). Herkes işyerindeki malzemeleri kendileri için kullanmayı denedi. Onları satmak yerine onları kullandılar, onlarla bireysel, tuhaf ve çoğu zaman çocuksu şekilde eğlendiler. Bunlar, onlardan çalınan faaliyet hakkı üzerinde söz sahibi olmak ve iş gününü hafifletmek için yapılan küçük girişimlerdi. İş yerinde kendine yabancılaşmaya ve can sıkıntısına karşı yapılan eylemlerdi.

Değere Karşı Mücadele 

Kapitalist toplumda, hamburger diğer bütün metalar gibi kullanılabildiği için değil satılabildiği değerlidir. Hamburger yenilebileceği için değil, aç olan insanlara satılabileceği için kıymetlidir. Kapitalizmde şeylerin yalnızca bir kullanım değeri (yenilebilen bir hamburgerinki gibi) değil, aynı zamanda bir değişim/mübadele değeri de vardır (diğer tüm metalar gibi, satılabilen bir hamburger). Bu kapitalizmin inanmamızı istediği gibi “doğal” bir şey değildir. Aslında toplumda bu ikilik arasında büyük bir çatışma mevcuttur.

Komünizm, diğer şeylerin yanı sıra, değişim/mübadele değerini bastırmaya çalışan bir faaliyettir. Diğer bütün şeylerin yanı sıra insani faaliyetlerin de kapitalizmde olduğu gibi değişim değeri olarak değil, kullanım değeri olarak değerlendirildiği bir toplum yaratılması anlamına gelir. Bu, sınıf mücadelesi içinde kendini açıkça göstermektedir. 

Sınıf mücadelesi, metaya ve değişim değerine karşıdır. Bu benim örneğimde; restoranda aracısız şekilde bulduğumuz şeyleri kendi ihtiyaçlarımız için kullandığımızda kendini açıkça göstermişti. Örneğin: yiyecekleri eriyip bitene kadar yağda kızartan çocuk ya da yemeklerle gösteri yapan kız gibi. Ancak oradaki malzemeleri değişim değeri olarak değil, kullanım değeri olarak gördüğümüzü en açıkça ve görünür şekilde ortaya koyan zamanlar; işyerinden yiyecek veya başka bir şey çaldığımız zamanlardı. Bu oldukça riskliydi çünkü patronun malzemeler üzerinde çok sıkı bir kontrolü vardı ve insanların bir günde ne kadar hamburger aldığını biliyordu ama yine de zaman zaman hırsızlıklar oluyordu.  Restorandaki sabotaj aynı zamanda sermayenin şeyleri metalara ve değişim değerlerine dönüştürmesine yönelikti. Bir keresinde sırf patron bizi kızdırdığı için çok fazla yiyeceği (meta, değişim değeri, hatta bu örnekte kullanım değeri) mahvetmiştik. İş arkadaşımla beraber sadece patrona sinirli değildik. Tüm bu durum bizim sinirimizi bozuyordu çünkü buradan nefret ediyorduk. Bu yüzden biz de buzdolabına gittik, yiyecekleri aldık ve onları kullanılmaz hale getirdik. Bu oldukça mantıksız ve anlamsız gelebilir ancak o anda bize gerçek bir rahatlama imkanı sağladı. Bunu yaptıktan sonra mahvettiğimiz yiyeceklerin kutularını buzdolabına geri koyduk ve onları sakladık. Böylece patronun veya diğerlerinin fark etmesi birkaç hafta alacaktı ve kimse kimin yaptığını bilemeyecekti. Malzemelere yönelik sabotaj ve imha, hırsızlık gibi diğer şeylerden çok daha nadir gözüküyordu. Ama ne olursa olsun patronun bundan çekindiğini ve biz malzemeleri imha ettikten sonra bize daha iyi davrandığını fark ettik. Gerçekleşen ve değere karşı yönelen bir diğer eylem de çalışanların kasaya yanlış fiyatlar girmesiydi. Bunu patronu kızdırmak için yapmıyorduk ancak orada yemek yemenin çok pahalı olduğunu düşünüyorduk. Bu da aramızda küçük bir topluluk yaratmamıza yardımcı oluyordu. Bir işçiler topluluğu değil ancak proleter olmaktan bıkan proleterler topluluğu. Ne kadar küçük ve izole olsa da doğrudan işe ve değere zarar veren ve insanları proleter yapan şartlara karşı duran bir topluluk. 

Değere karşı mücadele toplumun tüm parçalarında görülebilir: İşte hırsızlıktan, dükkanların yağmalanmasına ve işyeri işgallerine kadar. Komünizm, insanoğlunun emeğine ve ayrı bırakıldığı üretim araçlarına el koyarak değeri yok edecek kadar güçlü olmayı hedeflediği bir faaliyettir.

Patron

Restoranda çalışanlar olarak çoğumuz patronu ve onun bizi daha çok çalıştırmasını sevmesek de içten içe ona acımadan ve sempati duymadan edemedik. Haftanın her gecesi çalışıyordu ve yılda sadece bir ya da iki hafta tatil yapıyordu. Hepimiz zaman zaman onunla beraber çalışırdık. Gelir restoranda zaman geçirirdi. İstemeden de olsa onunla aramızda bir bağ vardı. Birkaç kişi için bu, onun yardıma ihtiyaç duyduğu hissini yarattı ve işyerine karşı aidiyet hissetmeye başladılar. Restoranın patronun olduğu kadar onların da olduğunu hissettiler. Restoran ekonomik olarak iyiye gitmiyordu ve patron gerçekten de aramızda en fazla mesai yapandı. Sık sık kendimize neden onun bu kadar fazla çalıştığını soruyorduk. Hayatta kalması için her gece çalışmaya ihtiyacı yoktu. Hatta geceleri ailesiyle daha fazla zaman geçirmesini istiyorduk. Başlangıçta bunları sadece bir “köle ahlakı” olarak ele aldım ve bunun bir engel olduğunu düşündüm. Ki bazı yönleriyle, elbette ki engeldi. Hepimiz ona duygusal olarak bağlıydık. Ancak bir süre sonra bunun ücretli emeğe karşı davranışlarımızı sadece marjinal olarak etkilediğini fark ettim. Kendi çıkarlarımız ve ihtiyaçlarımız tarafından yönlendiriliyorduk. Bu patronumuz için üzülemeyeceğimiz ya da ona farklı bir hayat dileyemeyeceğimiz anlamına gelmiyordu. İğreltimiz ve direnişimiz doğrudan işyerinin kendisine yönelikti. Çatışmanın özü, para almak için orada olmak zorunda olmamız gerçekliğiyle ilgiliydi. Başka şeyler yapmayı, sevdiklerimizle birlikte olmayı, kumsalda oynamayı ya da daha anlamlı şeyler yapmayı isterdik; para kazanmak için zamanımızı ve hayatımızı değiştirmeyi değil. Ücretli işçi olmak istemiyorduk. Tabii ki patron popüler değildi ancak çatışma “biz”le “o” arasında değildi. Çatışma, bizi restorana hapseden ilişkiye karşı “biz”di. Elbette yaptığımız bazı şeyler doğrudan ona karşıydı ancak bunlar çok azdı. Çoğumuz, bizi oraya hapseden sosyal ilişkilere aykırı yaptıklarımızdan patronun acı çekmek zorunda kalmasının üzücü bir sonuç olduğunu düşünüyorduk. Restoranda kazanan yoktu: Ne patron ne de işçiler.(4)

Küçük Bir Sermaye Gibi 

Restoran küçük bir sermaye olarak ele alınabilir. Kapitalizmdeki çatışma, üretim araçlarını elinde bulunduranlarla bunlardan mahrum bırakılanlar ya da zenginlerle fakirler arasındaki farktan daha temel şeylerle ilgilidir. Sahip olanlar ve olmayanlar, zenginler ve fakirler arasında elbette ki farklar vardır.  Sonuç olarak proletarya, sermayeye karşı hem gizli hem de açık mücadelesini yürüttüğünde, zorunlu olarak sermayenin görevlileriyle çatışmak zorunda kalacaklardır. Ama sermayeyi kontrol eden kapitalistler değildir; kapitalistleri kontrol eden sermayedir. Değiştirilebilir olanlar yalnızca proleterler değil, aynı zamanda sermayenin görevlileridir. Kapitalizmde insanlar, insan olarak hiçbir şeye değmez. Sermaye için önemli olan tek şey, bir insanın toplumda üstlendiği rol, bir kişinin bu rolü yerine getirmediği zaman bir başkasının üstlenebileceği bir roldür. Sınıf mücadelesi bir “Robin Hood” projesi değildir ve proletarya sadece yoksullar değildir. Çatışmanın zengin ile fakir arasında olduğunu söylemek, gerçek çelişkiyi, yani komünizm ile sermaye arasındaki çelişkiyi gizler. Ayrıca insanlara kapitalizmin nasıl yok edilebileceğine dair yanlış bir çözüm sunar: “Sadece şuradaki zenginlerin işlerini bitirmeliyiz”. Bu, gerçekliği ters-düz eden bir formülasyondur. Kapitalizmi yaratan zenginler değildir. Fakirliği ve dolayısıyla zenginliği yaratan kapitalizmdir. Bu farklılıktan kurtulduğumuzda, kapitalizmden de kurtulmuş olacağız.

Eğer kontrol zenginlerde değilse, o zaman kimin elinde? Kapitalizmi yöneten ve zenginleri olduğu kadar fakirleri de daha çok para kazanma peşinde koşmaya zorlayan şey “değer yasası”dır. Bu “yasa” evcilleştirilemez. Bunu amaçlayan tüm denemeler ya başarısız oldu ya da ezildi. Eğer herkes müziğin temposuna göre dans etmeyecekse değer yok edilmelidir. Bu, restoranda kendini açıkça gösteren bir şeydi. Tabii ki patronumuz bizden çok daha fazla para kazandı (ve biz de ondan daha fazla para istedik) ama tıpkı biz çalışanlar olarak hayatta kalmak için çalışmaya mecbursak o da iflas etmemek için değer biriktirmek zorundaydı. Küçük şirketlerde genellikle şirket sahibi çalışanlarıyla birlikte çalışmak zorundadır. Hatta bazen işçilerinden daha sıkı ve daha fazla şekilde. Onun sahibi olduğu restoranda bizim emeğimiz üzerinden bizim kazandığımızdan fazla kazanmış olması aramızda bir çatışma yarattı. Ancak patrondan kurtulduğumuzda sorunların biteceğini düşünseydik; yanılmış olurduk. Lokanta devlete ait olsaydı, hatta orada çalışanlar olarak bizler burayı kendimiz yönetiyor olsaydık bile yine de değer zulmüne boyun eğmek ve piyasa ve ekonomi yasalarına uymak zorunda kalacaktık. Bu durum aynı zamanda restoranın özel mülkiyetindeyken olan sorunların, mülkiyet el değiştirdiğinde de devam edeceğini gösterir. Daha önce de söylediğim gibi, sermaye yönetenleri yönetir ve zengin-fakir herkesi sermayeye faydalı bir şeye indirgemeye çalışır. Yalnızca sermayeye itaat eden ve ekonominin pasif izleyicileri olan insanlara müsamaha gösterir.

Sermayenin kuralı, basitçe, insani faaliyetlerin ondan ayrılmış olması ve bu ayrılığı kendi sosyal ilişkilerimiz aracılığıyla destekleyenin biz olmamızdır. Sermayeyi yaratan bizlersek, onu da yok edebiliriz. Sermaye, esas olarak bizim kendi edilgenliğimiz aracılığıyla varlığını sürdürür (elbette bu edilgenliği dileyerek veya isteyerek değiştiremeyiz). Ama aynı zamanda onu koruyan polis, ordu, ahlak ve hiyerarşi gibi kurumlara da sahiptir. Sol ve işçi hareketi bile onu doğrudan veya dolaylı olarak desteklemektedir. Soldaki program esas olarak insanların üretimi NASIL yönetmesi gerektiği ile ilgilidir. Sosyal demokratlar ve Leninistler devlete ait üretim isterler, liberterler ve konseyciler de buna işçilerin kendilerinin sahip olmasını isterler. İkisi de kârı adil ve eşit bir şekilde dağıtmak isterler. Komünizm elbette özyönetim ile ilgilidir, ancak esas olarak insanların NEYİ yönetmesi gerektiğine ve yönetebileceğine ilişkindir.

Eğer sermaye, faaliyetlerimizin bize ait olmadığı ve insanların kendi durumlarını değiştirebileceklerine inanmadıkları bir pasiflik ise, o zaman komünizm faaliyet ve harekettir. Sınıf mücadelesinde var olan hareket ve eğilim, eski toplumda var olan hareket, eğilim, ayrılık ve dolayımları ortadan kaldırmaya çalışır. Dolayısıyla değer, ekonomi ve çalışmayı da yok edecek eylemdir. Bu, paranın ve kârın olmadığı bir dünya. Bu, dünyevi bir cennet olacağı ya da insanların melekleşeceği bir dünya anlamına gelmez. Sadece insanlığın faaliyetlerinin yalnızca insana ait olduğu, yeni ve öngörülemez sorunlar, çatışmalar ve çelişkiler yaratacağı kesin olan bir dünya anlamına gelir.


Kaynak: https://libcom.org/article/hamburgers-vs-value-kampa-tillsammans

(1) Operaismo (işçicilik), kökleri 1960'ların başlarında İtalyan Komünist Partisi ve Sosyalist Parti içerisindeki genç muhaliflerin fikirlerine uzanan, sonrasındaysa ise Mario Tronti, Antonio Negri ve Sergio Bologna tarafından teorileştirilen Marksist bir akımdır. Potere Operaio (İşçilerin Gücü) isimli örgütle beraber İtalya 68'inde, özellikle FIAT işçilerinin mücadelesinde, önemli bir rol oynayan bu hareket, emeğin otonomisini ön plana çıkartıp işin reddini temel mücadele hedefi olarak önüne koymuş, fabrikalarda çalışan işçilerin diğer işçilere göre sahip olduğu ayrıcalıkların mücadelenin nirengi noktası olmasını önlemek adına toplumsal fabrika ve kitlesel işçi gibi kavramları icat etmiştir. 70'lerle birlikte birkaç parçaya bölünen ve gittikçe zayıflayan hareket, sonrasında Mario Tronti, Antonio Negri, Paolo Virno, Franco Bifo Berardi, Harry Cleaver gibi isimler tarafından teorik düzeyde devam ettirilmiştir. (Steve Wright, Gökyüzünü Fethetmek: İtalyan Otonomist Marksizminde Sınıf Bileşimi ve Mücadelesi, çev. özgür yalçın, Otonom Yayınları, 2008, s.272)

(2) Komünizmin bir hareket olduğunu söylediğimde, sınıf mücadelesinin arkasında bir dinamik olarak ya da onun içinde bir eğilim olarak var olduğunu kastediyorum. Sınıf mücadelesinde komünist toplumu görmüyoruz, komünist “potansiyelleri” görüyoruz. Sermayeye karşı her mücadelenin evrensel bir yönü vardır, çünkü insanlık dışı bir yaşama karşı bir protestodur. Bu da gelecekteki bir insan topluluğu için bir tohumdur. "Bir toplumsal devrimin evrensel bir yönü vardır, çünkü yalnızca bir imalat bölgesinde gerçekleşebilse de, insanlık dışı bir yaşama karşı insani bir protestodur. Çünkü sosyal bir varlık olan insanın gerçekten insani yaşamı, sosyal bir yaşamdan geçer." Ancak bunun sadece bir yön olduğunu ve ayrıca her tohumun her durumda büyüyemeyeceğini anlamak önemlidir.

(3) Bu alıntı Hindistan'daki Kammunist Kranti grubundan geliyor. Bu termitler sermaye için de çalıştığı için sermayenin bu saldırılardan sağ çıktığı söylenebilir. Bu doğrudur, ancak sermayenin tüm bu gizli mücadeleleri kontrol etmeye ve yok etmeye ihtiyacı olduğu ve buna çalıştığı da doğrudur. Ve aynı zamanda işteki çatışmalarda, ücretli emeğe karşı proleter mücadelesinde kendimizi özgürleştirmek ve sermayeyi yok etmek için bakacağımız yeri bulabiliriz.

(4) Proletarya ve patronların aynı çıkarlara sahip olduğunu söylemiyorum. Her mücadele sonunda şu veya bu şekilde patronların, polisin, yöneticilerin veya sermayenin diğer görevlilerinin karşısına çıkacaktır. Altını çizmek istediğim şey, kontrolün patronlarda olmadığı ve restoranda patronumuzla olan ilişkimizin paradoksal bir şekilde mücadelede "komünist bakış açısını" güçlendirdiğidir. Düşmanın patron olmadığı herkes için açıktır, aksine bizim karşı çıktığımız şey para için çalışmanın saçmalığıdır.

DAHA FAZLA