Güray Öz anlattı, biz dinledik: ’Sonunda ışık, karanlığı yener’
‘Berkin küçücük bir çocuktu. Onun ölümünü duyduğumuzda içimizdeki çocuk da öldü. Öfkelendik, bizi öldürenlere kızgınlığımı onu anma mitingini anlatan şiirde yeterince anlatamadım. Öyle, sessiz öfkesini dışa çıkaramamış, yarım kalmış bir şiir o. Ama belki öfke hep yarım kalmalı, tükenmemelidir.’Gazeteci ve edebiyatçı Güray Öz’ün ikinci şiir kitabı “dinleyin, size bir şey söylüyorum” geçen ay Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiyle yayımlandı. Öz’den şiirlerinin ve kitabının öyküsünü dinledik.
İleri Kitap
Yazının farklı türleriyle çağa tanıklık etmeye devam ediyorsunuz. Habercilik, köşe yazıları, roman, denemeler ve elbette şiirler... Şiire 1970’lerde Soyut dergisiyle başlamışsınız. 1974’te ise ilk şiir kitabınız Kurumuş Gül Ağacı çıkmış, Toplum yayınlarından. Şiir, yazın yolculuğunuzda hep sizinleymiş. Şiirin sizdeki yerini ve diğer türlere göre okurla buluşmada şiirin sağladıklarını nasıl anlatırsınız?
‘ŞİİR BEKLEMEYİ BİLENDİR’
İlk şiirlerim sizin de söylediğiniz gibi Halil İbrahim Bahar’ın yönettiği Soyut dergisinde 1970’li yıllarda çıktı. Benim mavi siyah gökyüzündeki yıldızlarımdan birisidir Bahar, onun uzun mektupları cesaret verdi, şiir yazabileceğime inandırdı. İlk kitabım edebiyatımıza katkıları unutulmaz değerli yazar yayıncı Remzi İnanç’ın Toplum Yayınları’nın son kitapları arasında yer alan “Kurumuş Gül Ağacı” adlı şiir kitabımdır. O sıralarda kitap hakkında kapsamlı bir eleştiri yazan değerli yazar arkadaşım Yurdakul Er, “şiirlerin sessizlikle boğulmaya çalışılacağı” öngörüsünde bulunmuştu. Haklı da çıktı. Ama kabahatin çoğu benimdir. Kendimi anlatmayı şiirlerimin propagandasını -ne ayıp bir söz- yapmayı beceremedim. Temel kurallardan birisi olan dergilerde görünmeyi ciddiye alamadım. Ama şiirlerim ve “Hala Şafakta Geliyorlar Angela” adlı denemelerim üzerine çok değerli bir eleştiri kaleme alan Ayşegül Tözeren’i unutmamalıyım. EK dergide çıkan yazısını içerde okumuştum. Yalnız yüreklendirmekle kalmadı, o gün 40 metre karelik havalandırmada beş kilometre fazla yürüdüm. O ilk kitaptaki şiirlerden “Kurumuş Gül Ağacı” ve “Tören Şu Kızıl Cümbüş” şiirleri çok paylaşıldı, Kitabın ilk şiiri 1973’te yazılmış “Yorgun Atlar” şiirinin unutulmazlar arasına giren bir şiir olduğunu söyleyenler de var. “Başka Ne Olsun” ise sosyal medyada çok okundu. Deneme, hikaye, roman, makale okurla tartışır, itirazları gidermeye çabalar; şiir ise okuru yazının ulaşamadığı yerden yakalamaya çalışır. Belki müziğe benzer biraz. İşi daha zordur. Şiir beklemeyi bilendir. Sorunuza dönelim. Şiir okurla buluşmada bir etken olur mu, oluyor mu, doğrusu bilmiyorum. Bir okur olarak şiirin beni yazıya göre daha çok etkilediğini söyleyebilirim. Benim şiirim için konuşmam zor. Ama şiirlerimin okunmasını onlarda anlattıklarımın tarzımın düşünceyi ve duyguyu harekete geçirmesini isterim. Makale, yazarın okurla hesaplaşması, tartışmasıdır, şiir öyle değil. Şiirde, eğer şiiri bulmuşsanız kuşkusuz, şair bir adım öndedir. Bunu başarıp başaramadığımı henüz bilmiyorum, “dinleyin, size bir şey söylüyorum” pandemi nedeniyle uzadıkça uzayan bir bekleme döneminin sonunda Kırmızı Kedi’nin özenli baskısıyla çıkabildi. Şimdi bir ses, bir yankı duymayı bekleyeceğim, Şiirler de şairler de sabırlıdır, bekler, ben de bekliyorum.
‘SERZENİŞ DEĞİL ÖFKE…’
Kitaba adını veren şiir, “dinleyin, size bir şey söylüyorum”. Kitabı ilk elime aldığımda, herkesin susturulmaya çalışıldığı bir ülkede söylenecek sözün tükenmediğini vurgulayan bir duruş hissediyorum. Bu söylemi biraz açar mısınız? Ayrıca yine buradan yola çıkarak şair ile okur ilişkisini bugün nasıl görüyorsunuz?
İlginç bir vurgu yaptınız, Geçenlerde bir arkadaş benim “dinleyin” şiirini oradaki çağrıyı okuyunca değerli yazar Oğuz Atay’ın okurlarına “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba” serzenişini hatırlatmıştı. Benim, insanın içinin çaresizliğinin yazarı olarak gördüğüm Atay okuruna zarif bir gönderme yapıyor, serzenişte bulunuyor anladığım kadarıyla. Benim “dinleyin” şiirindeki seslenişim okura değil, halka, insanlaradır; yani dar anlamda yazar okur ilişkisinden söz etmek hem haksızlık olur hem de, çuvaldız kendime, mesajımı iletmekte başarılı olamadığımı gösterir. Mesaj ve şiir yan yana gelince kimilerinin sen nerelerde kaldın, hangi çağda yaşıyorsun diyeceklerini de biliyordum, ama olsun, böyle diyenlerin de mesajı vardır ve pek kabadır. Atay okuruna “beni anlamadınız” der. Benim öyle bir serzenişim yok, öfkeden söz edilebilir belki. Yaşadıklarımızı anlatmakla yetinemeyiz, bizde bıraktığı izlenimi, hasarı, öfkeyi umudu da aktarabilmeliyiz, makale yazarken buna yaklaştığınız ölçüde şiire de yaklaşırsınız. Şu güneşin altında söylenmedik söz kalmadı derler ya aslında söz tükenmez. Hayat vurduğu kırdığı, zulmü sevinciyle, savaşı barışıyla her gün kendini yeniliyor. Biz de sorumlusu olduğumuz hayatın ve doğanın kahramanları ya da kurbanları olarak yazıp çiziyoruz. Bu nedenle söz bitmez. Sözü en iyi süzmenin, aklı duygunun süzgeciyle daha can yakan ya da cana dokunan hale getirmenin yolu şiirdir. Zirvesi ise sözü de gereksiz kılan müziktir. Şair ile şiir okuru ya da okur arasındaki ilişki de bu duyguyu anlatabilmenize bağlı.
BÜTÜN ZAMANLARIN DİYALEKTİĞİ: KARANLIK VE IŞIK
Şiirlerinizde bir yandan yaşadığımız dönemin karanlığını anlatma ama yalnız bu değil, bir ışık yakma inadı da var. Günün karanlığı malum, bugün edebiyatın yaktığı ışığı yeterli görüyor musunuz?
Karanlık ve ışık bütün zamanların geleceği oluşturacağına, oluşturduğuna inandığım diyalektiğidir. Edebiyatımız bugün çok yönlü bir saldırı altında. Bu bilinçli saldırı hem egemenlerden geliyor hem de teslim olmanın konformizmine kendini kaptıran iç sesten, içimizdeki korkak şeytandan geliyor. Onu yenilgiye uğratmak zorundayız; dışımızdan gelen saldırıyla baş etmenin birinci koşulu ona direnebilmektir. İçeridekiyle savaşmak daha karmaşık, daha zor. Karanlık koyulaşıyor, sonunda ışık karanlığı yener, dönüştürür, o zamanların şairleri yazarları da yeni bir karanlığın içinde yeniden ışık yakanlar olurlar. Bu söylediklerimden determinist bir anlam çıkmasın, daha bir şey başarmış, konformizmi alt etmiş, şeytanı yenmiş değiliz, ama inat edersek yenebileceğimizden kuşku duymuyorum.
‘BERKİN’E AĞIT, YARIM KALMIŞ BİR ŞİİR…’
Kendi yaşanmışlıklarınız, bir gazeteci olarak tutuklanmanız, Berkin Elvan’ın katledilmesine isyanınız, şiirlerinize de doğal olarak yansımış. Özellikle cezaevi sürecinizi bu açıdan nasıl değerlendirdiniz? Umudun diriltilmesinde şiirler sizi nasıl etkiledi?
Berkin küçücük bir çocuktu. Onun ölümünü duyduğumuzda içimizdeki çocuk da öldü. Öfkelendik, bizi öldürenlere kızgınlığımı onu anma mitingini anlatan şiirde yeterince anlatamadım. Öyle, sessiz öfkesini dışa çıkaramamış, yarım kalmış bir şiir o. Ama belki öfke hep yarım kalmalı, tükenmemelidir. Silivri şiirleri naif, insanın kendi kendine söylediği, söylendiği şiirlerdir. Tutuklu kişi kendiyle baş başa kalır ve bu da büyük tehlikedir. Orada konuşmak, yazmak, dışarıyı unutmamak, duvarları hissetmek, özgür olmanın yollarını bulmak önemlidir. Biz, yani arkadaşlar hep yürüdük ve yürürken Ankara’nın İstanbul’un sokaklarını arşınladık, orada bir roman ve Silivri şiirlerini yazdım. Daha sonra Kandıra’da da ikinci romanımı tamamladım, o henüz okura ulaşma fırsatı bulamadı.
‘Kuşların Kanat Sesleri”nde de “dinleyin, size bir şey söylüyorum”da da “inkar” kavramını öne çıkmış görüyoruz. Bu kavramı özellikle vurgulamanızın özel bir anlamı var mı?
Işık karanlıkla varolur ve tersi; inkar ışığın karanlığı reddidir...
KÜNYE: Dinleyin, Size Bir Şey Söylüyorum, Güray Öz, Kırmızı Kedi Yayınevi, Şubat 2021.