derkenar | bu roman olan şeylerin romanıdır
bu roman olan şeylerin içinde dikkatli, hassas, incelikli bir nazarla dolaşan bir dimağın romanıdır. bilgelik gerçekten de bilmekle sınırlı olmayan bir nitelik, ‘ilkel’ bir ruh kuvveti ise bu romanın muharriri (yazarı) suat derviş bilge bir insandır. romanın gücünü, dönemin hak ve özgürlük ihlallerini gözler önüne serme cesaretiyle açıklamak yetmez. romanın asıl gücü, dönemin iktisadi-siyasi koşulları altında ezilenlerin duygularını, eski ve kirli bir duvara yansıyan yağı fitili nerdeyse tükenmiş bir idare lambasının can çekişen gölgelenişinde incelikli bir yalınlıkla göstermesindedir.
Cüneyt Uzunlar
cumhuriyet’in -belki de hâlâ süren- ergenliğinin başlarıdır. hürriyetini, milletler cemiyetindeki bağımsız şahsiyetini kurmaya çalışan bir ulus devlet, dönüşümün sarsıntılarını yaşayan bir istanbul ve sermayeci yeni iktisadi düzenin içinde kendine küçük saltanatlar arayan türedi bir kan emici feodal-patronaj ve patronajın yarattığı sefalet içinde ayakta kalmaya, insan gibi yaşamaya çabalayan, hem ruhsal hem de bedensel açlıktan birbirini kemiren bir halk. işte suat derviş’in bu romanı, bu olup bitenlerin romanıdır. saltanatın bitişi, tahtın düşüşüyle sermayeci düzenin sokaktaki insana irili ufaklı nice taht imkânını sağlıyor göründüğü ve bu görünümün yarattığı ümitli sefilliğin romanı. esas kadın kahraman nazlı, biz sevişeceğiz de ne olacak der kendisini delice arzulayan komşu oğlana. sevişecekler de ne olacaktır gerçekten. olsa olsa iki çıplak bir hamama yakışacaktır; hele bir de ortada hamam yokken. kırık dökük veresiye bir kulübenin bir peykesinde, içi saman dolu bir şiltenin üstünde çıplak kıçını devire devire yatanların kurduğu, içinde mağlubiyetin kokusu peşin peşin tüten tatlı hayallerin romanıdır bu roman.
bu roman olan şeylerin içinde dikkatli, hassas, incelikli bir nazarla dolaşan bir dimağın romanıdır. bilgelik gerçekten de bilmekle sınırlı olmayan bir nitelik, ‘ilkel’ bir ruh kuvveti ise bu romanın muharriri (yazarı) suat derviş bilge bir insandır. romanın gücünü, dönemin hak ve özgürlük ihlallerini gözler önüne serme cesaretiyle açıklamak yetmez. romanın asıl gücü, dönemin iktisadi-siyasi koşulları altında ezilenlerin duygularını, eski ve kirli bir duvara yansıyan yağı fitili nerdeyse tükenmiş bir idare lambasının can çekişen gölgelenişinde incelikli bir yalınlıkla göstermesindedir. hayretle soranlar olabilir, iki milyar insanın yaşadığı dünyanın, sekiz yüz bin nüfuslu otuzların istanbulunda bu kadar beter bir hayat mıydı yaşanan. cevâbı ne istatistikçiler verebilir ne resmi tarih. cevâbı gözlerini sokaklara, amele pazarlarına, batakhanelere, viranelere, medrese odalarında ölümü bekleyen cariyelere; görünene değil ‘olan şeyler’e çeviren, gerçekle düşüp kalkıp onu yeniden doğuran muharrir verebilir.
olan şeylerin romanı, yeni iktisadın bile isteye, özenle, dikkatle halkı mutsuz etmek üzerine kurgulanmış olduğu hakîkatinin ortasına dalıp, derindeki çamurlu zeminden bir genç kadın çıkarır ve olan bitenleri onun yani nazlı’nın gözünden gösterir. kaderine terk edilmiş çanakkale gazisi, elinden iş gelmeyen alkolik babasının ikinci karısından olma yatalak kardeşi melek’le nazlı’nın şahsiyeti tam bir karşıtlık içindedir. melek’in hassas, iyilik dolu yüreği babasına acırken, nazlı babasına kin güder. nazlı babasının simgesel kişiliğinde, babasını bu hâle koyarak kendisini hayvan gibi çalışmaya zorlayan bütün bir hayata kin güder. on üç yaşından beri kendisini çalıştırıp haftalığını rakıya yatıran bu ‘moruk’tan tiksinir. melek’in tam zıddı bir ruh haliyle iyi değil kötü olmak ister. açık açık, ben kötü olacağım melek der. kötü nedir. bu hayata uymayan, melekleri yatalak bırakan düzenin kurallarına isyan eden midir. meleğin karşısındaki bir başka melek, tanrı’ya baş kaldıran iblis midir.
ancak nazlı ne kadar istese de kötü olmayı başaramaz çünkü nasıl kötü olunacağını tam olarak bilemez. çünkü ne kadar katılaşsa da efendilerin taş kalbi kadar katılaşamaz yüreği. diyelim ki katılaştı peki ama şöyle hâlisinden bir kötü olmaya yetecek midir nefesi; onu da bilemez. on sekiz yaşında bir çocuktur. çocuk kafasıyla isyan eder, çocuk kavrayışıyla kötü olmak ister. erkeklerin kasıklarını harekete geçiren bir genç kadın olması üzerinden kurgular kötülüğünü. böylesi bir kötü olmak isteyişin böylesi koşullardaki sonuçlarını malumdur. gene de derviş’in bakış açısından bakınca, nazlı’yı desteklemekten, anlamaktan ve ona hak vermekten alamayız kendimizi. düzen böylesine yaşamakla dolu bir genç kadına kötü olmaktan başka pek az seçenek bırakmışsa önüne ilk gelen imkâna, ilk çıkış biletine, ilk yağlı herife, efendiye sarılacaktır o da. derviş’in tüm bilgeliği buradadır: boğucu yaz günlerinde insanın gönlünü bulandıran, pavrika (fabrika) vardiyasında değil de istanbul’un denizinde serinlemeyi arzulamayı hepimiz çok iyi anlayabiliriz. iş kazasıyla bacağı kesilip tazminatsız bırakılan işçinin hâline, yapayalnız bir medresede can verişine isyanı, halkın evlatları, pek tabi anlayışla karşılayabilir. bütün günü kuru bir dilim ekmekle geçirmek zorunda kalmak istememeyi gene çok iyi anlayabiliriz. sefaletten, mahvoluştan en yakınımızdaki kurtuluş seçeneklerinden bir tanesine sarılarak kaçmayı hele, derhal anlayabiliriz. bu bahiste açıklık ve çıplaklıkla kurulan tüm cümleleri anlayabiliriz. kötü olmak isteğinin saiklerini (nedenlerini) yaşamak arzusuna bağlayarak, nazlı’nın duygularını, sözlerini, eylemlerini anlayabileceğimiz kadar yalın ve çıplak düzeyde gösterir bize derviş.
sermayeciliğin kurgusu basittir: daima hazırda bir muhtaçlar, ümitli bir sefiller ordusu bulundurmak. her an işe, karnını doyurmaya, barınmaya, serinlemeye, okumaya yazmaya, gezmeye, dans etmeye, dostluğa, sevmeye ve aşka muhtaç bir sefiller ordusu. işte bu ordunun vicdani retçisi, asker kaçağı, önüne konan yaşam şekline isyan eden en ümitsiz, en bahtsız kişilerden biridir nazlı. nasıl diyeceğini bilemez, tanımlayamaz fakat vargücüyle karşı çıkar, isyan eder. görmüştür ki pederşahî toplum tuhaf bir toplumdur. bu toplumun pederleri, kendilerini ezen, buruşturan, kullanılmış bir mendil gibi fırlatıp atanlara minnet duyar. öte yandan doğal astları kabul ettikleri kadınları, çocukları, hayvanları, bitkileri ezip, buruşturup, kullanılmış bir mendil gibi atar ve eziyet ettiklerinden minnet beklerler. efendilerinden korktuklarınca iradesiz ve zalimdirler. bir intihar şekli, bir kurtuluş, bir öz-zulüm olarak tecrübe ettikleri kavgadan, bıçaktan, savaştan korkmayan bu pederler patronlardan, kolluk kuvvetlerinden, mülki âmirlerden, bir zamanlar saraydan korktukları gibi ziyadesiyle korkarlar. dayanışamaz, dost kalamaz daima birbirleriyle dövüşürler. pederşahiliğin bu anlaşılmaz ve kabul edilemez zihin yapısını, bulanık algısını böyle bir şekilde herhalde nazlı gibi karakteri kurgulayan derviş gibi bir kadın anlatabilir yahut içinde yaşamakla dolu bir dişiliğin cesaretini taşıyan bir erkek.
gariptir! bir yandan bu dönüşüm döneminin acılarını taşıyan dünyanın her kıtası, her ülkesinde kadınlar üretimde, savaşta, sosyal hayatta, bilimde, sanatta, felsefede, sporda kaçınılmaz olarak sahneye çıkarak bir ihtiyacı, bir boşluğu doldururken, bir yandan erkekler birer küçük efendi, sultan olarak parmaklarının arasından kayıp giden, binlerce yıl öncesindeki gibi yavaş yavaş toplumun hiyerarşik yapısını bozguna uğratmaya başlayan, kadınları zapt etmeye çalışır. kendisi de bir kurban olan nazlı’nın gazi babası hem onun emeğiyle yaşar hem onun hayatını zindana çevirmeye çalışır. nazlı’nın canlı, yaşamak dolu varlığına hayran olan diğer tüm erkekler de bu canlılığı, yaşamaklığı söndürmek için ellerinden geleni yapar. sınıf çelişkisi kadar keskin bir çelişkidir bu; çünkü doğal, olağan kabul edilir böylece gizlenir, görünmez. adı bile anılmaz. antagonizmanın, bastırılmış, inkâr edilmiş antigone-izmasıdır bu. nazlı, farkına varamadan tüm aile fertleriyle birlikte çırpına haykıra kendini gömer. fakat artık seyircinin yerini alan okurun yaşadığı, katharsisin sağladığı arınma değil yadırgının sağladığı şaşkınlıktır.
KÜNYE: Bu Roman Olan Şeylerin Romanıdır, Suat Derviş, İthaki Yayınları, 2018, 272 sayfa.