derkenar | bir haremağasının hatıraları
edebiyatın, imparatorluktan ulus devlete geçiş sürecine nasıl baktığına bakmak, dönemi anlamak açısından zenginleştirici ve derinleştirici olabilir mi. bu soruyla dönemin romanlarını tek tek okumayı, her birini hatırlamayı, hatırlatmayı istedim. imparatorluklardan öngörülen ulus devletlere (eşitlikçi, özgürlükçü, çeşitlilikçi bir düzene) geçiş süreci henüz tamamlanmadı. her şey daha yeni başlıyor gibi. türkiye coğrafyasına ait yüz yıl, yüz elli yıl önce yazılmasına rağmen daha dünmüş hissi veren kurguları heyecanla okuyoruz
Cüneyt Uzunlar
edebiyatın, imparatorluktan ulus devlete geçiş sürecine nasıl baktığına bakmak, dönemi anlamak açısından zenginleştirici ve derinleştirici olabilir mi. bu soruyla dönemin romanlarını tek tek okumayı, her birini hatırlamayı, hatırlatmayı istedim. imparatorluklardan öngörülen ulus devletlere (eşitlikçi, özgürlükçü, çeşitlilikçi bir düzene) geçiş süreci henüz tamamlanmadı. her şey daha yeni başlıyor gibi. türkiye coğrafyasına ait yüz yıl, yüz elli yıl önce yazılmasına rağmen daha dünmüş hissi veren kurguları heyecanla okuyoruz. geri kalmış ülkelerin sağ cenahları, insanlık adına gerçekleşen her ileri, olumlu hamleyi otoriterleşerek durdurmaya çalışıyor. bir yandan rıza üretmeleri de lâzım. tam bu anda, para saymaktan, parité hesaplamaktan sık sık unuttukları kültürel hegemonyalarını hatırlıyorlar. telaşla sırtlarını yasladıkları çökmüş ama bir gün dirilişini vadettikleri imparatorluklarının kültürel kalıtlarını araçsallaştırmaya girişiyorlar. sol cenah o kalıtları keşfetmez, görmez, tanımazdan gelir; muhatap almaz, onlarla diyaloğa girmezse sağ cenah söz konusu kozu çok uzun bir süre daha lehine kullanacak. peki nedir imparatorluğun kültürel kalıtları. bilimden, felsefeden yardım alarak ama daha çok gündelik hayatın ve zamanın içinde, edebiyatın puslu, menevişli ışığında, beraberce onları keşfetmeye, görmeye çalışalım.
modern dünya bizden birçok şeyle birlikte şimdiyi aldı. bize şimdiyi, belirli bir süre zarfında da olsa, geniş geniş yaşatan işlerden ikisi roman yazmak ve roman okumak. geleceğe şimdide hazırlanır, geçmişi şimdide anlamaya çalışırız. gelecek ve geçmiş şimdinin nitelikleridir. tarihselcilik de gelecekçilik de şimdide içkindir; şimdiyi yaşamak içindir. şu an içinde çırpındığımız babayla oğul, kadınla erkek, âşıkla mâşuk, devletle halk arasında süren köle-efendi diyalektiğini ve/ya ben-o ikiliğini geçmişe, osmanlı’nın bir dönemine, bir mekânına bakarak berrak gözlerle seyretmek de şimdiki ihtiyaçlarımıza çeşitli cevaplar verecek. geçmişin şimdiki zamanını seyrederek edindiğimiz izlenimler, şimdiyi nasıl yaşamamız gerektiği konusunda fikirler uyandırıp içimizde (çünkü dışımızda yoktur) tartışmalar yaratacak.
bir haremağasının hatıraları’nda, kendini cazip vazgeçilemez hale getirerek; kendini kendi olmayan bir şeye dönüştürerek efendisi üzerinde hakimiyet kuran fakat maalesef gene de köle kalanları seyrederiz. üstte bulunuşunun emniyetine yaslanıp kibirli efendiliğini sürdürürken aşkına karşılık bulamadığı cariyesi karşısında aklını yitiren ve bir müddet cariyesinin kölesine dönüşen hükümdârı seyrederiz. afrika’daki köyünden kaçırılıp köleleştirilen, istanbul’a sarayı humayun’a haremağası olarak satılmak üzere hadım edilen tertemiz bir çocuğun hayret veren ‘gelişimini’; korkutucu bir padişah ajanına, bir jurnalciye, bir kaplana dönüşmesini seyrederiz. ancak büyük olasılıkla bu romanı ilk okuyan avrupalılar da sonra okuyan türkiye cumhuriyeti yurttaşları da, sanki bütünüyle farklı bir dünyaya aitlermiş gibi, osmanlı sarayının bir evresini, bir hünkârını, devrik bir padişahını, cariyeleri, hamamı, yenilen içilenleri, giyilen kıyafetleri, takınılan ziynetleri, sarayda çekilen azapları, yaşanan hazları merak ederek okudular. yıldız sarayında ikamet eden II. abdülhamit ile haremi; çırağan’a hapsedilmiş devrik padişah V. murad ile diğer mahpus saraylıların yaşadıklarını, jön türkler’in yeraltında sürdürdükleri hürriyet mücadelesini bir polisiye lezzetiyle takip ettiler. tüm bunlar görünüşte pek özel hikâyelerse de dekoru, kostümü, zamanı, atmosferi çok farklı, olayların cereyan edişi aşinalık hissi veren hikâyeler. çünkü imparatorluğun huyları (tekrarla) ulus devletin içinde hâlâ devam etmekte. idris küçükömer’den ödünç alıp söylersek, saltanat cumhuriyetle son bulduysa da giden padişahın yerine padişahlar geldi: insan hakları bildirgesi’ndeki özel mülkiyet hakkının getirdiği yeni padişahlar; bildirgenin ilk ismindeki, “la déclaration des droits de l'homme et du citoyen” l’homme kelimesinin eril vurgusuyla gelen yeni padişahlar. halbuki bunlar olmasa, insan hakları bildirgesi kendisiyle daha az çelişecekti, değil mi. halbuki kadın hakları bildirgesi’ni yayınlayan olympe de gouges’un kafası kesilmeyip, bildirgesi devlet tarafından kabul edilseydi bambaşka bir demokrasiyi yaşıyor olacaktık belki şimdi.
bir haremağasının hatıraları’nda biz okurlar da hayrettin ağa ile birlikte kısmen saraya hapsolur bir köle-bir efendi olarak seyrederiz. sarayın duvarları arasında sıkışır kalır, o esnada dünyada neler olup bitiyordur bilemeyiz. sarayın dışındaki hayata kör sağır, sadece içeri bakarız. hürriyet, musavat, uhuvvet gibi bir takım vızıltılar gelir dışardan. lâkin onlar da vızıltıdırlar işte. liseli devrimciler olarak motto bağımlısıydık. en sık tekrarladığımız laf, “hayat bir bütündür”dü. yani evde şöyle, sahada böyle olunamazdı. evde yanlış, sahada doğru isek “bu ne yaman çelişki” tespitini yerdik. yani yanlış olan gözlerden uzak bir yerde kendini gösteriyorsa, bizim ne olduğumuzu, (devrimci mi, revizyonist mi, goşist mi, sosyal demokrat mı yoksa faşist mi) daha çok belirleyen odur demekti. bu nedenle balzac, tolstoy, woolf gibi bir çok roman yazarı göstermek için monarşinin içine, halkın göremediği, gözlerden uzak yerlerine, kendilerine baktılar ve gördüklerini bize gösterdiler. ne kadar inkâr edilse de ekonomi-politik her yerdedir, hayatımızın her zerresindedir zira. piyasanın örgütlenişinden birbirimizle, evet, bizzat kendi kendimizle yaşadığımız ilişkilere dek her yerde. öyleyse bu roman, başkahramanı haremağası hayrettin ağa’nın iyi kalpli, duyarlı, tertemiz bir insandan, (çok haklı saiklerle mesela hadım edilerek, aşağılanarak, kırbaçlanarak, her sahip değiştiğinde ismi değiştirilerek, iftiraya uğratılarak ve evet ancak efendisinin işine yaradığında bir azamete kavuşarak) bir yaratığa dönüşmesinin romanıdır en çok da. bu anlamda, bir haremağasının hatırları idealizme karşıt maddeci bakış açısının edebi, tarihsel bir vesikası olarak şimdimize sirayet ediyor.
hayrettin ağa, roman boyunca iki kadın (cariye, köle) ile iki ümitsiz âşk yaşar. her iki aşkında da yaşadığı hüsrandır. hele hele ikinci aşkında yaşadığı hüsran onu bir kaplana dönüştürür. ikinci âşık olduğu cariye cevherimisal, hürriyet taraftarlarıyla savaşan II. abdülhamit’in sarayına bir şekilde gelip yerleşmiş, ne alegorisi ne mecazı, hürriyetin bizzat kendisidir. cevherimisal son derece sağlıklı, canlı, diri, içindeki kudret kanını tutuşturan bir kadındır. hürriyet işte bu şekilde kendini, düşmanına âşık eder. hükümdar ne kadar istese de onu elde edemez. etse, kendi olamaz çünkü. derviş’in başka romanlarında da cevherimisaller görürüz. sanki hepsi de derviş’in kendisidir… hayrettin ağa da bu tepeden tırnağa hürriyetin bizzat kendi olan kadın karşısında şaşkındır. kendisiyle flört mü etmektedir yoksa alay mı, anlayamaz. bak hayrettin ağa kalbim nasıl da çarpıyor diyerek, onun kara elini ak ve çıplak göğsüne bastırması kendine oynanan bir oyun mudur. karşılık veremeyeceği bir aşk oyununa niçin sokulmaktadır. hayrettin, içindeki aşk karmaşası, kendisiyle alay ediliyor zannı ve hiddetiyle cevherimisal’e bir tokat atar. cevherimisal yediği tokatın intikamını ilerde çok kritik bir anda hayrettin’e kendisinin bir kadın olduğunu hatırlatarak, ben kadınsam sen nesin diyerek alır. hayrettin ağa işte o zaman en keskin biçimde kendine sorar: ben neyim! cevabı kendi verir, ben bir erkek değilim, ben bir insan bile değilim. böylece insani hislere kalbinde yer olmadığına, asla olamayacağına hükmeder. hayrettin ağa, mülksüz doğadan koparılıp eşit ve hür bir hayat yaşamak isteyen ruhlarımız ihtirasla, kazanma hırsıyla, savaşla nasıl iğdiş edildiyse öyle iğdiş edilmiş temsilimizdir. haremağamız iki kez anlatısının başında ve ortasında annesinin şu sözlerini hatırlar, “aç bir kaplan nasıl ininden çıkıp kulübelere yaklaşırsa, beyaz adamlar da bizim köyümüzü öyle sarar… aman ihtiyatlı ol…” kaplanın açlığı gerçek, beyaz adamınki mecazidir. kaplan açlığını doyurunca gider, beyaz adamsa gitmez, çünkü hiç doymaz. işte kendisini yakalayıp yiyen sonra açlığı hiç bitmeyecek bir kaplan olarak yeniden imal eden o beyaz adamdır.
suat derviş bu romanı ölmekteki babasının tedavisi için gerekli parayı kazanmak üzre kız kardeşi, erkek kardeşi, tercümanıyla müşterek bir çabanın içine girerek, babası diğer odada inler, ağzından kan gelirken, on beş günde yazar. roman, dünya imparatorluğu hayaliyle yükselen alman faşizminin şartlarında, berlin’de, alman okura yazılır. ardından hızla başka avrupa dillerine tercüme edilir. derviş’in bir haremağasının hatırları’nı yazarkenki şimdisi, romanı okuyanlara, okuyacaklara şimdilerini nasıl ve ne kadar yaşattı, yaşatacak merak ediyorum.
KÜNYE: Bir Haremağasının Hatıraları, Suat Derviş, İthaki Yayınları, 2021, 304 sayfa.