Çocuk, genç ve yaşlı

Çocuk, genç ve yaşlı

60’ların sonu 70’lerin başında küçük bir çocuğun sıcak ve sevecen anlatımıyla başlıyor bu yapıt; üç ana karakterin dilinden üç farklı gözle dönemin politik ve kültürel yaşamının sıcak bir işlenişi olan ‘Ankara, Mon Amour’. İki çocuğun tatlı çekingen tavırlarıyla başlayan dostluklarının ve çocukların dilinden aktarılan Ankara’daki çocukluğun, yarım kalan yasak aşkların ve darbenin bıraktığı izlerin elle tutulur hali...

Mert Akkurt

Ankara, Mon Amour, Suna’nın çocukluğundan, Emel’in gençlik çağından ve Ömer’in yaşlılığından dinlediğimiz üç bölümden oluşuyor. 2002’ de sonlanan eser 1969’ da küçük Suna’nın iç dünyası ile Ankara sokaklarındaki çocukların günlük yaşamı anlatılarak başlıyor. Roman sadece günlük, sıradan yaşam ile sınırlı kalmıyor; aile içindeki yaşama, komşuluklara, arkadaşlıklara ve dönemin politikasına da küçük bir çocuğun penceresinden değiniliyor. Ele avuca sığmayan küçük Suna’nın sokakta oynadığı oyunlarla, düşüncelerindeki benzetmelerle veya eserin diğer karakterlerine yaptığı yakıştırmalarla okuyucu da çocukluğuna iniyor adeta. Dönemden bir çocuğun gözünden ‘somut’ örneklerinin; “… üst üste asılınca ertesi gün daha iyi ısıtan paltoların, cepli basma elbiselerin, dualarla ekilen simit ağaçlarının, üç tam bir paso’nun troleybüs hızında giden bir hayatın…” yer aldığını görüyoruz romanda. Bu detaylarla 60’lı yılları gören bir okuyucunun dönemini tekrar gözden geçirmesine sebebiyet verebilecek nitelikte de bir yapıt. Suna’nın içsel konuşmalarının tonunun okuyucuya sanki kendi konuşuyormuş gibi hissettirmesi ve Suna’yı okuyucuya benimsetmesi de kitaba ayrı bir sıcaklık sağlıyor.

1969’ların çocukları, darbenin etkisi, komşuluklar ve dönemin siyasi politik yapısı okuyucuyu sarmalarken apansız yaşanan bir yasak aşkın yarattıkları ve karakterlerde bıraktığı etkisi ile birinci bölüm bitiyor. İkinci bölümde yirmili yaşlarında üniversite öğrencisi olan Emel’in içsel konuşmaları başlıyor. Çekingen bir çocukken Suna ile başlayan dostluklarına, yaşadığı bir kaybın etkisiyle İstanbul’a taşınmasıyla bir süreliğine ara veriliyor. Üniversite için tekrar Ankara’ya gelen Emel, dönemin gençleri 1980’lerin politik yapısına ayak uydururken; kolluk kuvvetleri tarafından bastırılanlar arasında eski dostu Suna’yı görüyor. Bu karşılaşmanın Emel’de yarattığı çarpıcı duygusal etki okuyucuyu bölüm içine çekiyor. Kargaşa esnasında çocukluk dostuyla karşılaşmasının yarattığı duygu Emel’i çıkmaza; bir yandan onun yaşadığı kaybı hatırlamasına ve kederinin yeniden hareketlenmesine bir yandan da eski dostunun karşısında olmasının heyecanına sürüklüyor. Şükran Yiğit’in, duygusal yoğunluğun zirve yaptığı bu sayfalarda yaşanan içsel çıkmazı okuyucuya aktarış şekliyle okuyucu bir anda Emel’in duygularına ortak çıkıyor.

Eserin bir çocuğun ağzından anlatılan birinci bölümü ve genç bir kadının ağzından anlatılan ikinci bölümünden sonra üçüncü bölümü ise yalnızlığın derinliğiyle sürekli baş başa kalan yaşlı Ömer’in ağzından aktarılıyor. Ailesinin yanına henüz gelen, yasak aşkın baş karakteri Ömer yaşadığı kayıptan dolayı kendisini yalnızlıkla baş başa bırakıyor. ‘Geri dönüş’ yaptığında ise aradan geçen otuz yıla yakın zamana rağmen yalnızlığı ve dertlerinden arınamadığını Madam Litvak ile yaptığı sohbetlerde hala anlayabiliyoruz: “… hayata bırakmak istedim galiba kendimi anlıyor musunuz? ... birisinin benim için bir fincan kahve yapmasını özledim, birden bastıran bir yağmur gibi öylesine oturup konuşmayı.” Gençlik çağı boyunca yaşadığı yalnızlık; tam hayatının ortağı edebilecek bir eş buldum derken yaşanan kayıpla Ömer’e özgüleşiyor. Şükran Yiğit burada da Madam Litvak aracılığıyla yaşanan acıları ve yalnızlıkları sadece kahramanlar değil, bütün insanlık adına özetliyor: “Biz kaplumbağa soyundanız Mösyö, tarihimizi hep sırtımızda taşırız. Ne kadar gizlemeye çalışırsak çalışalım o hep sırtımızdadır, başımızı içeri çeker dururuz ama o hep görünür.”

Üç farklı tarih, dönem ve neslin, hepsinin birbirini aratacak nitelikteki iç dünyaları, olaylarının hepsinin kısa fakat derin bir şekilde derlenişi bu roman. Okuyucuyu sadece kahramanların içsel dünyaları veya mahallelerin günlük hayatlarıyla karşılamakla kalmıyor; bir şehrin, Ankara’nın da en detaylı tasvirlerine yer veriliyor ve bu tasvir Ankara’yı birebir görmüş, orada yaşamış hissiyatı yaratıyor: “Zümrüt Pastanesi’nin ve Alemdar Sineması’nın sabahtan öğlene bir yağmurla değişiveren dünyaların ikindi sessizliklerinin…” Hem karakterlerin içsel dünyaları hem mahalle hayatı hem de Ankara’nın yapısı yazarın kullandığı sade dil ile okuyucuya taşınıyor ve bu dünyalarla derin bağlılıklar sağlıyor kitap. Romanda aktarılanların yaşandığı en büyük sahne Ankara ve Ankara’nın bu kitapta yer alan ince ve zarif tasvirleri ve yakıştırmaları okuyucuya “Ankara, Mon Amour!” dedirtiyor.

KÜNYE: Ankara, Mon Amour, Şükran Yiğit, İletişim Yayınları, 167 Sayfa.         

DAHA FAZLA