Emrullah Gümüş
“iyi yolculuklar denmez bir gidene
yapılamaz çünkü
çok yolculuk bir seferde
yolcu denmez her gidene
herkes o yolun taraftarı olmayabilir
hiç bir sürgün
gittiği yolu sevmez mesela
yol bir yere gitmez
o bir susma biçimidir”
Yol bir yere gitmez. Bu yüzden kendinden kaçmak için sürgün hayatı yaşayanlar aslında kaçamazlar hiçbir yere. Çünkü onlar kendilerini de götürürler gittikleri her yere. Aytuğ Akdoğan da "Sürgün" kitabında tam olarak bundan bahsediyor aslında. Kitabı okuyup bitirdiğimde aklıma direkt olarak Yılmaz Erdoğan’ın yukarıda alıntıladığım şiiri geldi. Çünkü sürgüne çıkan birinin iyi yolculuklar yapması mümkün müdür?
Aytuğ Akdoğan bir itiraf edebiyatçısı. “Bir insan nasıl aynaya bakmak zorundaysa ben de yazmak zorundayım.” diyerek çıkıyor yola ve günah çıkartmaya başlıyor. Ancak yolda olmak onun için hem büyüleyici hem de pençesinden kurtulamadığı ölümcül bir hastalık gibi. Dolayısıyla yolda karşılaştığı yalnızları, uyumsuzları ya da mültecileri tüm gerçekliğiyle yazıyor ve bu sırada kendi yeraltına doğru düşmeye devam ediyor.
“İnsanların tek bir doğum ya da ölüm tarihi olduğuna inanmıyorum. Bakmayın siz mezar taşlarındaki o rakamlara! İnsan sık sık ölür ve yeniden doğar aslında.” (sayfa 55)
Kitapta sık sık vurgulanan mülteci sorunları kitabın sonlarına doğru karakterimizin bir mülteciye dönüşmesiyle devam ediyor. Mültecilere yardım ederken aldığı “Sen sadece vicdanını rahatlatmak için buradasın ama cebinde dönüş biletin ve pasaportun var.” eleştirisiyle dönüş biletini ve pasaportunu kesip atan karakterimiz artık bir mülteci gibi uzun yollar sonucu sefalet ve insanlık dışı muamele ile kendini Almanya’da buluyor polis saldırıları ve aşağılanmalar eşliğinde.
Aktivist Kerem Kamil Koç’a ithaf edilen kitap, bir arkadaş grubunun Kerem Kamil Koç’un cenazesinden sonra durakları ve varış noktası belirsiz bir yolculuğa çıkmalarıyla başlıyor. Aslında bu yolculukta birçok durak olsa da bir varış noktası yok. Çünkü her birisi de kendilerini arıyor ve bu yolda sürgün hayatı yaşıyor. Peki bir sürgün gittiği yolu sever mi?
“Rüzgâr” dedim, “Ne oldu?” Kısa bir sessizlikten sonra çatallaşmış sesiyle yanıt verebildi. “Bir mülteci botu daha batmış.” dedi. “Küçücük bir çocuk kıyıya vurmuş.” Eğildim ve çocuğun fotoğrafına baktım. Üstüne bastığım kumlar bir anda çivi gibi ayağıma batmaya başladı. Biraz önceki güzelim deniz kan banyosuna dönüştü. Son birkaç gündür içine kıvrılıp yattığım uyku tulumu bile fare kapanına benzedi gözümde. Bu, hayatımda gördüğüm en gerçek ve acı bir fotoğraftı.” (sayfa 51)
Bu çocuğu nerdeyse hepimiz tanıdık ama birçoğumuz unuttu bile. Sizin de bir deniz gördüğünüzde aklınıza Bodrum’da sahile vuran üç yaşındaki Aylan Bebek geliyor mu? İşte sorun da tam olarak burada. Birçok şeyi görmemizle unutmamız bir oluyor. Artık ölümler birer rakamdan ibaret sayılıyor ve insanlar ölüm kalım savaşı verirken bizler on saniye sonra gündelik hayatlarımıza dönüyor ve günlük telaşelere kapılıyoruz. Görmüyoruz üç yaşında, beş yaşında ölen çocukları; üç yaşında, beş yaşında anasız babasız kalan çocukları.
“Kalk!” dedi annem. “Gidiyoruz.” “Nereye?” diye soramadım, henüz konuşmayı bilmediğimden. “Daha iyi bir yere, başka bir ülkeye gidiyoruz,” diye devam etti. Gözleri öyle bir parlıyordu ki, kıramadım onu. Zaten alışmıştım artık sürgün yaşamına. Savaş çıktığından beri evimiz yollar olmuştu. Boyum kadar bir çantaya sığdırdık eşyalarımızı ve gene yola koyulduk. Bir koya geldik. Bizim gibi onlarca mülteci daha vardı. Herkes farklı dillerde konuşuyor, ancak aynı düşü kuruyordu: Daha iyi bir yere, savaşın ve açlığın olmadığı bir ülkeye gitmek. Aklım almadığı için soramadım neden karadan gitmediğimizi. Meğer sınırlar, mayınlar, askerler ve duvarlar varmış orada. Beni önce beyaz bir şezlongun üzerine oturttular. İnsanlar gruplar halinde ufacık plastik botlara bindirilip, “Go-go-go!” diye denize ittiriliyor ve zifiri karanlıkta kayboluyordu. Sonra sıra bize geldi. “Baba,” dedim, “ benim normalde uyumam gerekirdi bu saatte.” Duymadı babam. “Anne,” dedim, “ben yüzme bilmem ki. Deniz bu muymuş?” Duymadı annem. Beni de bota bindirdiler ve herkes kürek çekmeye başladı. Korktum. Ağlamak üzereydim. Güzel şeyler düşünmeye çalıştım. Oyuncakları, salıncakları ve özgür bir yaşamı hayal ettim. Ancak birkaç saat sonra bir akıntı başaldı. Doğduğum yerden çok uzakta, kapkara bir denizin ortasında sallanıyordum. “Hayat,” dedim, “demek aslında böyle bir şeymiş.” Bir gecede büyüdüm, büyümek zorunda kaldım. Annem, babam, kardeşim, hepsi düştü bottan ve kayboldu. Sonra ben de kapıldım o akıntıya. Sabaha karşı bir kıyıya vurdum. Geldik sandım, ancak ölmüştüm artık. Bir asker abi geldi beni incelemeye. Bir kâğıda boyumu kilomu yazıp, taktığı eldivenlerle kaldırdı beni. Yüzüne bakmadım ama eminim o da çok üzülmüştür. Bir daha o dünyaya dair hiçbir şeye bakacak hevesim kalmamıştı. Zaten sahile de yüzüm kumlara yapışık vurmuştum. “Allah’ım,” dedim, “benim normalde kumdan kale yapmam gerekirdi burada.” Kocaman dünyalarında bana elli santimlik boyumla yaşayabileceğim bir yer vermediler. Ben de öldüm. Şimdi annemi bulup, “Anne!” diyeceğim, “Belki burası daha güzeldir.” (sayfa 52)
Aylan Bebek ve daha niceleri boğuldu o karanlık sularda. Oysaki bu dünya hepimize yeter de artardı bile. Ne gerek vardı üç yaşında, dört yaşında çocukların ölmesine? Onlar bir şey istemiyorlardı ki... Sadece koşuşturup terlemek istiyorlardı. Ama… Ama bizler onlara mutlu bir gün dahi yaşatamadık.
Kendi ruhlarının sürgününde olan arkadaş grubunun kamp yaptıkları yerde Ateş adını verdikleri bir "deli" vardır. Daha sonra o bölgede kamp yapmak isteyen başkaları Ateş’i ihbar ederler ve jandarma, Ateş’i almaya gelir. Ama ne var ki Ateş halinden memnundur ve biz hasta insanların arasında deliliğini yitirmek istemez. Gelen jandarmalardan kaçarken onlara taş atması sonucu kurşuna dizilir ve buruk bir gülümsemeyle orada can verir.
Şimdi şu soruyu sormak gerek: Farklı olduğu için toplumdan uzaklaşan insanlar mı delidir? Yoksa onları farklılıkları yüzünden hastanelere yatıranlar mı?
Ateş’in ölümüyle birlikte bu arkadaş grubu kamp yaptıkları yerden ayrılırlar ve her biri farklı bir yola gider. Herkes kendi sürgününe döner. Ayrılmadan önce, ağaçlardan yapraklar düşmeye başladığında Kerem Kamil Koç’un mezarının başında buluşmak için sözleşirler. Birbirlerinin yaşadıklarından haberdar olmak için…
“Ölmek mi istiyorsun? Bir kız çocuğu olarak doğ; 12 yaşında tecavüzcünle evlendirsinler seni, 13’ünde anne ol ve 14’ünde namusunun temizlenmesi için ailen tarafından vurul. Ölmek mi istiyorsun? Bir erkek çocuğu olarak doğ; 14 yaşında ekmek almaya giderken polis başından vursun seni, 15’ine dek komada kal ve 16 kiloya düştüğünde öl. Ölmek mi istiyorsun? Bir baba ol; oğlun karda hastaneye yetiştirilemediği için ölsün ve cenazesini çuvalla sırtında taşımak zorunda kal. Ölmek mi istiyorsun? Bir anne ol; kızın koyunlarını otlatırken başından havan mermisiyle vurulsun ve onu gömebilmek için parçalarını etekliğinde taşı. Ölmek mi istiyorsun? Ailene eşcinsel olduğunu itiraf et. Ölmek mi istiyorsun? Kerhanede çalışmaya başla ve beşinci ve 16 kiloya dublesinden sonra seninle yatmaya gelen bir pisliğe bacaklarını aç. Ölmek mi istiyorsun? Git ve sana en yakın hastanenin acil servisinde bir saat otur. Ölmek mi istiyorsun? Çocuk işçi ol ve daha bir kızın elini bile tutamadan başını baskı makinesine kaptırıp öl. Ölmek mi istiyorsun? Yetişkin bir kadın ol ve bir gece vakti evine dönmeye çalış. Ölmek mi istiyorsun? Ortadoğu’ya git, mülteci kamplarını gör, mayınları topla ve sınırları geç. Ölmek mi istiyorsun? Afrika’ya git ve bir bardak temiz su içebilmek için elli derece sıcaklıkta kilometrelerce yürü. Hâlâ ölmek mi istiyorsun? Kalan son paranla Çin’e bir uçak bileti al ve orada madenlerde çalışan yedi milyon işçiyle yerin üç yüz metre altında kömür kaz, ama s.kik bir apartman dairesinde asma kendini!” diyor Aytuğ Akdoğan. Kendi iç dünyasına yönelirken aslında kendinin toplumdan ayrı olmadığını kavrıyor.
Son zamanlarda işlenen birey-toplum konusunun başarılı bir örneği Sürgün. Kitapta bir sürgün hikayesi okumayacaksınız, bir sürgüne çıkacaksınız.
KÜNYE: Sürgün, Aytuğ Akdoğan, Hayykitap, 2021, 133 sayfa.