‘Beyaz’ bir doktorda ‘siyah’ cinnet: Amok Koşucusu
İnsanı en güçsüz, en savunmasız yönleriyle ele alabilen yazar Stefan Zweig, “Amok Koşucusu” öyküsünde yine kişisel ve psikolojik çözümlemelere yer verir. Öyküde iyilik yapmanın görev olup olmadığı sorgulanır ve bu konu üzerinden insanın sorumluluklarına değinilir. Hikaye, elinize aldığınız anda sizi de olaylar döngüsünün içine çekmeyi başarır. İnsan psikolojisine dair detaylı gözlemler ışığında ustaca bir neden sonuç ilişkisi kuruludur.
Hazal Bakan
Pek çok edebi türde verdiği eserleriyle Alman dilinin en çok okunan yazarları arasında bulunan Stefan Zweig, 1881 yılında Viyana'da varlıklı ve kültürlü bir Aşkenazi Yahudisi ailenin çocuğu olarak doğdu. İtalyan Yahudisi bankacı aileden gelen annenin ve tekstil sanayicisi olan babanın ikinci çocuğu olan Zweig, küçük yaşlardan itibaren edebiyat ve kültür alanına ilgi duymaya başlar. İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Yunanca öğrenen yazar 1909 yılından itibaren kıtaları aşan gemi seyahatleri gerçekleştirdi. Dönemin imkanlarından dolayı gemi seyahatinin yaygın olması Zweig’in eserlerine de işlemiştir. Pek çok öyküsü gemi yolculuğunda geçer, bu yazıda işleyeceğimiz “Amok Koşucusu” öyküsü de dahil.
Biyografi türünde ustalaşan, etkileyici uzun öyküleriyle bilinen ve 1920’li ve 1930’lu yıllarda eserleri oldukça yaygınlaşan Zweig iki dünya savaşını da yaşamış bir yazardır. Savaş karşıtı yazıları nedeniyle Nazi subayları tarafından eserleri yakılan yazarlar arasındadır. Savaşın yıkıcı etkilerini öykülerinde karakterlerin geçirdiği psikolojik vakalar yoluyla da anlatır. Ayrıca savaşlardan ve yol açtığı buhranlardan kendisi de derinden etkilenen yazar, uzun yıllar intihara meyilli biri olarak yaşadı. İlk eşini birlikte intihar etmeye ikna edemeyen Zweig’in neredeyse tüm eserleri intihar konusunu içerir.
“Amok Koşucusu” öyküsünde hayat verdiği ana karakterin söylediği bu sözler usta yazarın intihar hakkında düşüncelerini açıklar niteliktedir: “... elimizde kalan son insan hakkı herhalde şudur: Canının istediği şekilde geberme hakkı... ve dışarıdan bir yardımla rahatsız edilmeme hakkı.”
Nazi yıllarını sürgünde geçiren Zweig, bu sırada ikinci evliliğini gerçekleştirdi. Takip eden yıllarda, meşhur “Satranç” öyküsünü Brezilya’da yaşarken yazdı. Eserde II. Dünya Savaşı'nın yol açtığı insan kıyımında ruhsal baskılara maruz kalan bir insanın duygularını, tepkilerin anlattı. Avrupa'nın içine düştüğü durumdan duyduğu üzüntü ve yaşamındaki düş kırıklıkları nedeniyle 22 Şubat 1942'de Petrópolis kentindeki evinde, eşi Lotte ile birlikte uyku hapları içerek intihar etti. Buna Hitler'in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlığın yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha var olmayacağı düşüncesi neden oldu.
Freud’un eserleriyle tanışmasıyla psikolojiye yoğun ilgi duyan yazar, öykülerinde insan ruhunun en derin katmanlarına inmeyi başarması, bunları oldukça canlı ve ayrıntılı bir şekilde kaleme almasıyla okuru derinden etkilemeyi başarmış bir yazardır. Stefan Zweig’ın tüm öykülerinde duyarlı kişiliğinin ve olağanüstü gözlem gücünün sayfalara yansıdığını görmemek mümkün değildir.
Stefan Zweig, “Amok Koşucusu” öyküsünü 1922 yılında, Avusturya’nın Salzburg kentinde yaşadığı sırada yazdı. İlk eşiyle birlikte oturdukları villalarında oldukça verimli zamanlar geçiren, pek çok eser veren ve Thomas Mann, H.G. Wells, James Joyce gibi usta isimleri konuk eden Zweig, bu öyküsünde Endonezya’da gönüllü olarak görev yapan bir doktorun kendisinden yardım isteyen bir kadına ön yargıyla yaklaşarak tedaviyi reddetmesinin ardından yaşadığı örtülü vicdan ve saplantı duygularıyla peşinden Amok gibi koşmasını anlatır.
Amok, basit tabirle “cinnet getirmek” olarak biliniyor. Benzeri Uzakdoğu ülkelerinde görülebilen bu cinnet türü Malezya insanına özgü bir durum olduğundan “kültürel psikoz” olarak da adlandırılır. Bunun sebebi, başka ülkelerde görülmeyen bir rahatsızlık olmasıdır. Amok koşucusunun detaylı anlatımı öyküde bizzat bu durumu yaşayan doktor tarafından şu şekilde tarif edilir: “Bir Malezyalı, son derece sade, son derece iyiliksever bir insan, içkisini içiyor... orada öylece oturuyor, duygusuz, umursamaz, donuk... tıpkı benim odamda oturduğum gibi... ve birden ayağa fırlıyor, hançerini kapıyor ve sokağa koşuyor... dosdoğru koşuyor, hep dosdoğru... nereye olduğunu bilmeden. Yolda karşısına ne çıkarsa çıksın, insan, hayvan, hançeriyle vurup yere seriyor ve kan sarhoşluğu onu daha da öfkelendiriyor... Koşan adamın ağzından köpükler saçılıyor, delirmiş gibi uluyor... ama koşmaya devam ediyor, koşuyor, koşuyor, artık ne sağa bakıyor ne de solda duruyor, sadece tiz çığlığıyla, elinde hançeriyle öyle korkunç bir halde ileriye doğru koşmaya devam ediyor... Köylerdeki insanlar bir Amok koşucusunu hiçbir gücün durduramayacağını bilirler... onun koşarak gelmekte olduğunu gördüklerinde herkesi uyarmak için bağırırlar. ‘Amok! Amok!’ ve herkes kaçışır... ama o koşmaya devam eder, hiçbir şey duymaz, sürekli koşar, hiçbir şey görmez, karşısında çıkan her şeyi yere yıkar... ta ki biri onu kuduz bir köpek gibi vurup yere serene ya da kendiliğinden köpükler içinde yere yığılana kadar...”
Öykü, Napoli Limanı’ndan Oceaniya’ya giden bir gemide başlar ve orada biter. Gemide yolcu kabininde durmaktan epey sıkılan bir yolcu, geminin kimsenin bilmediği, gözlerden uzak bir yerini keşfeder. Yıldızları izlemeye başlayacakken orada yalnız olmadığını fark eder. Ondan başka bir adam daha vardır ve o gece edecekleri sohbet onların arkadaşlıklarına vesile olur. Güvertedeki adam korkulu bir yüzle ve kekeleyerek, yaşadıklarını ve sırlarını bu tanımadığı adama anlatmak ister. Ve böylece Amok koşucusu kendi hikayesini anlatmaya başlar:
Hollanda kolonisinde küçük bir kasabada doktor olarak görev yaparken bir gün beyaz tenli bir kadın kendisini ziyaret eder. Eşi Yokohama’ya giden Bayan Blank, o dönemde bir başkasından hamile kalmıştır ve bu durumu orada görev yapan doktorun çözeceğini düşünür. Beyaz tenli kadının davranışlarındaki özgüven uzun zamandır siyahi tenler arasında kalan doktorun dikkatini çeker. Hastalarının kendisine tanrı gibi davranması, iyileşmek için yalvarması gibi durumlarla sıkça karşılaşmasına alışkın olan doktor, kadını oldukça çekici bulur ve özgüvenini kırmaya çalışır. Fakat işler düşündüğü gibi gitmez. Oldukça gururlu olan Bayan Blank, doktorun tavırları karşısında geri adım atmayarak kapıyı çarpar ve çıkar. O noktada doktor bir dönüşüm geçirmeye başlar, fırladığı gibi kadının peşinden koşar ve yetişemez.
Kendini kadına yardım edemediği için suçlu hisseden doktor her yerde kadını aramaya başlar. Yardım etme isteğiyle kadını son anına kadar takip eden ve irtibatta kalmaya çalışan doktor artık bir Amok koşucusuna dönmüştür. Öyle ki kadın kötü şartlarda bebeğini aldırıp kan kaybından hayatını kaybettikten sonra, doktor, kadının sırrını güvende tutmak için tabutunu da takip etmeye başlar ve mesleğini, parasını, her şeyini geride bırakır. Kadının eşi ölümden şüphelenmiştir ve otopsi yaptırmak niyetindedir. Tabutu da yanına alıp gemiyle Avrupa’ya giderken, doktor da o gemidedir. Son görevini yerine getirmek için beklemektedir ve dinleyicisine olanları anlatıyordur. En sonda yaptığı şey, doktorun amacına ulaşmak için gerçek bir Amok koşucusuna dönüştüğünün kanıtı niteliktedir.
İnsanı en güçsüz, en savunmasız yönleriyle ele alabilen yazar Stefan Zweig, “Amok Koşucusu” öyküsünde yine kişisel ve psikolojik çözümlemelere yer verir. Öyküde iyilik yapmanın görev olup olmadığı sorgulanır ve bu konu üzerinden insanın sorumluluklarına değinilir. Hikaye, elinize aldığınız anda sizi de olaylar döngüsünün içine çekmeyi başarır. İnsan psikolojisine dair detaylı gözlemler ışığında ustaca bir neden sonuç ilişkisi kuruludur. Bir yandan Avrupa sömürgeciliğini ve ırkçılığı da satır arasından okura aktaran usta yazar, yazdıklarının üzerinden bunca yıl geçmiş olmasına karşın bugünkü kuşaklar tarafından hala ilgiyle okunmaya devam eder.
KÜNYE: Amok Koşucusu, Stefan Zweig, Çeviren: Nafer Ermiş, İş Bankası Kültür Yayınları, 14. Basım, 2020, 60 Sayfa