Başka bir uygarlık mümkün
Yüksek verimliliğe sahip olduğu iddia edilen sanayi sistemi aslında tarihin hiçbir döneminde benzerine rastlanmamış bir yeryüzü asalağıdır. Sanayi sisteminin yüksek düzeyde üretkenliği ile zengin olup bolluk içinde bir hayat sürmek isteyen bir silahlı banka soyguncusunun bir bankaya dalarak paraları alıp kaçması arasında hiçbir fark yoktur. - Otto Ulrich
Ufuk Akkuş
Kapitalist sistemin insanı ve doğayı her geçen gün daha da yıkıma götürdüğü apaçık bir gerçeklik. Sistemin yarattığı tahribatın sonuçları insanlığın dışındaki bir istatistiki bilginin ötesinde seyrediyor. İnsanlığın büyük bölümü bu olumsuz tabloyu yoksulluk, açlık, işsizlik ve kirlilik açısından gündelik hayatında bire bir yaşıyor. Kapitalizm tüm çıplaklığı ile İşçi sınıfı ve tüm ezilenlerin karşısına çıkıyor. Sistemi devirerek yeni bir dünya yaratacak özneler henüz etkin ve örgütlü değiller. Ama dünya genelinde yaşanan irili ufaklı mücadele deneyimleri geleceğe umutlu bakmamızın örneklerini sergiliyor. Bunun yanı sıra akademik alanda da anti kapitalist bakış açıları yaygınlık kazanıyor ve sadece mevcut sistemin kötülüklerinin ve açmazlarının gösterilmesi değil, bu konuda gerek sistemin yıkılması için gerekse mevcut sistem içinde bugün neler yapılabileceği üzerine politik ve felsefi tartışmalar sürüyor.
Fikret Başkaya, “Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto” kitabında içinden geçmekte olduğumuz yıkım tablosundan çıkmanın muhtemel imkanlarına dair fikir jimnastiği yaptığını söylüyor ve bizlere bir tür birlikte düşünmeye davet teklifi sunuyor. Başkaya’ya göre kapitalist üretim tarzının artık büyük insanlığa vadedebileceği hiçbir şey yoktur. Hiçbir sorun çözme yeteneği olmadığı gibi sorunları azdırma, şeyleri çığırından çıkarma yeteneği-potansiyeli yüksektir. İlerleme, modernleşme, büyüme, kalkınma vb. adına artık insanlığın geleceği riske atılmış bulunuyor. Büyüme; sosyal eşitsizlikleri, işsizliği, yoksulluğu azaltmıyor aksine tüm bunları daha da azdırıyor. Kapitalizm koşullarında büyüme çözüm değil, bizzat sorunun kendisidir. Büyümeyi sağlamak pahasına milyarlarca insana akıl almaz bedeller ödetiliyor. Buna rağmen krizler birbirini izliyor, “yeryüzünün lanetlilerinin” çığlığına toprak ananın iniltileri eşlik ediyor. Bilimsel ve teknik ilerleme de kar etmenin, sermayeyi büyütmenin, mülksüzleştirmenin hizmetine sokulmuş durumda. Oysa önemli olan teknik ilerleme değil, sosyal ilerleme ve sosyal refah olmalıdır. Sosyal refahın sağlanmasında devletin katkısı olabilir. Ancak neoliberal küreselleşme çağında devletlerin biricik misyonu ve varlık nedeni sermaye sahibinin ve mülk sahibi oligarşilerin tek yanlı çıkarını korumaktır. Neoliberalizm ise sadece insana ve doğaya zarar vermekle kalmıyor, her bireyi de bir kapitalist gibi düşünmeye zorluyor. Üstelik bir de onu doğa düşmanı haline getiriyor.
Başkaya, Marx’ın Kapital'inin yayımlanmamış bölümüne atıf yaparak “Sanki metalar birer insan satın alıcısı olarak ortaya çıkıyor.” der. Artık üretim aracını kullanan işçi değil, işçiyi kullanan üretim aracıdır. Bu yüzden ölü, canlıyı zapt ve gasp ediyor. İşçi üretim araçlarının denetimi altına girip onun bir uzantısına dönüşüyor. İşçinin emeği olan şeyler ondan bağımsızlaşıp ona yabancılaşıyor. Meta, para, sermaye şeklini alıp özerk bir varlık haline geliyor. Aynı zamanda işçiyi ezen, ona tahakküm eden nesnelere dönüşüyor. Nasıl dine dayalı dünyada, insana beyninin eseri olan şeyler hükmediyorsa kapitalist dünyada da elinin eseri olan şeyler işçiye hükmediyor.
Kapitalizmin temel güdüsü olan sürekli üretim ve tüketimin sonuçlarına değinen Başkaya’ya göre bir mal, bir şey üretmek demek; doğadan bir şeyler çekmek, eksiltmek demektir. Üretmek için emek, doğal kaynaklar, hammaddeler, enerji kullanmak gerekiyor ve doğal kaynaklar sınırsız değil. Dolayısıyla sınırlı bir dünyada sınırsız bir üretimi ve saçma tüketimi belirli bir eşiğin ötesinde sürdürmek mümkün değildir. Yani dünyamızın kaynakları geçerli üretim ve tüketim saçmalığının sürdürülmesine uygun değil. Sermaye sadece insanın tüm veçhelerini ve doğayı metalaştırmakla kalmıyor; tüm fikirleri, inançları, sosyal ilişkileri sermayenin ihtiyaçlarıyla uyumlandırıyor, biçimlendiriyor, dejenere ediyor ve çürütüyor. Kapitalist toplumun en temel çelişkisi, üretim etkinliği ile ihtiyaçlar arasındaki doğrudan bağın kopmuş olmasıdır. Diğer bir deyimle, kullanım değerinin değil, mübadele değerinin esas olmasıdır. Bu bağ koptuğunda üretilen mallar genellikle ihtiyaçtan fazla üretiliyor. İkincisi, bir yanda üretim fazlası varken öte yanda insanların çoğunun temel ihtiyaçları yeterince karşılanamıyor. Üçüncüsü, aşırı üretim doğanın dengesini bozuyor; riskleri büyütüyor. Dördüncüsü de her ileri aşamada daha çok lüks, gereksiz ve zararlı şeyler üretiliyor.
Yeryüzü, ayrıcalıklıların aşırı et tüketimi doğal kaynakların ve ormanlık alanların kaybına neden oluyor. Endüstriyel tarım gibi “fabrika hayvancılığı” da aşırı su tüketimine ve su kaynaklarının kirlenmesine neden oluyor. Ayrıca insanların temel gıdası olan tahılların önemli bölümü hayvan yemi olarak kullanılıyor. Hayvanların kısa sürede büyümeye ve besin üretimine zorlanması hayvanlara işkence yapmak anlamına geliyor. Beslenme yöntemlerindeki sakatlık ve doğal olmayan yaşam koşulları nedeniyle hayvanların vücutlarında biriken zararlı maddelerin, onlardan sağlanan gıdaları tüketen insanlarda bir dizi hastalığa neden olması kaçınılmaz görünüyor. Başkaya, tüm bu sorunların çözümü için piyasa merkezli bakış açısından uzaklaşmak, tarım ve hayvancılığın birlikte ele alınması, küçük çiftçiliğin desteklenmesi, radikal bir toprak ve tarım reformu, tarım ve hayvancılıkta fosil yakıt, sanayi gübresi ve zehir kullanmak yerine emeğin yoğun olduğu yöntemlere dönülmesinin gerekliliği, nüfusun ülke sathına yayılarak mega kentlerin oluşumunun engellenmesi gibi bir dizi öneri geliştiriyor.
İklim krizine yol açan ve doğayı kirleten enerji kaynakları da mülk sahibi egemen sınıfların elinde hoyratça kullanılıyor. Kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtlar yenilenemez enerji kategorisine dahildir. Bu enerji kaynakları kıtlaşmakta ve tükenmekte olup her geçen gün enerji ihtiyacı artmaktadır. Ayrıca fosil enerji kullanımı ile atmosfere karışan sera gazları (CO2) iklim krizine neden olmaktadır. Ülkeler açısından önemli ve prestijli bir enerji türü olarak görülen nükleer enerjide de sorunlar büyük. Bir kere nükleer enerji üretiminde kullanılan uranyum yenilenebilir bir kaynak değil ve rezervler hızla tükenmekte. Bugün itibariyle dünya genelinde toplam enerjinin payı %16’dır. Eğer dünya ölçeğinde kullanılan enerjinin tümü nükleer kaynaklardan sağlansa dünyadaki mevcut rezervler 1,5 yılda tükenecek. Nükleer enerji atmosferin ısınmasına neden oluyor. Ayrıca kaza riski başlı başına hayati bir sorun oluşturuyor ve bugüne kadar radyoaktif kirlenmeyi ortadan kaldıracak bir yöntem bulunmuş değil. Nükleer atıkların saklanması da çözüme kavuşmuş değil.
Özel otomobillere de yıkım ve katliam aracı olarak bakan Başkaya, Ford T model arabanın mucidi Henry Ford’un 1908 yılında söylediği “herkese bir araba” sloganının karşılık bulması halinde dünyamızın bugün yaşanamaz bir yer haline geleceğine vurgu yapıyor. Eğer Çin’de ABD’deki kadar kişi başına arabaya sahip olunsaydı bu ülkenin dünyada tek başına dünyadaki petrolün tamamını kullanması gerekecekti. Küresel ısınmayı da tetikleyen araba, iklim değişikliğini tetikleyerek ekosistemi bozuyor; görüntü ve gürültü kirliliğine neden oluyor. Sokakları, yolları, kaldırımları işgal ediyor. Bu da kent yaşamının ölmesi anlamına geliyor. Her seferinde daha çok yola, otoyola gerek duyulması ekilebilir devasa alanları tarımsal kullanımın dışına atıyor ve canlı türlerinin, biyolojik çeşitliliğinin yok olmasına neden oluyor.
Tüketim toplumu ve insanı insanlıktan çıkaran ve doğayı öldüren reklamlar da Başkaya’nın radikal eleştirilerine konu oluyor. Başkaya’ya göre reklamlar insanda eksiklik duygusu yaratır. Bir insandaki eksiklik duygusu; o insanın hayatı istediği gibi yaşamasını, hayattan tat almasını engeller. Mesela vücudundan memnun bir kadın muteber bir tüketici değildir. Önce güzel olmadığına inanması ve ardından da bir estetik cerraha veya zayıflama uzmanına gitmesi gerekir ki “iyi tüketici” olsun. Sürekli abur cubur yiyerek obez olmayan çocuk muteber tüketici değildir. Önce obez olmalı, sonra kilo vermek için “konunun uzmanına” müracaat etmelidir. Bir insan, eksikliğini ancak satın alarak giderebileceğini düşündüğünde reklam amacına ulaşır. İnsanları satın almaya ikna edebilmek için bilincinde bir yoksunluk ya da psişik bir dengesizlik yaratmak gerekiyor. Ayrıca “satın al” emrine uyan kişi önemli olduğuna, dahası o malı satın alabilen ayrıcalıklı bir kesime mensup olduğuna inanıyor. Reklam insan mutluluğu ile maddi tüketim arasında doğru yönde bir ilişki olduğu düşüncesini pekiştiriyor.
Ekolojik dengeleri bozan, riskleri büyüten, güzel gezegenimizi tehlikeye atan büyüme safsatasına karşı Başkaya’ya göre bu durumdan çıkış için en zenginlerin ve onları taklit eden orta sınıfın tüketiminin ivedilikle kısılmasının, yoksulların, ihtiyaç sahiplerinin tüketiminin artırılması gerektiğinin ve genel bir çerçevede maddi mal üretimi azaltacak şekilde üretimin yönünü değiştirmek veya aynı anlama gelmek üzere lüzumsuz ve zararlı üretime son vermek gerekiyor. Aşırı zenginlerin şımarık, yıkıcı, yok edici tüketimine onların toplumdan çaldıklarını, gasp ettiklerini ellerinden alarak asıl sahiplerine vererek son verilebileceğini söylüyor. Bunun da yaşam ve üretim araçlarının devletleştirilmesiyle değil, onları “müşterekler” alanına dahil etmekle mümkün olduğunu vurguluyor. Başkaya, başka bir dünyanın ve farklı bir uygarlık tasarrufunun söz konusu olduğunda tartışmayı mülkiyet kavramından başlatmak gerektiğinin altını çizer. Ancak özel mülkiyete son verilmesinde devletin işlevinden ziyade müşterekler diye tanımladığı kolektif özneye bu misyonu verir. Başkaya burada reel sosyalizm deneyimlerinde bu konudaki hatalı uygulamaları dikkate alarak devletin her sistemde bir baskı aracına ve etkin azınlığa hizmet edeceği fikrinden yola çıkmış olmalı. Devletin proletarya diktatörlüğü döneminde kolektif öznelere dayalı denetim oluşumları aracılığı ile kapitalist sistemdeki işlevini geçersizleştirmenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Başka bir deyimle kolektif öznelerin sürece etkin ve demokratik müdahalesinin koşulları oluşturulduğunda devletin “bir sınıfın baskı aracı olma” özelliği sınıfsız topluma giden bir süreçte ortadan kalkar. Ayrıca komünist topluma giden yolda devletin sönümlenmesi gerektiği, yani geçici ve zorunlu bir uğrak olduğu, düşünüldüğünde Başkaya’nın, Gün Zileli’den aktardığı “Ezilenlerin devleti olmaz.” ifadesi kuşkulu bir anlam taşımaktadır. Kitap değerlendirmesinin sınırlarını aşan bu meselenin, üzerinde düşünülmeye ve tartışılmaya değer olduğunun belirtmekle yetinelim.
Başkaya, “Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto” kitabında insanlığı ve doğayı hızla yıkıma doğru götüren kapitalist sistemin Marksist eleştirisini yaparak nasıl üretileceğine, nasıl tüketileceğine ve nasıl yaşanacağına ilişkin manifestosunu sunarak umudu ve sevinci çoğaltıyor. Henüz vakit varken kulak vermekte yarar var diye düşünüyorum.
KÜNYE: Fikret Başkaya, Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto, Yordam Kitap, 2017, 249 Sayfa.