Annie Ernaux ve ‘dürüst yazmak’ üzerine

Annie Ernaux ve ‘dürüst yazmak’ üzerine

Bu okumalarımın sonucunda edebiyatta yeni bir tip ya da ilgi çekici bir kurgu ile değil, bir insanla tanıştım. Edebiyat bazen de böyledir sanırım…

Berat Çelikoğlu 

Hatırlarsınız, bu yıl Nobel Edebiyat ödülüne 82 yaşındaki Fransız edebiyat profesörü ve yazar Annie Ernaux layık görülmüştü. Bu vesileyle, ülkemize bu ödülden önce şöhretinin ulaşmış olduğundan emin olmadığım yazarın henüz okumadığım kitaplarını edinip okumak ve “Ernaux Edebiyatı” hakkında bir şeyler söylemek istedim. Ayrıca kitapları tarafıma ulaştıran ve daha da önemlisi Türkçeye kazandıran Can Yayınları’na teşekkür ediyorum.

1940 yılında Fransa Lillebonne’da işçi sınıfına mensup bir ailede doğan Ernaux, uzun yıllar edebiyat öğretmenliği yapmış. Yazarın ilk eseri 1974 tarihli Boş Dolaplar iken, tüm eserlerinde kadın özgürlüğü, cinsellik, ölüm, sınıf atlama ve savaş gibi sosyal-toplumsal olguları içermeye ve bunları bir araştırmacı gibi değil de kendi yaşamındaki yansımaları üzerinden ele almaya çalışmış. Bu cümleden yola çıkarak, -kitapların yayımlanma tarihlerini esas almamak koşuluyla- Ernaux’nun eserlerinden kendisinin yaşamına ilişkin kronolojik bir anlatı çıkarılabileceğini de söylemiş oluyorum.

OTOBİYOGRAFİ İLE ROMAN ARASINDA BİR KURGU VE ÜSLUP

Ben Ernaux’nun eserlerini, kendisinin tavsiyesine uymayarak okudum. Seneler’i kendisiyle tanışan birinin ilk okuması gereken eser olarak tavsiye eden yazarın aksine, en son okuduğum kitabı Seneler oldu: Kürtaj, Yalın Tutku, Babamın Yeri, Boş Dolaplar ve Seneler… Kürtaj’ı okuyarak başlamamın, yazarın tavsiye ettiğinin aksine beni kendisinin iç dünyasına daha çarpıcı bir biçimde ittiğini düşünüyorum.

Ernaux’nun eserleri, ya da genel bir ifadeyle “edebiyatı”; onun yaşam öyküsü ile kendisine dışarıdan baktığında görebildikleri arasında gidip gelen bir salıncağı andırdı bana. Hiçbir eserinde kendisinden başka birini ya da kurgusal bir karakteri anlatmıyor, bu anlamıyla gerçekten otobiyografik denebilecek metinler kaleme alıyor. Bununla birlikte, sanki kitaba döktüğü kişi, o kitabı kaleme alan kişiden bir başkası gibi; yazar onun gölgesi, ensesinde bir nefes sanki… Bu üslubun yazınına özgül katkısının, okuru daima bu ikilemin içinde bir yerlerde bırakması, kimi zaman fazlaca hissettirdiği ancak kimi zaman da soğuk bir duvar gibi karşınıza diktiği duygu dünyası içerisinde size o anda hissetmeniz gerekenleri düşündürmesi olduğunu düşünüyorum. Ben eserlerini okurken kendimi pek çok defa “Şu anda nasıl hissediyorum?” Sorusunu sorarken buldum. Kimi yerlerde kitabın karakterine yazardan daha samimi yaklaştığımı fark edip geri çekildim. Aralarındaki mesafeye saygı duyarak okumaya gayret ettim.

Kürtaj’a bir parantez açmak istiyorum. Can Yayınları’ndan baskısı yapılmadığı için İletişim’in tam 22 yıl önce yaptığı bir baskı aracılığıyla okuyabildiğim kitapta Ernaux, 60’lı yılların Fransası’nda kürtaj olma mücadelesini anlatıyor. Belki de bir erkek olarak Ernaux hakkında okumanın ve bir dosya yazısı hazırlamanın en heyecanlı kısmı bu kitaptı. Kürtaj’ı okuduğum dakikalar, bir kadının böyle bir kararı alırken ve bu kararı tüm patriyarkal engellere rağmen uygulamaya çalışırken neler hissediyor olabileceğini anlamaya en çok yaklaştığım dakikalardı. Yazarın kendisiyle en barışık olduğu eserinin de bu olduğunu düşünüyorum, daha doğrusu, kendisine kapıları en az kapatabildiği eseri.

Üslubunu ise, yazının başlığına konu olan sözü ile kolayca özetlemek mümkün. Ernaux, bir röportajında genç edebiyatçılara “iyi yazmaya değil, dürüst yazmaya çalışın” tavsiyesinde bulunuyor. Dürüst yazmak… Bu ifadeden kimi zaman kendi bilincine dahi çıkartmaktan korkabileceğin şeyleri, yaşam motton olarak belirlediğin bir şeye rağmen karşı koyamadığın hislerini ve tüm bunları biraz da deli cesaretiyle ifade edebilmeyi anlıyorum. Ben yazarın, verdiği tavsiyeye kendi yazınında da sıkı sıkıya bağlı kaldığını, dürüstlüğü içselleştirebildiğini düşünüyorum. Bu noktada özellikle Can Yayınları’na çeviri konusundaki her zamanki titizliklerinden ötürü bir okur olarak teşekkür etmek gerek, zira söz konusu olan bir duygunun yazardan okura geçişi ise, yalnızca kelime seçimleri değil cümlelerdeki her bir ögenin yeri dahi pek çok değişikliğe sebep olabilirdi. Ben, büyük oranda çevirilerinin amacına hizmet edebildiğini düşünüyorum.

YAŞANMIŞLIK NASIL ELEŞTİRİLEBİLİR?

Kitaplarında bulutlar arkasında kalanların berraklaştığını görebilirsiniz: 20. yüzyılın sonlarına doğru yavaşça gelinirken Avrupa’da genç bir kadın dünya savaşı, cinsellik, aileyle kurulan akşam sofraları, kürtaj ya da seçimler hakkında ne düşünür ve hissederdi? Kendi bedeninin farkına nasıl varılırdı, dilinin varamayacağı şeylere nasıl kalkışılırdı? Kuşaklar arasındaki farklar değil yalnızca, iki kuşak arasında nasıl kalınır, ikisinden herhangi birinin kayığına tutunamadan arafta beklenirdi? Dönemin Fransası Afrika kökenli göçmenleriyle, emperyalist işgal girişimleriyle, sıkıcı seçim süreçleriyle, yasakları ve tabularıyla adeta Ernaux onu resmedebilsin diye varmış gibi. Ernaux, çizgileri ustaca belirginleştirmiş, kendine has karamsarlığı ile bir gün her şeyin tepetaklak olabileceğine olan sızı düzeyindeki umudunu harmanlayarak tabloya rengini kazandırmış.

Öte yandan söylemiştik; Ernaux’nun eserleri onun yaşamöyküsünden parçalar, yaşamöyküsünün edebi yansımaları aslında. Öyle ama, artık aldığı ödülle birlikte Ernaux’nun bu camiada bir nevi tartışılamaz bir yere kavuştuğunu da unutmamak gerek. Tam da burada şunu düşünmek zorunda hissediyorum kendimi: Yaşanmışlık nasıl eleştirilebilir? Eserler, yazarın yaşamından pencereler sunuyorsa bize, anlatılanlar ve yaşayanlar gerçekse, dil burada temel olarak yaşam ile kâğıt arasındaki köprüyü kuruyorsa, eleştiri nesnesi üslup ile mi sınırlı kalacak? Cevabını bilmediğim, farklı bir yaklaşım duymaya ihtiyacımın olduğu bir soru bu. Sanırım önümde bir terazi olsa, yaşanmışlığın bir noktadan itibaren eleştirilemezliğini konumuz bağlamında olumsuzluğu ifade eden kefeye koyardım.

BİTİRİRKEN

Bu yazıyı belirli bir kitabın üzerine kurmaktan bilerek imtina ettim. Amacım, bir kitaptan öte Nobel ödülünün çiçeği burnunda sahibini yakından tanımak, tanıtmaktı. Belirli bir süre boyunca başka bir kitap okumadan, yazarın dünyasına sadık kalmaya çalışarak eserlerini okudum. Bu okumalarımın sonucunda edebiyatta yeni bir tip ya da ilgi çekici bir kurgu ile değil, bir insanla tanıştım. Edebiyat bazen de böyledir sanırım…

DAHA FAZLA