Sinan Dervişoğlu yazdı | Düşmandan da öğrenmek gerekir: Hitler, Alman emekçileri ve biz
Bir faşistin, en büyük düşmanı olan komünist ve sosyal demokratların tabanını etkilemek ve kazanmak için gösterdiği cesareti ve vizyonu biz Türkiye’de gösterecek miyiz?
Sinan Dervişoğlu
1970’lerde MHP saldırıları başladığında devrimcilerin önemli bir kısmı “bakalım bu faşistler ne diyor” diyerek Hitler’in “Kavgam”ını okumaya yönelmişti. O okumanın amacı, esas olarak faşizme egemen olan çarpık kafa yapısını daha yakından tanımaktı. Gerçekten de bu kitap “ırkın üstünlüğü”, zayıfların yaşama hakkı olmadığı”, “güçlü ulusların diğerlerini köleleştirmesi gerektiği”, “Yahudi’nin insanlığın ortak düşmanı olduğu”, “kitlelerin kadın gibi olduğu”..vs şeklinde bir dizi çarpık ve hastalıklı görüşü barındırmaktadır. Ancak bu kitabı salt o gözle okumak, onun tarihsel anlamını bu sonuçlara indirgemek ciddi bir eksikliktir. Bu kitap bir yönüyle de bir başarı öyküsüdür. Karanlık, çılgın, insanlık dışı bir başarı; ama boyutları itibariyle devasa bir başarı! Üniversiteden terk vasat bir ressam ve bir badanacı, garip ve marjinal bir gruptan insanlığı titreten, ülkeleri ezip geçen bir güç yaratmıştır. Bu öyküden, sosyalistlerin de öğreneceği dersler vardır ve yazımızın güncelliğe katkısı da bu noktada olacaktır.
'KAVGAM'DA ÖRGÜTLENME DERSLERİ
Bu noktada “örgütlenmeyi faşistlerden mi öğreneceğiz?” türünde bir tepkinin anlamı yoktur, zira bizzat “o faşist” örgütlenmede bizden çok şey öğrenmiştir. Kitapta sürekli tekrar edilen tespit “Kızıllara karşı mücadele için onlar kadar disiplinli, onlar kadar net ve köşeli sloganları olan, ve onlar gibi gerektiğinde şiddet kullanabilen bir yapı kurulmalıdır” görüşüdür. Ancak o satırların yazarı sonuçta tarihsel olarak “kızılları” yendiyse, neyi farklı ve daha iyi yaptığı da dikkatle incelenmelidir.
Ayrıntılarına bu yazıda girmemekle birlikte, kendini “örgütçü” olarak gören her devrimci, “Kavgam” da (siyasi değil teknik seviyede) son derece faydalı yaklaşımlar ve formüller bulacaktır. Propagandanın nasıl olması gerektiği, kitleye verilen mesajın iç mantığı, yerel parti örgütlerinde göz önüne alınması gereken ilkeler, miting ve toplantıların nasıl tertip edileceği, devlete meydan okumadan ve ezilmeden şiddetin nasıl organize edileceği, istihbarat, sol partilerin içine ajan sokma, partinin kitle nezdinde imajının oluşturulması gibi konularda bugün dahi faydalı olabilecek teknikler ve ilkeler mevcuttur. Sadece bir örnek vermek gerekirse, başarılı bir örgütçü olarak Hitler, iki farklı ve birbirine benzeyen parti arasında “siyasal birleşme”nin niçin imkansız bir hedef ve bir vakit kaybı olduğunu anlatmaktadır. O dönem, Almanya’da mevcut irili ufaklı ırkçı oluşumlar arasındaki “birlik” çabalarına (kendisi de ufak bir grubu yöneten) Hitler gülüp geçmekte, ve farklı lider-kurucu ekip-çalışma tarzına sahip olan yapılar arasında birliğin asla tutmayacağını, başta bir umut yaratsa bile kısa zamanda yeni bölünmelerle sonuçlanacağını net ve analitik gerekçelerle anlatmaktadır. Görüşlerini şu net formülle özetler: “8 felçliden bir gladyatör çıkmaz!”. Birlik için önerdiği ise en doğru yoldur: Başarılı olan, başarısını pratikte ispat eden örgüte diğer örgütlerin onurlu biçimde katılması; bu süre zarfında da o örgütün “kendi işine”, yani kendi başarısına odaklanması. Türkiye Solu’nda “birleşme” çabalarının ve bu işi varlık sebebi edinmiş “birlik bezirganlarının” bizlere kaybettirdiği zaman ve enerji göz önüne alındığında bu “faşist”ten gerçekten öğrenecek bir şeyler olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ancak “Kavgam”da asıl odaklanacağımız nokta, 2021 Türkiye’sinde sosyalistler için çok önemli dersler içeren vurgusudur:
'NAZİ PARTİSİNİN HEDEF KİTLESİ, KIZILLARIN TABANIDIR!'
Bu cesur ve başarıda belirleyici tespitin arka planını açalım: “Hitler’in başarısının sırrı tekellerin ve Alman gerici devletinin sağladığı destektir” şeklinde yaygın olan görüş tam anlamıyla bir “öğrenilmiş cahillik”tir. Tekellerin ve devletin sağladığı destek ancak 1930’larda, parti milyonları kapsayan bir kitle gücü haline geldikten sonra gerçekleşmiş, 1921’den sonraki dönemin başlangıcında hiçbir burjuva grup ya da örgüt Hitler’e destek olmamıştır. Sosyal-demokrat ve liberal hükümetlerin emrindeki polis Nazilere (“vukuat çıkaran” bir grup olarak) sürekli müdahale etmiş ve engellemiştir. Burjuvalar ve onların geleneksel partileri ise ona isyancı, marjinal, hatta bir tür “solcu” muamelesi yapmış, Hitler de katıldığı burjuva parti toplantılarına egemen olan ruhsuzluğu ve Almanya’nın kaderine olan kayıtsızlığı nefretle not etmiştir. Vardığı sonuç “Almanya’yı tek kurtaracak gücün Alman Proletaryası olduğu”dur. Ancak bu “proletarya”nın kimin peşinde olduğu bellidir: Kızıllar, yani Sosyal demokratlar ve Komünistler. Dolayısıyla Hitler sosyalist düşünceleri benimseyen işçi ve emekçilere yönelmiştir.
Kızılları ve onların etkisindeki emekçileri çekebilmek için ciddi taktik geliştirir Hitler: “Afişlerimizi sırf onları toplantılarımıza çekebilmek için kırmızıya boyadık. Bizi önce görmezden geldiler; sonra kavga etmek için geldiler, kavgada gerilemeyince bizi üyelerine yasakladılar, ancak sonra gene tabanları bize ilgi göstermeye devam edince bu döngü büyüyerek devam etti”. İlk toplantılarını 1920’de yaparlar. Sosyal Demokratların Berlin’de 100.000 kişilik miting yaptığı, komünistlerin onbinlerce kişilik mitingle Rosa ve Liebknecht’in ölüm yıldönümünü andığı bir dönemde, partisinin toplantısına 170 kişinin gelmesi onu sevince boğar. Gelenlerin yarısı da solcu işçilerdir.
Toplantılarda Hitler’in verdiği mesajın mantığı akıllıca bir kurgudur: Önce fakirlik, sosyal adaletsizlik, işçi sınıfının sefaleti, sonra Almanya’nın içinde bulunduğu utanç verici durum, (Lenin’in dahi “tarihteki en büyük haydutluk örneği” dediği) Versaille anlaşmasının dayattığı onursuzluk, Alman halkının şahlanmasının gerekliliği. Buraya kadar her solcu işçiyle düşünce bağı kurar. Sonradan “düşman” gelir: Yahudiler, Alman olmayanlar, kozmopolitler ..vs ve onlara destek olanlar. Katılanların büyük çoğunluğu Yahudi olmadığı için bu son kısım onlar için bir tür “kuruntu” ve “zararsız deliliktir”. Ancak verilen mesajın sosyal adalet ve yurtseverlik soslu keskin milliyetçiliği kafalarda iz bırakır.
Toplantılarda saldırı ve fiziksel şiddet karşısında gerilememek için kararlıdır ve kendi öz gücüne güvenir. Bunun için (geleceğin SA’ları olacak) dövüşmeye yetenekli, boks ve jiu jitsu eğitimi almış özel bir militan ekip yetiştirir. Toplantıları provoke etmeye kalkanlar etkisizleştirilir. 1921’de Münich’deki toplantılarına kalabalık bir kitle katılır; ancak bunun yarıdan fazlası orayı dağıtmaya gelen komünist işçilerdir. Kavga çıktığında Hitler salonu terk etmez; aralarında geleceğin Nazi lideri Rudolf Hess’in de bulunduğu SA’lar suratları kan içinde dövüşmeye devam edip bizimkileri püskürtürler. Hitler bunu “ilk zafer” olarak aktarır.
Bir toplantıya katılmakla bir “kızıl”ın nasyonal sosyalist olmayacağını Hitler de bilmektedir. Amaç en azından nötralize etmek, “bunlar da o kadar yanlış şeyler söylemiyorlar” dedirtmek ve onların kendi partilerine olan mutlak bağlılığını sarsmaktır. Bunu da süreç içinde başarır. Mutlak iktidarı ele geçirdiği 1933 yılında elbette ki “kızıl”ların tabanını bütünüyle kendine çekmiş değildir; ancak önce işçi sınıfı içinde kendine bir yer edinmiş, sonra da bu partilerin tabanında hem kendi militan gücü ile bir caydırıcılık yaratmış, hem de cazip söylemleri ile onların kafasında “teslim olmanın ya da sessiz kalmanın” kapısını açık tutmuştur. Sonuç da trajiktir: 360.000 üyeye sahip Alman KP kapatıldığı 1933 yılından sonra mücadeleye yer altında devam etmekle birlikte, belli bir miktar (binler mertebesinde) KP üyesi de Nazi partisine geçmiştir. 2.Dünya Savaşı’nda savaşan Sovyet partizanlarının anılarında, esir aldıkları Naziler arasında kendilerine yaklaşıp bozuk bir Rusça ile “Ben..komünist...” diyen ve nasırlı ellerini gösteren askerlerden bahsedilmektedir.
TÜRKİYE: SAĞIN TABANINDAKİ MİLYONLARCA EMEKÇİ
Yazının yazılma amacı sanırız ortaya çıkmıştır: Bir faşistin, en büyük düşmanı olan komünist ve sosyal demokratların tabanını etkilemek ve kazanmak için gösterdiği cesareti ve vizyonu biz Türkiye’de gösterecek miyiz? Burada sol hareketimizde en yaygın yaklaşım (açıkça ifade edilmese de) “kompartmanlar mantığı”dır. Siyasal akımları bir trenin vagonlarına benzetirsek, en başta sosyalistler, sonra CHP, sonra da sağ kesim olarak düşünürsek, bu mantığa göre sağın vagonundan sosyalistlerin vagonuna geçmek için arada CHP’nin vagonundan geçmek gerekir. Yani, ülkede sosyalistlerin güçlenmesi ancak sağ’dan CHP’ye, CHP’den de sosyalistlere geçişler biçiminde gerçekleşebilir. Bu görüş tam bir politik aymazlıktır. Sosyalistleri, bir devlet partisi olan, geçmişinde sosyalistlere karşı işlenmiş suçların utancını taşıyan, ve devletin “derin” odaklarıyla da bağını hala koparmadığı her gün anlaşılan CHP’nin “habitat”ında yaşayan ve onun kırıntılarından beslenen bir ekosistem canlısına indirgeyen bu yaklaşım, siyasal bir kişiliksizliktir. Sadece CHP tabanı değil, AKP ve MHP tabanındaki emekçiler de Türkiye’de sosyalistlerin ve onun en başarılı partisi TİP’in hedef kitlesidir, olmak zorundadır. İkizdere’de jandarmaya meydan okuyan köylülerin hepsi AKP-MHP seçmenidir. Geçtiğimiz sene Loreal grevinde yumruklarını sıkarak direnen onurlu kadın emekçilerin çoğu AKP seçmenidir. Ülkenin dört bir yanında fabrikalarda direnen mavi yakalı emekçilerin içinde çok sayıda sağ partilere oy vermiş emekçi vardır; hatta onlar bu kitlede muhtemelen çoğunluktadır.
Sosyalistler şu aşamada esas olarak kentlerde CHP’den sıtkı sıyrılmış demokrat tabana yönelmektedir ve bu, hızlı bir kazanç (“quick win”) sağlamak açısından anlamlı olabilir. Ancak daha şimdiden TİP’e tek tük de olsa sağ partilerin tabanından emekçiler yönelmektedir ve bu eğilim daha da artacaktır. Öte yandan oyu en kötü durumda %40’ın altına inmeyen ve tabanında düzenin acımasızca sömürdüğü milyonlarca emekçinin bulunduğu sağ kitleyi etkilemeden, onların içine “ayağımızı sokmadan”, orada başlangıçta ufak da olsa bir kitle desteği edinmeden, onları bölmeden, bu kitlenin bir kısmına “bu komünistler de düzgün çocuklar ve aslında doğru şeyler söylüyorlar” dedirtmeden değil sosyalist devrimi yapmak, demokrasi mücadelesinde kalıcı bir başarı kazanmak dahi mümkün değildir. Sosyalistlerin sesinin ve etkisinin sağın tabanına hiç ulaşmadığı “%50’ye %50”, veya “%40’a %60” şeklindeki mevcut şeytan dengesinde, emperyalizm ve sermaye her zaman yeni provokasyonlar ve manipülasyonlar yaratmakta ve ülkeyi otoriter çözümlere mahkum edecek bir manevra alanı bulmakta zorluk çekmeyecektir.
Çözüm Hitler’in oyununu tersten almak, yani onun bir sahtekârlık ve takiyye olan “sosyalizm soslu milliyetçiliği”ni tersine çevirip bu sefer sahici ve samimi argümanlarla yurtseverliği, millet değil ülke sevgisini işleyen, yurdumuzun yerel renkleri ve motifleriyle bezenmiş bir devrimci söylemi sağ kitleye yöneltmektir. Bu kolay bir iş değildir ve sosyalist saflarda ciddi bir fikirsel yapılanmayı zorunlu kılmaktadır. İslamiyet hakkında (“siyasal islamın kötülüğü” dışında) hiçbir fikri olmayan, Nazım’dan başka şair okumayıp, Livaneli ve Grup Yorum’dan başka bir şarkı söyleyemeyen, ülkesinin yakın tarihini Ekim Devrimi tarihinden çok daha az bilen bir militan profiliyle bu işi yapmak oldukça zordur. Bu konu, “sosyalist hareketin yerelleşmesi ve ülkenin ruhunu kavraması” sorununun parçasıdır. Onu da bir başka yazımızda ele alacağız.