“İşçileri savunan parti”den “işçilerin partisi”ne

“İşçileri savunan parti”den “işçilerin partisi”ne

Sosyalizm, işçi sınıfının ve emekçi tabakaların iktidarıdır. Dolayısıyla sosyalist politikanın özü, işçi sınıfını siyasetin bilinçli, aktif ve giderek belirleyici unsuru haline getirmektir. Sınıfın aktifliğinin ve belirleyiciliğinin gelişeceği zeminlerin ikisi sendikalar ve yerel meclisler ise, üçüncüsü de sosyalist partilerdir.

Sinan Dervişoğlu 

Türkiye siyasetinde işçiler, sosyalistlerin sağladığı destek haricinde savunmasızdır. Sadece sağ partiler değil, CHP’nin dahi bir “işçi sınıfı” gündemi yoktur ve işçilere günlük kavgalarında, grevlerde, direnişlerde, protestolarda tek destek sosyalistlerden gelmektedir. Ancak sosyalist siyaset, onun olmazsa olmazı olan “işçileri savunma”nın ötesinde algılanmak zorundadır.

Sosyalizm, işçi sınıfının ve emekçi tabakaların iktidarıdır. Dolayısıyla sosyalist politikanın özü, işçi sınıfını siyasetin bilinçli, aktif ve giderek belirleyici unsuru haline getirmektir. Sınıfın aktifliğinin ve belirleyiciliğinin gelişeceği zeminlerin ikisi sendikalar ve yerel meclisler ise, üçüncüsü de sosyalist partilerdir. Bugün Türkiye’de sosyalist partilerin işçi sınıfındaki mevzilerini güçlendirme ve sınıfı parti içinde temsil etme meselesi, bu yazımızın konusu olacaktır.

GRİ YAKALILAR: ÖNEMLİ BİR AÇILIM

TİP, yaptığı “gri yakalılar” tespitiyle önemli bir olguya açıklık getirmiş ve pratikte yeni bir kanalı açmıştır. Bu da aldığı eğitimle “beyaz yakalı” kategorisine soyunan emekçilerin yer yer mavi yakalılardan dahi daha zor ve çetin koşullarda süren çalışma yaşamı ve bunun yarattığı toplumsal başkaldırı olgusudur. Yüksek öğrenim görüp AVM’lerde tezgahtar, dağıtım şirketlerinde kurye, çağrı merkezlerinde telefon operatörü olarak çalışan yüzbinlerce emekçi, ta Gezi’den başlayarak Türkiye’de toplumsal başkaldırını, sokak muhalefetinin önemli bir bileşeni olmuştur. Bu kesime yönelik özgün örgütlenmeler, dayanışma ağları TİP’e ve diğer sosyalist örgütlenmelere ciddi bir ivme kazandırmıştır, kazandırmaya da devam etmektedir.

Bu “gri yakalı” kesimi işçi sınıfının bir parçası değil de bir “orta tabaka isyanı” olarak değerlendiren yaklaşımlar da mevcuttur (bkz. Tanıl Bora’nın Can Soyer ile yaptığı polemik) Bu yaklaşımların, gri yakalı kesimin emek mücadelelerindeki dinamizmini ve sürekliliğini kesinlikle yansıtmayan dar bir bakış olduğunu belirtelim. Gene de bu eleştirinin haklı görülebileceği tek bir nokta olabilir o da “mühendis olmayı beklerken işçi olan”, dolayısıyla “işçi statüsüne düşmeye isyan eden” unsurlar oldukları, yarın ekonomide büyüme ve istikrar geldiğinde yeniden “beyaz yakalı” (yani üretim organizasyonunda yukarıya doğru yükselme şansına kavuşan unsur) olma umudu taşıyabilecekleridir. Bu bakış açısına 2 yönden cevap verilebilir: Birincisi neoliberalizmin dünyada gitgide azgınlaşan saldırıları ve Türkiye gibi bir ülkenin kırılgan ekonomisinin bu unsurlara yeniden beyaz yaka olma şansını verme ihtimalinin düşüklüğüdür. İkincisi ise, bu “ekonomik canlanma” gerçekleşse bile, gri yakalıların bir kısmı “beyazlaşarak” mücadele azimlerini yitirseler bile, bu kesimin bir bütün olarak asla erimeyeceği, ve emek mücadelesinin değişmez, demirbaş bir öğesi olmaya devam edeceğidir.

Ancak bütün bu olgular temel bir gerçeği görmemizi engellememelidir: Türkiye üretimi tamamıyla yüksek teknoloji (“high-tech”) yürüyen bir Finlandiya, bir İsveç, bir ABD değildir; ve imalat sanayiinde, sanayi merkezlerinde, organize sanayi bölgelerinde, Anadolu’nu dört bir yanındaki atölye ve imalathanelerde kayıtlı-kayıtsız, sendikalı-sendikasız milyonlarca mavi yakalı işçi çalışmaktadır. Türkiye işçi sınıfı hala ve ağırlıklı olarak mavi yakalı bir işçi sınıfıdır; son derece çetin ve gitgide ağırlaşan koşullarda yaşayan bu kesimin yeri sosyalist siyasettir; ancak bu kesimin sosyalist siyasetle olan bağı, olması gerekenin hala çok gerisindedir. Dolayısıyla önemli bir açılım ve bir dinamizm kaynağı olan “gri yakalılar” ve orada elde edilen siyasi başarılar, bizim bu diğer (ve asli!) alandaki eksikliğimizi ve sorumluluklarınızı bize kesinlikle unutturmamalıdır.

MAVİ YAKALILAR İLE SOL ARASINDA AÇILAN MAKAS

Bugün mavi yakalı emekçilerin siyasal manzarası, haklı olarak sosyalistlerde kötümserliğe yol açmaktadır. Bu kesim, eskiden sosyalistlere olmasa bile CHP’ye “banko” destek sağlayan bir topluluk iken, şimdi bırakalım sosyalistleri, CHP’nin bile varlığının eridiği, ağırlıklı olarak sağ partilere, AKP ve MHP’ye destek sağlayan bir görünüm arz etmektedir. “80 öncesinin militan, solcu işçi kitlesinden bugünlere nasıl gelindi” sorusu önemlidir

2 unsurun belirleyici etkisini burada ortaya koymak gerekir: Birincisi 80 sonrası devletin izlediği sistematik çabadır. İşçi sınıfının, özellikle imalat sektöründeki işçi sınıfının ne denli büyük bir risk olduğunu kavrayan gerici-faşist iktidarlar, özellikle stratejik sektörler olan metalürji, otomotiv, madencilik gibi sektörlerde bilinçli ve yoğun bir çabayla burada gerici-işbirlikçi sendikalardan oluşan bir ağ ördü. Sadece Türk-Metal gibi tescilli gerici sendikalarla değil, DİSK’in sendikalarında dahi MHP’li şube başkanları ile oluşan bu ağ, bir anlamda sınıfın devasa gücünü zapt etmeye yarayan bir çelik kafes konumundadır. Ancak işçi sınıfın tarihsel olarak ilerici rolünü bilen, işçi sınıfının küçük esnaf gibi gericiliğe müsait bir sınıf olmadığını kavrayan biz Marksistler için bu kafes, özellikle gitgide ağırlaşan ekonomik koşullarda kırılması hiç de imkânsız olmayan bir engeldir. Bu da bizi ikinci unsura götürmektedir. O da solun, sosyalistlerin siyasal ve sendikal plandaki hatalarıdır.

Sendikal plandaki çarpıklıklara bir önceki yazımızda (bkz.Sinan Dervişoğlu: Türkiye’de kitle örgütleri ve sosyalistler) değindik. Özet olarak sendikalardaki kökü geçmişe uzanan anti-demokratik, patriarkal yapı, yolsuzluklar, ayrıcalıklar, despotik tüzükler, mafyatik ilişkiler tüm sendikal hareketi bir veba gibi sarmaktadır ve sendikal planda bu kirliliklerden arınmış (DİSK dahil) pek az sendika vardır. Solun gerilediği 80 sonrasında iyice katmerlenen bu çarpıklıklar, hem işçileri sendikal örgütlenmeden uzak tutmakta, hem de var olan sendikaları yukarda bahsettiğimiz devletin “sendikal” dizaynına uyumlu, ilericiliğe kapalı hale getirmektedir.

Ancak sorun bundan ibaret değildir, ve asıl kırılma 1980 darbesiyle gerçekleşmiştir. O güne kadar en ufak sol grupların dahi bir “işçi çalışması” ve işçi tabanı vardı. Ancak işçi sınıfına büyük bir dinamizm ve umut katan sol hareket, 1980’de birden çökünce, işçi sınıfı büyük ölçüde savunmasız kaldı. İşçi hareketi içinde en etkili TKP ve TİP gibi örgütler de dahil tüm sol örgütler bütün enerjilerini “kadroları koruma” ve “düzenli geri çekilme” gibi tanımladıkları çalışmalara verdiler ve sınıfla temas koptu. (12 Eylül koşullarında benim şahsen Topkapı yöresinde temasta olduğum öncü işçiler, darbe sonrasındaki 6 ay boyunca toplu bir kalkışma için “işaret” beklediklerini söylemişlerdi). Hiçbir “işaret” doğal olarak gelmedi ve kaybeden işçiler oldu. Grev çadırlarından zorla işe sokuldular, maaşları kesildi, işyerinde açtırdıkları kreşleri, neredeyse bir standart haline gelen 3 ayda bir ödenen ikramiyeleri kaybettiler; bu resme hapse girip kara listeye alınan ve hiçbir dayanışmayla sahip çıkılmayıp açlığa mahkum edilen arkadaşları eklendi. Tarihte her sol hareket yenilebilir; ama 12 Eylül’deki yenilgi (1871 Komün, 1905 Rusya, 1923 Bulgaristan..vs gibi) “savaşarak”, “bedel ödeterek” gerçekleşen bir yenilgi değil, topyekûn çökme ve ortadan silinme şeklinde oldu. İşçilere bu kadar büyük umutlar yaratıp dinamizm kazandıran sosyalist hareketin böyle aniden sahneden silinmesi ve işçilerin bunun sonucunda uğradığı kayıplar bu sınıfta bir hayal kırıklığı ve (devletin şiddetli baskılarının da etkisiyle) sosyalist siyasetten bir soğuma ve uzaklaşmaya yol açtı.

Bu uzaklaşmanın ilk etkileri 80 sonrası 2 büyük işçi eyleminde, 1989’daki Bahar Eylemlerinde ve 1990 Zonguldak Büyük Madenci yürüyüşünde daha net ortaya çıktı. Bahar Eylemleri, 80 öncesinden devraldığı dinamizmi sürdürmeye kararlı işçi sınıfının ses getiren ve umut yaratan eylemleriydi; ancak buradan (yeni toparlanmaya başlayan) sosyalist örgütlere hiçbir anlamlı kazanım çıkmadı; işçiler bu eylemlerde dahi sosyalist siyasete olan mesafelerini korudular. Büyük Madenci yürüyüşünde ise, o dönem benim de içinde bulunduğum sosyalist örgütlenme ciddi bir öncü işçi damarı yakalamasına rağmen, hareketin bütünü devletin baskısı ve oportünist bir kişilik olan Şemsi Denizer’in müdahaleleri sonucu siyasetle buluşamadı. İşçilerin 80 öncesindeki gibi kendilerine umut dolu bir gelecek vaat eden her heyecanlı gencin ya da genç grubunun arkasında gittiği günler geride kalmıştı. 80 öncesinin “hızlı başarıları”na alışmış olan solcu profilinin karşılaştığı bu soğukluk karşısında motivasyonunu yitirmesi, verilen politik emeğin “karşılık getirme” anlamında verimliliğinin düşmesi, ve bunu sonucunda (bir yandan da Kürt Özgürlük Hareketinin başarıları karşısında duyulan hayranlığın etkisiyle) kimlik siyasetine kapılanma, aradaki makası daha da büyüttü.

MAKAS NASIL KAPANIR?

Burada sınıf içi çalışmanın teknik ve taktiklerine girmeyeceğiz. Genel planda önem taşıyan 2 noktayı vurgulamak istiyoruz: Birincisi ve ilk akla gelen çözüm “yoğunlaşmak”, yani mavi yakalılar içindeki çalışmaya kaynak (kadro, para, kitle ilişkileri) ayırmak ve ısrarcı olmaktır. Bu, prensip olarak yanlış değildir; özellikle bu konuda yoğunlaşmış kimi grupların (Umut-sen, UİD-DER) son dönemlerde elde ettikleri başarıları kaydetmek gerekir. Sosyalizmde her başarının özünde bir yoğunlaşma konusu olduğunu ve “kolay başarı” olamayacağını hatırlarsak bu yaklaşım anlam kazanmaktadır.

Ancak en “yoğun” müdahale bile, ikinci bir faktörle birleşemezse mavi yakalılar arasında kalıcı bir başarı mümkün değildir: O da güçlü, saygın ve güven veren bir sosyalist yapılanmayı önlerine sunabilmektir. Önümüzdeki seçim süreci için sosyalistler arasında söylenen şu tespiti hatırlayalım: Halkın siyasete müdahale olanağı o kadar kısıtlıdır ki, oyunu en anlamlı, faydalı ve optimal şekilde kullanacaktır. Bu tespit mavi yakalı işçinin siyasileşmesi için de geçerlidir: Sendikal faaliyetin bile bu kadar risk taşıdığı bir ortamda bir de sosyalist siyasi çalışmaya girmek, işçi için riski 2 misli artıracak, patronların öfkesine bir de bu sefer devletin darbeleri eklenecektir. İşçinin sosyalist siyasete katılmak için “barutu” (enerjisi ve olanağı) son derece düşük, buna karşılık alacağı riski ve göstermesi gereken fedakârlık oldukça yüksektir. Bu denklemde sosyalist söylemleri (doğası gereği) doğru bulmaya açık olan işçi, buna karar verdiğinde bu tercihini kendisi için en anlamlı, yani en faydalı, en verimli, yaptığı ek katkının somut faydalarını en çok görme olanağını sunacak ve yaptığı tercihi arkadaşlarıyla rahatça paylaşabilecek kadar güven veren ve saygın olan bir yapıya yapacaktır. Başka bir deyişle mavi yakalı işçinin siyasileşmesi, toplumda sosyalizmin fikirsel saygınlığı ve bunu temsil eden bir yapının (ya da yapıların) ortaya çıkma olgusuyla doğru orantılıdır. 1980’den beri marjinalliği aşamayan sosyalist grupların, bu kesim içinde sürükleyici olamamalarının ardındaki temel gerçek budur.

Bugün TİP bu güveni verecek bir noktaya doğru hızla yürümektedir. Gençler, kadınlar, aydınlar, gri yakalılar arasında önemli bir güç kazanan, parlamenter platform üzerinden ürettiği mesajlarla kitlelerde pozitif bir yankı bulan TİP, mavi yakalının az ve oldukça değerli “politik sermaye”sini rahatlıkla emanet edeceği bir profile doğru ilerlemektedir ve daha şimdiden bu kesimden TİP’e başlayan toplu katılımlar, yağmurdan önceki damlalar gibi, gelecek bir yağmurun habercisi olabilir. Şunu unutmamak gerekir: Sanayi proletaryası, taşıdığı tüm devrimci potansiyelin yanı sıra, çok güçlü bir kolektif zihniyete sahiptir ve dolayısıyla, hiçbir işçi, arkadaşlarına çok ters gelecek bir politik angajmana bireysel olarak girmek istemez. Bu yüzden de bu kesimin devrimci siyasete katılması, bir lokomotifin tekerlerinin harekete geçmesi gibi ağır bir süreçtir; ancak lokomotif bir kere harekete geçtiğinde de önüne çıkan her şeyi ezer geçer. Yukarda bahsettiğimiz damlaları yağmura, yağmuru sağanağa çevirmek için koşullar oluşmaktadır; mesele bu noktadan sonra doğru bir biçimde “yoğunlaşmak”tır.

BİR ZAMANLAR İŞÇİ SINIFI DEVRİMCİLİĞİ

İşçi sınıfı ile sosyalistler arasındaki 40 yıllık makasın yarattığı kötümserlik, bir zamanlar bu alanda kazanılan başarıları dahi birçoğumuza unutturmuştur ve bunlara hala “mazinin yok olmuş güzellikleri” gözüyle bakılmaktadır. Türkiye sosyalist hareketinin ana akımı olan TKP-TİP çizgisi, diğer devrimci yapılanmalardan sadece işçi sınıfını hedef kitle olarak almakla değil, bizzat parti bünyesini de işçilerden oluşturmakla kendini ayırt ettirdi. Hatırlayalım: 1.TİP’i işçiler kurdu. Kemal Türkler, İbrahim Güzelce, Rıza Kuas, ve diğerleri kendi mesleklerini adını taşıyan bu partiyi bizzat kurdular. Bu partinin MYK’sında Aybar ve Boran‘ın yanında yer alan Kemal Sülker, Kemal Nebioğlu, Rıza Kuas, Ali Karcı işçiydi. 2.TİP de bu sınıf çizgisi geleneğini aynı kararlılıkla sürdürdü. Partinin en önemli örgütlerinden İstanbul İl örgütünün başkanı, Bursa otomotiv sektöründen öncü bir işçiydi. 2.TİP’in ilçe örgütlerinde, bugün sosyalist örgütlerdeki “kadın kotası”na benzer bir kota (adı verilmese de) fiilen uygulandı ve ilçe komitelerinde hep işçilere öncelik verildi. İşçi örgütlemesinde TİP’ten daha başarılı olan TKP’nin örgütsel yapısında ise, bu sınıfsal kimlik ve işçi vurgusu çok daha belirgindi. Parti lokaline gelen herkes, genç, memur kadın, mühendis, orada işçileri gördü ve sosyalist siyasetin kültürünü onlarla birlikte inşa etti. (o dönem çiçeği burnunda bir üniversite öğrencisi iken partiye yazıldığımda, ilk ilçe başkanım ilkokul mezunu bir cam işçisiydi; ve onunla sabaha kadar yaptığım sohbetlerde çok şey öğrendim.)

İşçilerden partide yönetici yapma, “Marksist bir ideolojik ritüel” değil, çok somut

değerler katan bir pratik oldu. O ana kadar işçi sınıfını salt Jack London ve Gorki’den öğrenmiş olan genç kadrolar, bu işçi arkadaşlardan ve yöneticilerden neler öğrendik? Öncelikle mücadele deneylerini ve toplumsal mücadelelerin, toplumsal başkaldırının küçük bir minyatürü olan ve ona ait tüm öğeleri kendi içinde barındıran, bu yüzden de haklı olarak “savaş okulu” denilen “grev ve direniş”in mantığını ve mekanizmasını öğrendik. Grevi örgütleyecek öncü iradenin oluşması, bu iradenin kendi içinde örgütlenmesi, kararsız unsurların ikna edilmesi ve kazanılması için kullanılan taktikler ve üslup, devrimci mücadelenin olmazsa olmazı olan gizlilik ve konspirasyon, yani patronun ve onu her tarafa yayılmış muhbirlerinin burnunun dibinde mücadeleyi ilmek ilmek örmek, direniş başlayınca düşmanla pazarlığa girişmek, burada esnek ve kararlı olmak, direniş esnasında kaçınılmaz olan keskin ve maceracı savrulmaları engellemek, ve sonunda direnişi başlatmaktan daha da zor olan, onu doğru ve uygun bir noktada kazanımla sonuçlandırmak. Bu süreçlerde kazanılan siyasal, taktiksel ve örgütsel becerileri partiye taşıyıp onları daha büyük bir hedef için, bizden çalınan artı değerin sadece bir kısmını geri kazanmak değil, onun tümünü ele geçirmek ve yönetmek mücadelesinde, yani kutsal sosyalizm mücadelesinde kullanmak. İşçi sınıfı devrimciliği buydu.

Bu süreçte sınıfın dışından gelen partili kadrolar, öğrenciler, aydınlar, gençler bu ortak yaşanmışlık içinde sınıfın bütün kafa yapısını, rasyonalitesini , hassasiyetlerini, onun iç dünyasını kaptılar, sevinçleri olduğu kadar acıları da birlikte paylaşarak onunla bütünleştiler, Koca örgütler likide edildiğinde, sosyalist ülkeler kağıttan şatolar gibi birer birer yıkıldığında bizler yıkılmadıysak, bunu işçi kadrolarla verilen ortak mücadelenin bize kattığı değerlere, bu değerleri bize kazandıran o “pratik eğitime” borçluyuz. Bu özgün eğitimi, ne bizler için değeri tartışılmaz olan “Kapital”in zeka dolu analizleri, ne de Lenin’in bir “devrimci politika ansiklopedisi” olan 45 ciltlik muazzam eseri tek başına verebilir. Ancak sınıfın mücadeleci unsurlarıyla ortak yaşanmışlığın vereceği bu eğitim, hiçbir sosyalist kadronun mahrum kalmaması gereken ve bugün yeniden inşa etmemiz gereken bir olgudur.

Bu aktardığımız sınıf devrimciliği için bugün şöyle görüşler mevcuttur: “Bu bahsettiğiniz 70’lerdeki zamanın ruhuydu. Şimdi ortam değişti. Sınıf da değişti, mücadele gündemi de değişti, artık bu ruhu veri almanın anlamı yok” Bu görüş tümüyle reddedilmesi gereken bir yanlışın ifadesidir. Asıl sorgulanması gereken, liberalizm, kimlikçilik, sınıftan kaçma ve “başka umutlara bel bağlama”nın moda haline geldiği, yenilgi ve gerilemenin tortularını hala taşımaya devam eden bugünkü zamanın “sözde ruhu”dur. Sosyalist partiyi gri veya mavi yakalı, tüm işçilerin kendi öz siyasal mücadele örgütü haline getirme kararlılığı, herhangi bir “zamanın” değil, sosyalizmin ezeli, ebedi, evrensel “ruhu”dur, özüdür, varlık sebebidir!

İŞÇİLERİN PARTİSİ OLMAK NEDİR?

Bu soruya somut bir durumdan ve tersten cevap verelim: 1990 sonrasında yasal planda gelişen sosyalist örgütlenmelerin kitle profili öğrenciler, kadınlar, mühendisler, kamu çalışanları ve gri yakalı işçilerden oluşmaktadır ve bu profilin ortak özelliği, Türkiye ortalamasına göre yüksek bir eğitim seviyesi, ortak kültürel ve tüketimsel alışkanlıklar, hatta zevkler ve buna dayanan ortak bir yaşam tarzıdır. Bir mavi yakalı işçinin sosyalist bir örgütün lokaline geldiğinde orada karşılaşacağı bu profile yabancılık çekeceği açıktır. Bu mavi yakalı (veya yakalılar) girdikleri ortamda marjinal kaldıkları sürece ya yabancılık çekmeye devam edecekler, ya da uyum göstermek için bu profilin yaşam tarzını taklit etmeye çalışacaklar, bu durumda da kendi ait oldukları kitleden, yani sınıftan kopma riskiyle karşı karşıya kalacaklardır.

İşçilerin partisi işte bu durumun aşıldığı somut bir hedeftir ve şöyle anlatılabilir: Bir fabrika işçisi sosyalist bir partinin lokaline gidip fabrikasına döndüğünde, arkadaşları ona “şu gittiğin XX partisi nasılmış, kim var kim yok, anlat bize” dediklerinde “orada çok düzgün, bizi iyi anlayan okumuş arkadaşların yanı sıra bizim fabrikadan, yandaki fabrikalardan epey adam gördüm. Başka sektörlerden de bizim gibi işçiler var. Resmen “bizimkilerin” yönettiği ve yürüttüğü bir parti. Kendimi temiz, nezih bir arkadaş ortamında hissettim” cevabını verebilmesidir.

Bu daha genel planda, gri yakalıların, kadınların, gençlerin, akademisyen ve mühendislerin, öğretmenlerin yanı sıra metalürji, maden, kimya, ulaşım, petrol, tekstil, nakliye, inşaat sektörlerinden işçilerin, sadece parti saflarını değil, onun ilçe, il, ve Merkez örgütlerinde giderek yönetici olabildiği, partide somutlaşan sosyalist iradeyi bu sektörlere taşıdığı bir yapı kurmaktır. Sefalete ve aşağılanmaya karşı bir isyan örgütü olan sosyalist partinin saflarını sadece eğitimli ve aydınlanmış unsurlara değil, “en alttakilere”, ekonomik ferahlama dönemlerinde bile hiçbir yere “sıçrama” şansı olmayanlara, “allahın amelesi” diye aşağılananlara, ama günü geldiğinde (meşhur öyküde olduğu gibi) “iki sınıf var, birinden değilsen öbüründensin” deme kararlılığını gösterecek unsurlara açmalıyız. İşçi sınıfının üretimden gelen gücünü kullanabilmenin, ve toplumsal mücadelelerde yırtıcı ve sonuç alıcı olabilmenin zorunlu koşulu budur.

 Böyle bir parti kurma görevini hayatını işçi sınıfına adayan, tarihsel TİP’in ve DİSK’in kurucusu olup faşistlerce katledilen Kemal Türkler’e borçluyuz. 1981’de polis tarafından sokakta katledilen deri işçilerinin lideri Kenan Budak’a borçluyuz. Bunu sosyal demokrat kökenine rağmen 12 Eylül’de mahkemelerde komünizmi savunan ve işkence gören Abdullah Baştürk’e borçluyuz. Son olarak bunu hayatını işçi örgütlenmesine adayan, büyük bir umutla başladığı işçi çalışmasının meyvelerini toplayamadan genç yaşta aramızdan ayrılan Utkan Adıyaman kardeşimize borçluyuz. Her ölüm acıdır, ama genç ölümü (hele bizim gibi yaşlılar yaşamaya devam ederken) daha da iç parçalayıcıdır. Acıyı bir kararlılığa çevirmek, bunu onların ve kaybettiğimiz tüm işçi sınıfı kahramanlarının anısına verilen bir sözle perçinlemek ve TİP’i “işçilerin partisi” haline getirmek hedefimiz olmalıdır.

Bunu da mutlaka başaracağız.

 

 

 

 

DAHA FAZLA