Gezi’nin yeni coğrafyaları
Oldukça yıpratıcı iş koşulları altında, çok uzun süreler dahilinde ve düşük ücretlere çalışan geniş kesimler açısından işçi kalabilmek ya mümkün görünmüyor ya da zaten kalmak da istemiyorlar. Kitlesel ve politik bir hareket ortaya çıkarmayı hedefleyen bir politik öznenin bu umutsuzluk/kaçış dünyasına seslenebilmesi gerekiyor.
Ahmet Bekmen
Cenk Saraçoğlu 11 Nisan 2023 tarihinde Gazete Duvar’da “TİP üzerine taraflı ama nesnel bir yazı” başlığıyla önemli bir yazı yayınladı. Türkiye İşçi Partisi’ni Gezi’nin açtığı stratejik bir kulvara yerleştiren Saraçoğlu’nun bu yazısı seçim sonrası süreçte, iyi bir tartışmayı devam ettirmek için daha da önem kazandı.
Yazı siyasal bir stratejinin farklı unsurlarına değiniyor olsa da şu satırlarda öne çıkan mevzunun daha önemli olduğunu düşünüyorum:
“Gezi, Türkiye’de sınıf mücadelesinin yalnızca doğrudan meta üretimi faaliyetinde bulunan sanayi proletaryasını değil aynı zamanda kentsel yeniden üretim ve dolaşım çevrimlerinde ücretli olarak istihdam edilen ve gittikçe güvencesizleşen kentli beyaz yakalı emekçileri içerdiğini, sınıf siyasetine yaklaşımın bu gerçekliği göz önüne alarak yeniden biçimlenmesi gerektiğini çıplak biçimde ortaya koydu. Bu aynı zamanda sınıf mücadelesinin mekanının yalnızca fiili üretim sahaları değil kent yaşamının bütünü, asli konusunun da kent yaşamının yeniden üretimine dair “her şey” olduğunu gösteriyordu. Gezi; sol/sosyalist siyaseti sınıf mücadelesinin bu genişliği üzerinden yeniden düşünmeye zorlayan bir dinamikti.”
Beyaz yakalılar ve kent mekânı, birçok başka ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de sınıf mücadelesinin tartışılan boyutları haline geldi. Fakat Türkiye’de de muhalefet dinamiğine yön ve karakterini veren husus otoriterleşme oldu. Her yakadan emekçiyi yoksullaştıran ve güvencesizleştiren, kent mekânlarını ve doğayı talan eden, milliyetçi, ırkçı ve reaksiyoner siyaseti kitleselleştiren, devlet iktidarını mülk edinmeye yönelen sağ otoriter güçler karşısında “birleşmeye” yönelik ihtiyaç muhalif siyasetin gücünü olduğu kadar sınırlarını da belirledi. Gezi ve benzeri isyanların gizil anti-kapitalist ya da neoliberalizm karşıtı güçleri yok olmadılar, fakat siyasal alanda ortaya çıkan açık kutuplaşmalar içerisinde eridiler. Gezi’nin açık veya potansiyel olarak taşıdığı, Saraçoğlu’nun belirttiği şekliyle “yaşamın bütününü kapsayan” farklı demokratikleştirici yönelimler, tek adam rejiminin belirlediği politik ortamda tek bir hedefe, otoriter konsolidasyonu durdurmaya odaklandı.
Tek adam iktidarının seçimde bu seferki galibiyeti Türkiye’de solun stratejik yönelimi açısından yeni bir tartışmayı gerekli hale getirdi. Zira olan şey sadece bir seçim yenilgisi değil, Gezi’den bir süre sonra başlayan ve iktidar karşıtı muhalefeti çeşitli seçim taktikleri çerçevesinde biçimlendiren ana akım siyasal stratejinin sonu. Bir süredir önümüze düşen seçim sonuçları bize şunu söylüyor: İki politik blok kafa kafaya kalıyor ve iktidardaki blok, son yerel yönetim seçimleri hariç, çeşitli seçim dışı mekanizmaları da devreye sokarak galebe çalmayı başarıyor. Üstelik bunu her türden ekonomik ve doğal felaket ortamında da sürdürebiliyor. Politika yapmaya elbette devam edeceğiz ama öyle görünüyor ki farklı politik kombinasyonları devreye sokarak mevcut iktidar blokunu dağıtamıyoruz. Aksine, o blokun hâkim kanadı olan Saray farklı kombinasyonlar devreye sokabilme kapasitesine daha fazla sahip.
Kısacası politik taktiklerin ötesine geçen ve politik blokların toplumsal zeminlerini merkeze alan stratejik bir tahayyülü yeniden hayata geçirmek durumdayız. Bu elbette politik alanın gereklerine yüzümüzü dönüp, kendimizi toplumsal alana “gömmemiz” gerektiği anlamına gelmiyor. Aksine politik alandaki kazanımları çoğaltmak ve derinleştirmek, politik gündeme ve insanların zihinlerine devamlı müdahil olacak çok boyutlu bir “politik makine” inşa etmek oldukça önemli. Bu olmadan toplumsal ve sınıfsal alanlarda derinleşmek oldukça zor. Fakat öte yandan hem gerçek, organik bir siyasal aktör olabilmenin hem de otoriter yönelimin giderek koyulaşmasına yol açan iki blok arasındaki kitlenmenin aşılabilmesi stratejik düzeyde bir toplumsal blok inşası perspektifini edinmeyi gerektiriyor.
Toplumsal Blok İnşası
Net bir şekilde ortaya koyarak başlayalım: Sınıfsal ittifaka dayanan bir toplumsal blok inşa etmeliyiz. Ancak böyle bir blok inşa ettiğimizde siyasetin inişli çıkışlı gündem ve etkilerinden yıpranmayan bir politik blok inşa etmemiz mümkün hale gelir. Sınıfsal ittifaktan ne kast ettiğimi çok basite indirgeyerek ifade etmeye çalışayım. Sınıf ittifaklarını esas alan toplumsal blok inşaları kendi içlerinde farklı fraksiyon ve katmanlar barındıran işçi sınıfı, sermaye sınıfı ve bu ikisi arasında salınan orta sınıfların farklı yan yana gelişlerini ifade eder. Bu yan yana gelişler politik aktör tarafından kurulur, inşa edilir. Örneğin 1990’lardan itibaren Türkiye’de siyasal İslamcı siyaset, işçi-emekçi kesimleri içerisindeki yeni ve örgütsüz kent proletaryası ile sermaye sınıfı içerisinde kendine bir yol açmaya çalışan küçük ve orta ölçekli sermaye kesimlerini bir toplumsal blok haline getirmeyi başardı. Bu sadece söylem ve ideoloji üzerinden gerçekleştirilen bir inşa değildi. Anadolu’nun ve büyük şehirlerin yeni sanayi havzalarında bu iki sınıf kesimi mekâna ve endüstriyel ilişkilere dayanan ortaklıklara sahiplerdi. Normalde işçi-işveren ilişkisi olarak gerçekleşecek bir ilişki, siyasal İslamcı siyasetin örgütsel yetenekleri ile bir toplumsal bloka dönüştü. İş bulma, ihale verme, kentte ayakta kalma pratikleri İslami-muhafazakâr bir ideoloji ile politik bir bloka evrildi.
Solun toplumsal blok inşasına yönelik girişimleri nitelik olarak farklı karakterdedir. 1960’lardan itibaren başlayan sol dalgaya bakarsak, aslında toplumsal olarak statü atlayan kentli orta sınıfların bir kısmı ile (1960’ların birçok genci kendi ana-babalarından daha iyi koşullarda yaşamaya adaydılar) giderek kentleri dolduran işçi sınıfının örgütlü ve öncü kesimlerini görürüz. Sendikal hareket, emekçilerin yaşam alanlarına işleyebilmiş teşkilatlar, meslek odaları vs. bu blokun maddi dayanaklarıydı. Neoliberal programın en büyük başarısı, solun farklı ülkelerde farklı biçimler altında gerçekleştirdiği bu yakınlaşmayı yok etmek oldu. İşçi sınıfı örgütsüzleştirildi ve dağınık bir “yığın” haline getirildi. Orta sınıfların çeşitli kesimleri ise piyasa fırsatlarının ortaya çıkardığı “tünel efekti”nin etkisi altında yeniden biçimlendi.
Fakat köstebek kazmaya devam etti. 2000’lerin başlarından itibaren üzerine konuşulan, 2007/8 küresel krizi ile eyleme geçenler işçileşmenin baskısı altına giren ve 1960’lardaki muadillerinin aksine, ana-babalarından daha kötü koşullarda çalışmaya ve yaşamaya aday orta sınıf kesimleri. Meydan hareketlerinden kapitalizmin merkezlerinde yükselen sol dalgaya kadar farklı siyasal ve toplumsal hareketlerde bu kesimin ağırlığı hissediliyor. Fakat yetmiyor! İngiltere’de yaşanan Corbyn deneyimi bu açıdan adeta laboratuvar niteliğinde. Londra ve güneyindeki bölgelerde ağırlığı bulunan işçileşen beyaz yakalıların ve sendikaların toplumsal arka planını oluşturduğu Corbynci hareket, kuzeyde sanayisizleşmenin ortaya çıkardığı işçi sınıfı mezarlıklarında yaşayan kesimleri kendisine bağlayamadı. Milliyetçi, ırkçı ve popülist bir sağın Brexit kampanyası etkisine bırakılan bu kesimler 2019’daki seçim sonucunu Corbyn’in aleyhine çevirdi. Güneyin genç beyaz yakalı aktivistleri kuzeydekilerle ittifakı gerçekleştirebilecek bir politik özne yaratamadıkları için yenildiler.
Türkiye toplumsal formasyon açısından İngiltere’den oldukça farklı. Evet, giderek işçileşen bir orta sınıf kesimi burada da büyüyor ve Gezi’de olduğu gibi siyasal ve toplumsal muhalefet hareketlerinde varlığını hissettiriyor. Fakat İngiltere’den farklı olarak burası mavi yakalı işçilerin de ülkesi hala. Artık sadece Marmara havzasında değil, Anadolu’nun birçok şehrinin çeperlerinde Organize Sanayi Bölgeleri yükseliyor. Lafı uzatmaya gerek yok: Hedefleyeceğimiz toplumsal blok inşasının iki temel aksını bu kesimler oluşturuyor.
Bu hiç kolay bir iş değil. Bu iki kesimi “doğal müttefik” olarak görmemek gerekiyor. Hatta mevcut iktidar bloku çeşitli taktikleri bu kesimleri ayrıştırmak üzerinden şekilleniyor: Asgari ücret seviyesini görece yüksek tutarak, metalaşmanın görece daha düşük düzeyde yaşandığı bölgelerde geçimi zorlaşsa da sürdürülebilir halde tutuyor ve böylelikle özellikle mavi yakalı işçileri yörüngesinde tutmaya çabalıyor. Metalaşma seviyesinin daha yüksek olduğu metropol bölgelerinde ise asgari ücretin bir veya iki seviye üzerinde tutulan ücretler geçinmeye yetmiyor ve bu koşullarda yaşayan ücretlilerden daha fazlası yüzünü muhalefete dönebiliyor.
Fakat bu dünyalar birbirinden kopuk da değil. Üstelik Türkiye ekonomisinin içine girdiği zorlu dönem yakınlaşmayı daha da artıracaktır. Önümüzdeki süreçte iş yerlerinde hem iş süreçleri hem de ücretler üzerinde baskının artacağını öngörmek mümkün. Baskı ortamı içinde yalnızlaşan beyaz ve mavi yakalı emekçilerin hak arama mücadelelerine direngen bir sendikal hatla cevap oluşturmak en acil görev. İş yerlerinde artacak baskıya göğüs germek, hak aramak ve kazanım elde etmek için sendikalar hala elimizdeki yegâne araçlar. Hangi alanda hangi sektörde nasıl bir sendikal hat izleneceği bu yazının konusu değil. Ama “emekçilerin emekçi kalmak durumunda” oldukları için ortaya çıkan ihtiyaçlara cevap üretmek işin ABC’si.
Fakat bir de “emekçilerin emekçi kalamadıkları ve kalmak da istemedikleri” büyük bir alan var. Güvencesizleşmenin genelleştiği, prekaryalaşmanın bir süreç olarak işlediği beyaz ve mavi yakalı dünyalar için ücretli çalışan olarak emekli olmak giderek gelecek tasavvurlarının dışına çıkıyor. Oldukça yıpratıcı iş koşulları altında, çok uzun süreler dahilinde ve düşük ücretlere çalışan geniş kesimler açısından işçi kalabilmek ya mümkün görünmüyor ya da zaten kalmak da istemiyorlar (Türkiye’de mavi yakalı havzalarında “defineciliğin” ve “bahis oynamanın” yaygın olması ilginç semptomlardır). Kitlesel ve politik bir hareket ortaya çıkarmayı hedefleyen bir politik öznenin bu umutsuzluk/kaçış dünyasına seslenebilmesi gerekiyor. “Güvenceli iş”in yanına “güvenceli barınma”, “güvenceli eğitim”, “güvenceli sağlık”ı ekleyerek bir “güvenceli hayat” tasavvurunu bu kesimlere sunabilmesi önemli bir ideolojik muharebe alanına adım atmak anlamına geliyor. “Az çalışma”nın yanına “çok sosyalleşme” (üçüncü nesil kafeler sadece Moda, Beşiktaş’ta karşımıza çıkmıyor), “çok bireysel zenginleşme” (yaptığım bir alan araştırmasında görüştüğüm türbanlı ve MHP’li bir işçinin görüşme sonrasında keman kursuna gidişini hatırladım birden ya da siz bir işçi sınıfı aygıtı haline gelen TikTok’ta çekilen filmleri düşünebilirsiniz), kısacası “iyi yaşama” tasavvurunu yerleştirebilen bir toplumsal ve politik hareket inşa etmeliyiz.
Ve belki de bu nedenle bugün için emek hareketini bir gençlik hareketi olarak düşünmeye başlamalıyız. Üniversiteye geldikleri andan itibaren önemli bir kısmı ücretli emek haline gelen, üniversitedeki güzel yıllarını üniversite sonrasında kendilerini bekleyen cendereyi düşünerek bir cehennem azabına çeviren beyaz yakalı adayı gençler; giderek daha geç yaşlarda evlenen, piyasanın dayattığı koşullar karşısında akla hayale gelmeyecek yollara başvurarak mavi yakalılıktan yırtmaya çalışan gençler bugün için yukarıda kabaca özetlediğim “umutsuzluk/kaçış”ın ve “iyi hayat beklentisi”nin en yoğun yaşandığı kesimlerdir. Belki de solun gençlik çalışmasını üniversite içi ve sol kadro devşirmeye yönelik bir faaliyet olarak düşünmekten vazgeçmesinin vakti gelmiştir.
Şüphesiz ki direnişin ve muhalefetin coğrafyaları geniştir ve tek olanak bu değildir. Gezi’nin yeni coğrafyalarında hangi söylem ve örgütsel formlarla harekete geçileceği geniş ve kolektif bir tartışmanın konusu olmalıdır. Zira çözüm tek tek kişilerin yazdıkları, yazacakları yazılardan değil, örgütlenmiş politik tartışmalardan çıkacaktır.