ÇEVİRİ | Büyük teknoloji, akademi, parlamenter yapı ve Tekno-Feodalizm
"Siyaseten karar verilen finansman önceliği, ders programları ve eğitim düzenlemeleri hep büyük teknolojinin çıkarlarına hizmet ediyor."
22-12-2020 01:33

Yazar: Jeremy Pitt
Çeviren: Kemal Alper Önsü
Amerika Birleşik Devletleri’nde, sonuna “Kongre” de eklenerek kullanılan Askeri Endüstriyel kompleksi; askeriye, savunma sanayicileri ve politik kurumlar arasında, çok irdelenmeyen, konuşulmayan, gayri resmi üç yönlü bir menfaat anlaşmasıdır. Bir tarafın silahları ve donanımı ürettiği, bir tarafın tedariki üzerinden ticaret yaptığı, son tarafın ise devlet onayını almak için lobicilik faaliyetleri yürüttüğü bu yapılanmadan tüm katılımcıları faydalanmaktadır.
Bu yapı; silahlı kuvvetler, endüstriyel yapılanmalar ve katılımcı politik kurumlar arasındaki iletişim ağı olarak tanımlansa da, devletin yasama ve yürütme kurumlarıyla çıkar grupları arasındaki finansal ve siyasi (politika üretimi ve uygulanması) karşılıklı çıkar ilişkisinin anlaşılabilmesi için Demir Üçgen teriminin kullanılması daha yerinde olacaktır. Çıkar gruplarının desteğiyle seçim gücü alan yasama kanadı, bu gücünü kullanarak yürütme kanadından ve bürokrasiden (vekiller veya Savunma Bakanlığı) siyasi onay ve kaynak alarak bahsedilen çıkar gruplarına minimal denetim ve gözlem altında devlet kaynaklarını ulaştırmakta, bu kaynaklar ise bir sonraki seçimlerde lobicilik faaliyetlerine aktarılarak döngü tamamlanmaktadır.
Bir başka demir üçgen örneği havaalanlarında ücretsiz oturma yerlerinin kıtlığından ve zorunlu tüketimin tuzaklı satışından doğan yılgınlıkta gözlemlenebilir. Genel olarak çoğunluğun çalıştıkları firmalar sayesinde “üye” olarak girebildikleri üyelere-özel salonların görece sükunetinden çok daha rahatsız bir deneyim. Şirketler politikacılara lobi yapar, politikacılar uçak yakıtlarının vergilerini düşürür, havayolları da şirket adına yolculuk yapanlara imkanlar sağlar.
Bu demir üçgenler çoğu sektörde görülmektedir, özellikle muz cumhuriyetlerinin temel özelliklerindendir. Bu terim; sınırlı sayıda ihracata dayanan dengesiz ekonomiye sahip, seçimleri hileli, yozlaşmış ve kendine çalışan siyasi elitlerin kontrolündeki ulus devletlerini, örnek olarak dönemin Honduras, Guatemala ve diğer orta Amerika cumhuriyetleri, tanımlamak için kullanılmıştır. Ancak bu terim günümüzde, neo-kolonicilik üzerinden kendini sömürerek istikrarsızlaştırılmış ekonomiye, şaibeli seçimlere, yozlaşmış ve kendine çalışan siyasi elitlere sahip, Birleşik Krallık gibi, ulus devletleri için de kullanılmaktadır. Günümüzün muz cumhuriyetlerini tanımlamak için kullanılan bir diğer terim ise “dönen kapıdır”, demir üçgende yerini almış yasamadan sorumlu kişilerin bir süre sonra demir üçgenin farklı köşesinde yer alan çıkar gruplarında yönetici konumlara almaları anlamına gelmektedir.
Tekno-feodalizmde, dijital dünyada neyin para kazanacağına ve neye izin verileceğine karşılıklı rıza değil, asimetrik bir güç karar verir.
Tüm bunların doğal sonuçlarından biri oligarşidir, kararlar halka hizmet etmesi gereken bakanlıklarca, ulusal çıkarlar için değil, yönetici bir hizibin çıkarları doğrultusunda verilir.
Kesinlikle hiçbir ilgisi olmasa da İngiliz politikacı "Sör" Nick Clegg örneği durumunun değerlendirilmesi öğretici olacaktır. Nick Clegg, 2007–2015 yıllarında Birleşik Krallık Liberal Partisi liderliği ve 2010–2015 David Cameron'ın koalisyon hükümeti Başbakan Yardımcılığı görevlerini üstlendi (Yanlış yönlendirilen ve yönetilen umutsuz AB referandumunu kaybı dolayısıyla kurban edilerek Sheffield Hallam parlamento koltuğunu kaybetmeden, yani 2015 Genel Seçimlerinde Cameron tarafından kandırılmadan önce).
Clegg'in siyasi "başarıları" arasında, İngiliz siyasetinde dengeleyici bir güç olan Liberal Parti'nin marjinalleştirilmesine, anlamlı bir seçim reformu olasılığının bir nesil daha ortadan kaldırılmasına ve sözleşmeli çalışmayı (Krediyi veren lehine asimetrik olarak ön yargılı olan, kırılamaz veya telafi edilemez bir sözleşmeyle sisteme bağlı çalışan kişiler) arattırmayan öğrenci kredisi sistemindeki ufak değişikliklere işaret edilebilir.
Bu derece başarılı bir geçmişle, kazançlı bir işe girmenin nispeten zor olabileceği düşünülebilir. Ancak, Ekim 2018'de Clegg, Facebook için lobicilik ve halkla ilişkiler sorumluğuyla küresel ilişkiler ve iletişim departmanına başkan yardımcısı atandı.
Üst düzey politikacı olmayla, sosyal medya şirketinde başkan yardımcısı olmanın nasıl bir döner kapıyla birbirine bağlı olduğuna dair kesin bir önerme olmasa da bu durum demir üçgen çerçevesinde sosyal medyanın ve büyük teknoloji şirketlerinin rolünün ne olduğunu ve neye benzediğini merak ettiriyor.
Bir açıklama bu demir üçgenin büyük teknoloji-akademi-parlamento yapılanmalarıyla oluşturulduğudur. Akademi mezunlar üretir; mezunlar büyük teknoloji şirketleri tarafından istihdam edilir; büyük teknoloji şirketleri politikacılara lobi yapar ve politikacılar akademiye yapılacak harcamalar için siyasi onay verir. Veya büyük teknoloji şirketleri akademi için doğrudan finansal destek sağlar; akademisyenler politikacılara bilimsel tavsiyeler verir, politikacılar bu tavsiyeler çerçevesinde, büyük teknoloji şirketlerinin düzenlemelerini kanıta-dayalı formüle ederek politika oluşturur. Hepsi çok rahat ve hatta yapıcı potansiyele sahip: Ne ters gidebilir ki?
İki yönlü akışların her birine bakarsak, aslında oldukça fazla şey ters gidebileceği görülebilir. Mezunlardan başlarsak, üniversitelerin bazı derslerinin içerik olarak sıkıştırıldığı, mesleki etik konularının bir kenara atıldığı, ve tasarım, yaratıcılık, sorgulama özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve yaratıcı düşüncenin tamamen bastırıldığı açıkça görülebilir. Bu durumu George Carlin tarafından “Hükümetler, iyi bilgilendirilmiş, iyi eğitimli eleştirel düşünme yeteneğine sahip kişiler istemiyorlar. İtaatkâr işçiler, makineleri çalıştıracak ve evrak işlerini yapacak kadar akıllı insanlar istiyorlar. Ve buna pasif bir kabullenişle yaklaşacak kadar ahmak.” ifade edilmiştir. Büyük teknoloji şirketlerinin de çalışanlarından benzer şeyleri istedikleri bazen hissediliyor: Makineyi çalıştıracak kadar zeki, ancak zor sorular (örneğin, sürveyans kapitalizmi, yapay zekanın ihlali, dijital bağımlılık vb.) soracak kadar eğitilmemiş (ama kesinlikle yeterli maaşı alan) insanlar.
İkincisi, bazı büyük teknoloji şirketleri seçili bilgileri yayarak (bilgi toplama) veya yayılmasına izin vererek toplumun siyasi karar mekanizmasını çarpıtmaktadır. Cambridge Analytica’nın Birleşik Krallık AB referandumuna müdahalesindeki rolü özenle belgelenmiştir. Bununla birlikte COVID-19 salgını da düşünülürse, yanlış bilgilendirmenin kontrolü aynı derecede endişe vericidir.
Bilimin hastalığa karşı aşı arayışı aynı zamanda, bilimsellikten uzak bir "aşı karşıtı" azınlığın ödün vermeyen yüksek sesi ile mücadele etmek zorunda kalıyorsa, burada halk sağlığına somut bir risk söz konusudur. Bu durum herhangi bir aşılama programına katılımı düşürerek etkisizleşmesine yol açabilir (Bu durumun kötüleşmesinde, ulusal siyasete yabancı müdahale potansiyeli endişesinin ve/veya toplumu yanlış bilgilendirmek amacıyla çalışan paralı trol ordularının rolü yadsınamaz).
Üçüncüsü, finansman sağlanmasındaki siyasi onay süreçleri büyük teknoloji yapılanmalarına fayda sağlama eğilimindedir. Birleşik Krallık'ta bunun iki örneği; Doktora Eğitim Konsorsiyumu'nun (DTC) oluşturulmasında ve yapılan araştırmalarının etkisinde görülebilir. DTC'lerin amacı kohort düzeyinde eğitim programları sağlamaktır, ancak dört yıllık katı bir zaman çizelgesi olması ve pratik eğitime vurgusu; çeşitliliğin azalması, uyumlu olunmaya teşvik ve araştırma temelli eğitimden uzaklaşma (örneğin, garip soruların sorulması) risklerini taşmaktadır. Ayrıca, süpervizörün en baştan itibaren öğrenciye araştırılacak soruları vermek zorunda olduğu dört yıllık bir program, sadece öğrenilen alanın tanımlı olduğu, öğrencilerin sorular sorarak araştırmasına (bazen başarısız da olarak) dayalı bir eğitimden olandan farklıdır. Hibe önerilerinin ve araştırma sonuçlarının sadece ekonomik temelde değerlendirilmesi kısa vadeli çıktılar için özgür düşünmeyi bastırır. Derin öğrenmenin (deep learning) ve diğer algoritma çalışmalarının çoğunun, 1980'lerde başlatılan yapay sinir ağları üzerindeki araştırmalara başladığı söylenebilir (Sadece algoritmaların yeterlilik sağlaması için; hesaplama, ağ oluşturma ve ekipmanların geliştirilerek; yeterli seviyede veri, iletişim ve işlem gücüne ulaşmasını 30-40 yıl kadar beklemek zorunda kaldılar: kuşkusuz güçlü ekonomik teşvik de buna yardımcı oldu).
Politikacılar büyük teknoloji geliştirilmesi için yeni alanları ve süreçleri finanse ettiğinden, randevuların ve promosyonların doğrudan finansmanla ilişkili olduğu akademik dünyada büyük teknoloji şirketleri kime fon aktaracaklarında seçici olabilecektir.
Finansman ön yargısı gerçeğini görmezden gelme pahasına bu durumun gerçekleştiğine dair bir önerge ortaya atılmamıştır, ancak gerçekleştiği varsayılırsa, seçilenler kanıta dayalı politikaların temelini oluşturan bilimsel tavsiyeleri tarafsız olarak sunmayabilirler.
Siyaseten karar verilen finansman önceliği, ders programları ve eğitim düzenlemeleri hep büyük teknolojinin çıkarlarına hizmet ediyor.
Son olarak, finansman programlarını onaylayan siyasi yapı, sadece büyük teknoloji firmalarının aradığı türden mezunlar üreten eğitim programları oluşturulmasına değil, aynı zamanda aynı firmaların tercih edeceği düzenlemelere de odaklanmaktadır. Bu durum özellikle vergilendirme açısından böyledir. Deneysel olarak kanıtlaması zor ama bir iddia olarak ortaya şunu atabilirim; 18 yaşında birini alıp dört yıl boyunca bir kanepede oturtsak, sonrasında hiçbir büyük teknoloji şirketi ona altı haneli maaş teklif etmez. Ancak, eşdeğeri bir genci alıp dört yıl bir üniversitede oturtsak büyük teknoloji şirketlerinden birinin ona altı haneli maaş teklif etmesi mümkündür. Bu denklemde değeri kimin kattığı bellidir (çalışkan öğrenci ve üniversite), bu değer için kimin para ödediği de bilinmektedir (yüksek ihtimalle bir borç batağıyla mezun olan öğrenci), ancak bu durumdan kazanç sağlayanların büyük teknoloji şirketi sahipleri olduğu da eşit derecede ortadadır. Eğer öğrenci kredisi olmazsa olmaz deniyorsa, "daha adil" bir çözüm bulunabilir: Birincisi, her mezunun kademeli olarak ödeyeceği bir lisans vergisi (bu sayede eğitim alan herkes imkanlarına oranla ödeme yaparak, zengin ebeveynlere veya kurumsal “altın tokalaşmalara” ihtiyaç duymadan eğitim alabilir); ve ikinci olarak etkili bir kurumlar vergisi sayesinde menfaat sahibi kurumlar bu kazançlarına oranla toplum ve kamu yararına katkıda bulunabilir.
Yönetimin, düzenlemenin ve vergilendirmenin zayıflaması durumunda, yönetilmesi, düzenlenmesi ve vergilenmesi gereken özel çıkar gruplarının aşırı güçlenmesi sorunu ortaya çıkar, bu durum tekno-feodalizmin tanımıdır.
Feodalizm, hükümdarların bahşettikleri toprak karşılığında aristokrasiden askerlik hizmeti (finansman veya askerlik) talep ettiği Orta Çağ Avrupa'sına egemen sosyopolitik sistemdir. Köylü sınıfı ise, bağlı bulundukları aristokratın topraklarında çalışmak ve verdikleri emeğin ürünlerinin (ve dolaylı olarak kendilerinin) mülkiyetinden vazgeçmek zorundaydı. Karşılığında aldıkları ise etrafta başıboş gezen haydutlara karşı sembolik korumaydı.
Benzer şekilde, tekno-feodalizm de büyük teknoloji şirketlerinin belirli bir işletme alanlarına (arama, e-ticaret, ulaşım vb.) egemen olduğu sosyopolitik ekonomik sistemdir. Seçilmiş hükümetler bu alanları; mali destek ve parlamento sonrası kariyer olanakları karşılığında bu şirketlere bırakmaktadır. Geri kalanımız, (veri üreten) köylü sınıfı, kullandığımız hizmetlere eşitsiz koşullar dahilinde katılmak zorundayız: hizmet karşılığında veri sağlıyoruz, ancak bu değiş tokuşun esas kazananı verileri toplayanlar yani platformların sahipleridir. Veri köylüleri için özel bir risk taşıyan nakitsiz toplum olgusu, nakit paranın hastalık taşıyıcısı olduğuna dair aldatıcı argümanlar üzerinden, özellikle COVID-19 sonrası hızlanarak, kullanıcıların hangi ürünleri alabileceği üzerinde merkezi kontrol sağlayan dijital para birimlerinin (örneğin fiat para birimi gibi) önünü açmaktadır.
COVID-19'un ardından, zayıf yönetimler, büyük teknoloji şirketlerinin mal varlıkları ve altyapıyı ele geçirmesine engel olamayabilir.
Daha önce yerel ekonomilerden servetin sömürülmesinin, teknolojik gelişim için neredeyse hiçbir vergi ödemeden altyapıların mülkiyetinin alınmasının ve üniversitelere kıyasla daha fazla araştırma olanağı bulundurmaları dolayısıyla yeni mezunların şirketlerinin güvenlik duvarlarının arkasında kaybolmasının tehlikelerinden bahsetmiştik. Cape Canaveral’da bulunan ve insanlığın teknolojik başarısının bir anıtı olan NASA Uzay Merkezini ziyaret etmek etkileyici bir ders niteliğinde. Uzay araştırmalarının sonucu olan Saturn V roketlerinin ne kadar büyük, Apollo komuta modüllerininse ne kadar küçük olduğunu öğreniyoruz; aynı araştırmaların gündelik yaşam kalitesini ve toplumsal refahı arttırmada rol oynayan ne çok yan ürünün gelişiminde rol oynadığını da.
Bununla birlikte, site çevresinde yapılacak bir gezi, gereken vergiyi ödemedikleri için kendi özel uzay araştırmalarını finanse etmeyi göze alabilen çeşitli şirketlerinin tabelalarıyla noktalanıyor. Bu manzara, kamu altyapısı üzerine kurulu bu özel sahalarda kamusal eğitim almış bireyler tarafından üretilen yan ürünlerin de özel mülkiyete ait olacağı gerçeğini ortaya çıkarıyor: işte bu tekno-feodalizmdir.
Orta Çağ Avrupa'sındaki vebaların ardından aristokrasinin hayatta kalanları, ölen komşularının malikanelerini devralmak için çok çaba sarf ederek merkezi düzenleme için çok güçlü ve "başarısız olmak için çok büyük" olan "büyük mülkleri" yarattı.
Büyük teknoloji şirketleri, COVID-19'un ardından; varlıkları, şirketleri ve altyapıyı ele geçirerek aynı sonuca ulaşabilir. Uluslararası tekno-feodalizmin yükselişine direnmek için daha güçlü yönetimlere, Elektrik ve Elektronik Mühendisleri Enstitüsü (IEEE) gibi profesyonel organizasyonlara ihtiyacımız var.
https://technologyandsociety.org/the-bigtech-academia-parliamentary-complex-and-techno-feudalism/
İLGİLİ HABERLER
Cem Koro yazdı | Türkiye hangi blokta: Avrasya mı Atlantik mi?
Ergenekon ve Balyoz Davaları ulusalcı damarı etkisizleştirmeye yönelik en güçlü vuruşlardı. Fakat bu dönem Fethullahçıların da orantısız bir şekilde güçlenişine sahne oldu.
08-04-2021 01:07

Cem Koro
Montrö’den çekilme tartışmaları, 104 emekli amiralin yazdığı bildiri, darbeye(!) ne kadar karşı olduğunu göstermek için yarışan kurumlar, siyasetçiler… Bir anda gündemimizi işgal eden, ettiği gibi de AKP’nin dört elle sarıldığı propaganda malzemelerine dönüşen konular bunlar. Peki bundan mı ibaretler? Bütün bu vaveyla basit bir gündem değiştirme operasyonu için mi kopuyor? Buna evet demek ancak Türkiye’deki devlet içi ve dışı çelişkileri küçümsemekle mümkün olabilir. Oysa yirmi yıllık AKP iktidarı bize gündem değiştirme diye adlandırılıp kaçılan konuların gündemin ta kendisi olduğunu öğretmiş olmalı. O halde bu gündemleri geçiştirmek yerine çözümlemek gerekiyor.
Öncelikle söz konusu gündemin çıkış kaynağını hatırlamakta fayda var. Erdoğan’ın İstanbul Sözleşmesi’nden bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle çekilmesiyle başlayan tartışmalar, Meclis Başkanı Mustafa Şentop’un “Cumhurbaşkanı Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nden çekilebilir mi” sorusuna “Evet yapabilir” şeklinde başlayan bir yanıt vermesiyle boyut değiştirmişti. Her ne kadar kendisi sonrasında bunun teknik olarak mümkün olduğunu anlatmak dışında bir amacı olmadığını belirtse de artık ok yaydan çıkmıştı. Kendisinin niyetini okumamız mümkün olmasa da Rusya ile Ukrayna arasındaki gerilimin Avrasya ve Atlantik blokları arasında sıcak çatışmaya dönüşmeye meyyal olduğu bir dönemde Montrö’yü meramı anlatmak için verilen sıradan bir örnek olarak değerlendirmek pek makul gözükmüyor. İşte 104 emekli amirali tavır koymaya sevk eden esas unsur da metinden anlaşılacağı üzere Montrö’nün tartışmaya açıldığı düşüncesi. AKP’nin bu tarz müdahalelere karşı olası tepkisi söz konusu amiraller tarafından bilindiğine göre bu riski almaya değer bir durum gördükleri aşikar. Eğer amirallerin AKP’nin gündem değiştirme siyasetinin parçası olmak için kendilerini tehlikeye attığı gibi saçma bir komplo teorisine sahip değilsek meselenin gündem değiştirmenin ötesinde boyutları olduğunu, dış politikaya ait iki farklı eğilimin karşı karşıya geldiğini kabul etmek zorundayız.
Peki bu iki eğilim nedir? Bunu açıklamak için meselenin çıkış noktası olan Montrö’yü bu kadar önemli kılanın ne olduğunu vurgulamak gerekiyor. Montrö Boğazlar Sözleşmesi teknik ayrıntılara girmeksizin özetlemek gerekirse iki temel unsuru içermektedir:
1. Türkiye’nin Boğazlar üzerinde egemenliğinin tanınması(askeri tahkimat yapabilmesi, geçişleri esasları sözleşmede tanımlanmış şekilde yönetme yetkisi vb.)
2. Savaş gemilerinin geçiş rejiminin Karadeniz’e kıyıdaş ülkelerin lehine düzenlenmesi.
AKP’nin muradının ikinci unsuru tartışmaya açmak olduğu, bunun da Rusya aleyhine ve ABD lehine bir nitelik taşıdığı, amirallerin de bu duruma karşı çıktığı net olarak anlaşılıyor. Buradan da iki eğilim çıkıyor: Türkiye’nin dış politika ekseninin Atlantik bloku olması gerektiğini savunanlar ve Türkiye’nin geleceğini Avrasya blokunda görenler. Birinci eğilimin pazarlıktaki gücünü artırabilmek için Rusya kartını oynayabildiği, taktiksel davranabildiği görülürken ikincisinin daha “ilkesel” bir tutumu olduğu anlaşılıyor. Bunların birer klik mi yoksa konjonktürel olarak değişim gösteren dinamik taraflaşmalar mı olduğunu anlamak için Türkiye’nin uluslararası sistemdeki yerine dair devlet içinde ortaya çıkmış farklı eğilimleri dünden bugüne değin takip etmek gerekiyor.
Bunun için Birinci Paylaşım Savaşı’nın bittiği döneme kadar geri gitmeliyiz. Türkiye’nin emperyal hedeflerle girdiği fakat elindeki toprakların büyük bir kısmını kaybederek çıktığı bu savaşın ardından, kalan topraklarını da kaybetmemek için yürüttüğü Kurtuluş Savaşı’nda tek ve zorunlu müttefiki Küçük Asya’da ve Boğazlar’da İngiliz emperyalizminin hakimiyetini istemeyen Sovyetler Birliği’ydi. Bu, iki taraf için de bir seçim değil zorunluluktu. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığının uluslararası sistemce tescillenmesinin ardından bu ittifak ilişkisi tedrici olarak zayıfladı. Yeni rejim “muasır medeniyetlerle” yani Batılı kapitalist ülkelerle güçlü ilişkiler kurduğu, komşularıyla dostane bağlar oluşturduğu ve bunları yaparken Sovyetler’in gazabını üstüne çekmediği bir döneme ihtiyaç duyuyordu. Böyle bir dönem içerideki iktidarını tahkim etmek için de gerekliydi.
İkinci Paylaşım Savaşı gelip çatınca bu “tarafsızlık politikası”nı uygulamak oldukça zorlaştı. Savaşın başında Nazi canavarının karnını krom ticaretiyle doyuran Türkiye, SSCB’nin zaferinin kesinleşmesinin ardından Türkçü faşist hareketin liderlerine -Nihal Atsız, Alparslan Türkeş vb.- yönelik davalar açarak ve sonunda sembolik olarak Almanya’ya savaş ilan ederek yine teraziyi dengeleme yoluna gitti.
Teraziyi dengede tutmaya dair çaba dünyanın kapitalist ve sosyalist bloklar arasında bölündüğü ve Türkiye’nin bir seçim yapmaya zorlandığı Soğuk Savaş’la birlikte terk edildi. Türkiye’nin tarafı belliydi, “demokrasi”lerin yanı! Kapitalist düzenin ve doğal olarak devletin bekasının yolu NATO’dan geçmekteydi. Bu sebeple Türkiye’deki hakim siyaset DP-CHP bölünmesine rağmen 60’lara kadar bu yoldan gitmekte mutabıktı.
60’lar ve 70’ler ise antiemperyalist ulusal kurtuluş mücadelelerinin, Küba’nın, Vietnam’ın dönemiydi. Türkiye’de ulusal kalkınmacı, “bağlantısız” bir milli demokratik devrimin mümkün olduğuna dair tezler, mantıksal sonucu olan NATO karşıtlığıyla birleşti. Bu tezler ordunun içine sızınca tehlike çanları çalmaya başlamıştı. Devletin içinde iki kutuplu dünyanın sosyalist kutbuna yakın bir klik, ordunun içinde bir cunta olarak oluşmaya başlamıştı. Bu cuntanın yükselen devrimci hareketle birleşme ihtimali Türkiye burjuvazisi ve devletine harekete geçmenin zorunlu olduğunu gösteriyordu. Zira Türkiye egemen sınıfı değil sosyalist blokun herhangi bir kanadıyla ittifak içinde olan sosyalist bir Türkiye’ye, Bağlantısızlar Hareketi içinde ulusal kalkınmacı bir yol izleyen bir Türkiye’ye bile tahammül gösteremezdi. 12 Mart’la devlet, içindeki ayrık otlarını “temizledi”. Tehdit ortadan kalkmayınca faşist kontrgerilla devreye sokuldu, bu da yetersiz kalınca 12 Eylül’de “ordu yönetime el koydu”. Devlet kendi içindeki “sapmasının” kökünü kazıdı. Bunu yaparken bugünkü taraflaşma ve hesaplaşma içinde de önemli rolü olan bir olgu kendisini göstermeye başladı: Türk/İslamcılığın(ülkücülüğün) yani normalde kontrgerillanın motivasyon kaynağı olan ideolojinin sokaktan devlete sızması.
80’lerde ABD karşıtlığı devletin içinde kendisine bir yer bulamadı. Zaten SSCB’nin yavaş yavaş çözüldüğü ve sonunda yıkıldığı bir dönemde bunun nesnel zemini de yoktu. 90’lara gelindiğinde ise bugünkü taraflaşmanın mahiyetini belirleyen üç olgu ortaya çıktı ya da sivrildi; Kürt Siyasi Hareketi (KSH), siyasal İslamcı hareket ve ulusalcılık. KSH devleti dışarıdan sıkıştıran bir etkenken, ulusalcılık ve siyasal İslam devletin içinde de kendisine yer buldu. Ulusalcılığın temel motivasyonu küreselleşmenin ve ABD’nin ulus devleti yok etmesini ve irticanın yükselişini engellemekti. Siyasal İslam farklı tarikat ve cemaatlerle(en önemlisi bilindiği üzere Fethullahçılar) devletin içine sökün ediyordu. Türk/İslamcı hareket ise KSH’nin yükselişini bastıracak bir odak olarak kendisini gösterdi. Bu sayede gerek toplumda gerekse devletin içinde önemli bir güç elde etti.
2000’lere geldiğimizde artık günümüz devletinin bileşimi ana hatlarıyla ortaya çıkmıştı: Türk/İslamcı hareket, siyasal İslamcılar, ulusalcılar… Bu üç kliğe ideolojik angajmanlarındaki fluluktan dolayı bir klik değil öbek diyebileceğimiz NATO’cu Kemalist, sağ Kemalist ya da sadece Atatürkçü olarak ifade edilen grubu da ekleyebiliriz. Bu kliklerin dış politikadaki perspektiflerine baktığımızda iki şey dikkat çekmektedir. Bunlardan birincisi Çin ve Rusya’nın yükselişiyle birlikte Avrasyacılığın ulusalcılığın mütemmim cüzü haline gelmesidir. Bu yükseliş sayesinde ulusalcılar sonunda ABD’ye karşı bir direnek noktası bulmuşlardır. İkincisi ise siyasal İslam ve Türk/İslamcılığın SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte ABD’ye karşı önemli bir hareket serbestisi kazanmasıdır. Onlar için kapitalist Rusya eski dostları ABD’yi köşeye sıkıştırmak için her zaman masaya sürülebilecek bir kart halini almıştır (Bu kartı kullanmayı eski alışkanlıklarından mıdır bilinmez son dört yıl hariç pek tercih etmemişlerdir).
2000’ler ve 2010’lar bu kanatların birbirlerine karşı sayısız hamleleriyle geçti. Ergenekon ve Balyoz Davaları ulusalcı damarı etkisizleştirmeye yönelik en güçlü vuruşlardı. Fakat bu dönem Fethullahçıların da orantısız bir şekilde güçlenişine sahne oldu. 15 Temmuz darbe girişiminin bastırılışıyla birlikte Fethullahçılardan boşalan makamlar siyasal İslam’ın diğer kanatları(diğer cemaat ve tarikatlar), ulusalcılar ve ülkücüler arasında kapışıldı. Bu yeni güç dengesi ise içinde bulunduğumuz siyasal atmosferi yarattı.
Bütün bu anlatılanlar birleştirildiğinde bu ayrışmalara klik denmesinin gayet mümkün olduğu ortaya çıkıyor. Fakat bu oldukça kısıtlı özet bile Türkiye’deki iç çelişkilerin Avrasya-Atlantik ikiliğine sıkıştırılamayacak kadar derin olduğunu gösteriyor. Avrasyacılık ve Atlantikçilik farklı ajandalara ve toplumsallıklara yaslanan, yeri geldiğinde birbirlerinin “kellesini alan” bu kliklerin sadece sureti olabilir, aslı değil.
“Peki tüm bu parçalılığa rağmen devletin nasıl tek bir dış politikası olabiliyor?” sorusu sorulabilir. Bunun iki yolu var: Ya başat klik kendi politikasını dayatır ya da klikler arası asgari bir müşterek, devlet politikası haline gelir. Birincisinin örneğini Suriye ve Libya’daki İhvancı hamlelerde, ikincisinin örneğini ise Kürtlere karşı uygulanan politikada görmek mümkün. Yani bu parçalı yapısına rağmen devleti bir bütün olarak değerlendirebiliriz. O halde kliklerin hangi bloka yakın olduğunu tartıştığımız gibi devletin de hangi bloka yakın olduğunu tartışabiliriz.
Yukarıda da özetlendiği gibi Soğuk Savaş süresince bunun şeksiz şüphesiz tek bir cevabı vardır: Atlantik. Bu zaman aralığını Soğuk Savaş’ın bitiminden neredeyse günümüze kadar uzatmak da mümkündür. Ulusalcılığın güçlendiği dönemleri bunun istisnası sayamayız zira ulusalcılığın Avrasyacılıkla yaptığı mantık evliliğinin bir aşka dönüştüğü 2010’larda bile bu eğilim devletin dış politikasını belirleyebilecek bir etkiye sahip olmadı.
Türkiye’nin Atlantik dışındaki bir ihtimali ciddi olarak yoklamasını ulusalcılığın güçlenmesi değil ABD’nin YPG’ye Kobani süreciyle başlayan ve günümüze kadar artarak devam eden askeri desteği tetikledi. Bu gelişme kliklerin bir mutabakat halinde Avrasya’ya yönelmesine sebep oldu. Bu durum Türkiye’nin kağıt üzerinde NATO üyesiyken Rusya’yla çok yakın ilişkiler kurması sonucunu doğurdu. Öyle ki Türkiye’nin NATO üyeliği pek çok odak tarafından sorgulanır hale geldi. AKP ve MHP için taktiksel, ulusalcılar için ilkesel olan bu dış politika dört yıl boyunca önemli badirelerle karşılaşsa da devam etti. Şimdiki Ukrayna badiresi ise Rusya’nın otuz dört Türk askerini katlettiği saldırıdan bile daha netameli gözüküyor. Çünkü bu sefer Türkiye manipüle edilmeye müsait iç kamuoyu değil Atlantik bloku tarafından sıkıştırılıyor.
Türkiye geçmişteki zorunlulukların aksine şu anda alt emperyalist bir aktör olarak seçim yapabilecek durumda. Siyasal İslamcıların ve Türk İslamcıların tercihlerini Atlantikçi asıllarına rücu etmekten mi, Avrasya’ya daha da bağlanmaktan mı yana kullanacaklarını zaman gösterecek. Karar alıcı konumda olmayan bir baskı unsuru olarak Avrasyacıların neler yapacaklarını da…
Volkan Şahin yazdı | Emekçilerle sanat yapmak üzerine
06-04-2021 08:34

Volkan Şahin
Bazı başlıklar okurundan önce yazarlarını korkutur. Özellikle öncül önermeleri olanlar böyledir. Bizim yazımızın başlığında da kimi farklı öncül önermelerin bir çıkarımının geçerli olduğu iddia ediliyor. Sanırım burada yazar olarak formel mantığı bir kenara bırakarak konuyu hepimiz için basitleştirme görevi bana ait.
Kapitalist toplumda emekçi sınıfların uzun çalışma saatlerinden sonra emek güçlerini yeniden üretmeye ayırdıkları sürenin kısalığı, ruhsal yeniden üretimlerine sıra gelmesine engel teşkil ediyor. Bunu hepimiz biliyoruz. Ek olarak, kitle iletişim araçlarındaki sanatvari yapımların fiziksel yeniden üretim sırasında, ruhsal yeniden üretimin de kotarılmasına olanak tanıdığı kabul edilebilir. Fakat bu sanatvari yapımlar geniş emekçi kitlelere egemen ideolojinin aktarımını yapmaktadırlar. Bunu da biliyoruz.
Burada öncelikle irdelememiz gereken şey, ruhsal yeniden üretimin sanat ayağındaki pratiğin çarpıklığıdır. Televizyonu, tableti, bilgisayarıyla kitle iletişim araçları, sanat mekânını ortadan kaldırmıştır. Dolayısıyla izleyici tek yönlü bir alıcı haline gelmiştir. Oysa eser ve izleyicisinin uzamda ve zamanda birliği sanatın olmazsa olmazlarından biridir. “Birliktelik” yerine “birlik” vurgusu yapmamın nedeni estetiğin diyalektik yasalarıdır.
Eser sadece bir verici, izleyici sadece bir alıcı değildir. Eser, her ne kadar sanatçısının yaratıcılığı ile nesnel gerçekliğin bir yeniden üretimiyse de ne yaratıcısının öznel algılarının ne de onda ifadesini bulan toplumsal bilincin bir cisme hapsedilmesidir. O, hareket halindeki bir dünyanın ortasında durmaktadır. Üstelik o dünyayı değiştirme “hünerine” de sahiptir.
İzleyiciler ise tıpkı sanat yaratıcıları gibi hem psikolojik temelli estetik tutumlara sahipler hem de şu ya da bu ölçüde toplumsal bilinci1 taşıyorlar. İzleyicinin durumuna bir de ilgili sanat hakkındaki yetkinlik seviyelerini de eklemek gerekir.2 Bu durumda eser için izleyici pasif, ne verirse onu alan bir alıcı olmuyor.
Burada mümkünse, okurun hemen yanı başında bir müzik aleti çalındığını hayal etmesini istiyorum. Pek çoğumuz bu deneyime sahibizdir. Müzik aleti kendi yapısının el verdiği biçimde havaya titreşimler yayar. Biz sadece kulağımızla değil, bedenimizle de hissederiz müziği. Oysa telefonumuzda kulaklıkla dinlediğimizde, kulaklığa ne kadar para dökmüş olursak olalım, müzik aletleriyle aynı ortamda olmadığımız için havaya yayılan titreşimlerle bütünleşemeyiz.
Bu örneği farklı farklı sanat dallarına genişletmek mümkün. Resmin küçük bir ekrandaki fotoğrafıyla kendisi arasında bir fark olacağını kabul etmeyecek kimse yoktur. Televizyon ekranında bütün karakterler dans edebilir. Ancak karşımızda gerçekten dans eden birisini görene kadar sürer bu düşüncemiz. Tiyatro sahnesine haykırarak çıkan bir oyuncu ile yoğun keman sesleri arasında mıymıy konuşan dizi oyuncusunun etkisi aynı olamaz. Dahası aynı tiyatro oyununun videosu da aynı etkiye sahip olamaz.
Hazır olumsuz cümlelerle keskin ifadeler kullanmaya başlamışken başka bir iddia daha atayım ortaya:
Demek ki, tüm bu nedenlerden ötürü sanatvari yapımlar ortaya yeni sanatçılar çıkaramaz.
Yorgun argın evine gelmiş bir emekçinin tamamen pasif bir alıcı olarak gömüldüğü koltuğunda böylesi yaratıcı bir heyecan duyması mümkün müdür? Sosyalist okurumuz “geçim şartlarını kafasına takmış” emekçinin sanatı düşünemeyeceğini iddia edebilir. Kısmen doğrudur da. Yazının bundan sonrasını “yaratıcı heyecanın” ve “geçim şartlarının” sanatsal faaliyette birbirini tetikleyebileceği ön kabulüyle okumalarını rica edeceğim.
Sanatvari yapımları sanat olarak kabul ederek soralım: Ben sanat yapmayacaksam kim sanat yapacak?
Neoliberalizmin buna cevabı çok basit: Uzmanlar.
Sistemin, siyasette ve diğer kültürel alanlarda olduğu gibi sanatı da tamamen toplumdan, bireyden kopardığını söyleyebiliriz. Gerçekten de burjuva medyanın kültür ve sanat yayınları erişilemez yetenekler ve başarı hikayeleriyle doludur. Bu başarılara ulaşmak için herkesin eşit fırsatlara sahip olduğunu kimse kabul etmez sanırım. O kadar kesin bir tutum vardır ki, örneğin herhangi bir sokak tiyatrosunun haber değeri yoktur. Böyle olduğu gibi bu tarz haberler sadece uzmanların seyredeceği kanallarda ve saatlerde yayınlanır. Tıpkı ekonomi haberleri gibi.
Bize ise magazin haberleri kalır. Biz de sanatı oradaki ünlülerle özdeşleştiririz. “Güzel dizi oyuncusu”, “yakışıklı şarkıcı” kimimizde sadece hayal edebileceğine inandığı bir ulaşılmazlığı, kimimiz için irite duygusunu uyandırır. Son tahlilde kimsede “yaratıcı heyecan” kalmadığı gibi onun varlığına dair bir bilgi de yoktur.
Başlığımıza geri dönecek olursak emekçiler sanat yapmamaktadır. Sanatı uzmanlar yapmaktadır.
Sosyalist sanatçılar bu resmin neresindedir?
Halkın dışında değillerdir. Halkla birlikte sanat yapmaya çalışmaktadırlar. Çoğu kez sistemin acımasız baskısıyla karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu bizim dönüp dönüp örnek alacağımız onurlu tarihimizdir.
Şimdi hayat bizi yeni adımlar atmaya itiyor.
Emekçileri sanatvari yapımlar yerine gerçek sanatla buluşturacak yaratıcı çözümler bulmak zorundayız. Bunların bir kısmı tarihimizde var. Sokak tiyatroları, halk koroları gibi. Genel olarak toplumda daha az bilinen resim ve heykel için de fikirler üretebiliriz.
Bunu nasıl yapacağız?
Benim tartışmak istediğim tam da bu. Önce kendimizden başlayacağız.
Sanatçılar, uzman olmaktan vazgeçmeliler. Uzman olmakla sanatsal üretim arasında hiçbir bağıntı yok. Âşıklar, türkü üreten binlerce köylünün uzantısıdırlar. Onlardan ayrı, onlar için türkü yakan değildirler.
Sistem, tüm araçlarıyla emekçilere saldırırken, ideolojik olarak da çeşitli mevziler kuruyor. Sanatçıların payına da “şayet sanatını yapabilmek istiyorsan marka olmalısın” baskısı düşüyor. Halktan yana sanatçılar bile bu kaba sığmaya çalışıyor. Yoksa internette izlenmesi bile olmuyor. İzlenme olmayınca konser, sergi vs. olmuyor. Geçim sıkıntısı baş gösteriyor. “Görünür kal, hayatta kal!”
Görünür olmamız gereken yer emekçilerin yanıdır. Sanatımızı anlayıp anlamamaları talidir. Koreografiyi veya çoksesli müziği anlayamamaları aşılabilir. Biz emekçileri görmeden, onları anlamadan, onların bizi görmelerini, bizi anlamalarını bekleyemeyiz.
Seyirlik köy oyunlarına tüm köy halkı katılırdı. Geleneksel tiyatro halkın içinde yapılırdı. Plastik sanatların halka uzak olduğu bir yanılsamadır. Otuzlar Türkiyesi’nde değiliz. Fotoğraf ve sinema için teknik olanaklar yaygınlaştı. Bir grup emekçiyle telefonlarımızı kullanarak film çekebeliriz. Kime ne?
Daha fazla örneğe ihtiyacımız yok. Daha fazlasına ihtiyaç duyduğumuz tek şey var:
Cesaret!..
***
1- Toplumsal bilinçten en başta ideolojiyi ve kültürü anlamamız gerekmektedir. Estetikte kişilerin öznel durumları ile toplumsallıklarını ayırt edebilmek adına ben de kişisel bilinç-toplumsal bilinç gibi bir ayrıma gidenlerdenim. Son tahlilde bilincin hem maddi dünyanın bir yansıması hem de kişisel ve toplumsal bilgi birikiminin diyalektik birliği olduğunu kabul ediyorum.
2- Sanatı bir dile indirgersek, o dili çat pat bilmekle anadili gibi bilmek arasındaki farkı düşünebiliriz.
Açlık ve bağımlılık
"Aslında amacımız kendi geliştirdiğimiz farklı davranış şekilleriyle kapitalist sistemin bize dayattığı yaşamı kendimizce en acısız yaşamaya çalışıyoruz. Aslında anoreksiyalı bir hastanın ya da madde bağımlılığı olan bir hastanın yaşam deneyimlerini hepimiz spektrumun farklı yerlerinde farklı şekillerde yaşıyoruz."
05-04-2021 00:20

Çiğdem Gelegen
Sinir Bilimleri alanında yanıtını bulmak istediğim binlerce sorudan bir tanesi de Anoreksiya Nervosa hastalarında gözlenen önemli bir bulgu olan aşırı açlıkla birlikte seyreden şiddetli fiziksel aktivite arasındaki bağlantının kökeni. Bir başka ifade ile aşırı açlıkla birlikte şiddeti giderek artan fiziksel aktivite neden gelişiyor ve gelişimi altında yer alan faktörler neler?
Aşırı açlığa bağlı hiperaktivite durumu anoreksiya hastlarının yaklaşık % 80’inde gözleniyor. Hastaların çoğunda gözlenen aşırı egzersizle beraber aşırı açlığı açıklamak için bugüne değin birçok hipotez öne sürüldü ve farklı görüşler test edildi. Bazı görüşler aşırı egzersiz ile beraber gelişen aşırı açlığın şiddetle yaşanan olumsuz duygular ile başa çıkabilmek amacıyla hasta tarafından geliştirilen bir davranış olduğunu ileri sürer. Başka bir deyişle hastanın kendisini aşırı düzeyde aç bırakması duyguların düzenlenmesindeki eksikliği gidermek amacıyla hasta tarafından geliştirilmiş adaptif olmayan bir stratejidir. Özellikle son yıllarda anoreksiya hastalığı ile otizm arasında parelellik olduğu ve anoreksiyalı hastaların bazılarında otizme özgü davranış özelliklerinin var olduğu bildirilmiştir. Hasta kendisine dayattığı aşırı açlık ve hareketlilik yoluyla bilişsel katılık sürecine girer ve ancak bu şekilde anoreksiya durumunu devam ettirebilir. Keza hastalar en yakın arkadaşlarının anoreksiya olduğunu ileri sürer; öyle ki, sevilen bir kişiden ayrılmak ne kadar zor ise hastalıklarından kopmak da o kadar zordur onlar için. Bu şekilde hastalık yıllar boyu devam eder; bazen yoğun terapi ile bir iyileşme olmasına karşın travmatik bir deneyimi takiben hasta yine aynı spirale döner. Böyle bir çıkmazda hastanın nerdeyse ölünceye kadar kendisini aç bırakması ve egzersiz yapması var olan yıkıcı duyguları bastırmak için ideal bir araç olur.
Bu görüşü destekleyen önemli bir bulgu da anoreksiyalı hastalarda hastalık süresince ve iyileşmeyi takiben uzun bir süre boyunca kortikal ve limbik beyin bölgelerinde serotonin ve dopamin iletiminde aksamalar olmasıdır. Aşırı aç kalma ve egzersiz yapma yoluyla dopamin ve serotonin iletiminde gelişen adaptif değişimler hastanın duygularını kontrol altına almasına destek olur. Bir nevi beyin işlevselliğini aşırı açlık ve egzersiz yoluyla değiştirerek hastalık olağan hale gelir ve hastalık bireyin dostu olur. Güçlü ağrı kesici özellikleri olan eroin, morfin, kodein gibi opioidlere benzeyen, vücudun ürettiği opioidler aç kalma ile salgılanmaya başlar ve aşırı egzersiz ile beraber salınımları sürekli uyarılarak hasta kendisini devamlı güvende ve ‘’huzurlu’’ hisseder. Bu şekilde hastada aç kalmak ve aşırı hareket etmeye bağımlılık gelişir. Anoreksiyalı hastalarda genellikle komorbid alkol ya da madde bağımlılığı gözlenmemesinin bir nedeni de hastaların açlık ve hareketlilik kısır döngüsü ile opiodlerini sürekli salgılamasıdır.
Nature Medicine dergisinde yayınlanan bir çalışmada yazarlar şöyle bir mekanizma öne sürer – Açlık beyin kimyamızı etkiliyor, öyle ki uzun süre aç kalma beynimizde sinir hücreleri arası iletimde önemli rol oynayan moleküllerin salgılanımında değişime neden oluyor. Aşırı açlık glukoz seviyesinde azalma ve insülin iletiminde aksamaya neden olur. Öte yandan, glukoz ve insülin iletimi sinir hücreleri arasında var olan sinaptik boşluklardaki arta kalmış, hücreler tarafından kullanılmayan dopaminin bu boşluklardan alınmasında önemli bir rol oynar. Açlığa bağlı insülin iletimindeki aksama doğal olarak sinaptik boşluklarda dopamin seviyesinin artmasına neden olur. Motivasyon ve ödül yolaklarında önemli bir işlevi olan dopamin iletimi bu şekilde artmaya devam ederek kişinin kendi kendisine dayattığı aşırı aç kalma durumuna bir motivasyon değeri yükler ve bu şekilde aşırı açlık devam ettirilmesi gereken iyi ve motive edici bir davranış haline gelir ve bu da döngüyü devam ettirir.
Gabor Mate’nin bağımlılık üzerine yazdığı ‘’In the Realm of Hungry Ghosts: Close Encounters with Addiction’’ kitabında yazar insanlığın sıkça tüketim kültürü ile iç içe yaşadığı üzerine odaklanıyor. Sosyal yabancılaşmanın sürekli hissedildiği bir ortamda insanlar varolan bu çatlak ile başa çıkabilmek için harici objeler (yemek, seks, madde, alkol gibi) ya da süreçlerden (aşırı açlık, fazla yeme, aşırı koşma, sürekli internette gezinme, pornografi gibi) huzur bulmaya çalışıyor. Aslında amacımız kendi geliştirdiğimiz farklı davranış şekilleriyle kapitalist sistemin bize dayattığı yaşamı kendimizce en acısız yaşamaya çalışıyoruz. Aslında anoreksiyalı bir hastanın ya da madde bağımlılığı olan bir hastanın yaşam deneyimlerini hepimiz spektrumun farklı yerlerinde farklı şekillerde yaşıyoruz.
Ferman padişahın dağlar bizimdir
"Kaz Dağları’nda ve diğer alanlardaki tahribatı önleyebilecek güç, öznesini yöre halkının oluşturduğu direniştir. Bu konuda son kararı halkın örgütlü mücadelesi belirleyecektir."
04-04-2021 19:09

Mehmet Torun
Son yıllarda ülkemiz, kelimenin tam anlamı ile bir “sömürge madenciliği” sürecinden geçmektedir. Yabancı/yerli büyük sermaye grupları ve onların işbirlikçileri, daha çok kâr etme amacıyla dağlarımıza, ovalarımıza, derelerimize tüm yaşam alanlarımıza saldırmakta ve hayatı yok etmektedir. Kaz dağlarından Şahin Dağlarına, Akkuyu’dan İnceburun’a, Cerattepe’den İliç’e, Munzur’dan Murat dağına, Erbaa’dan Söğüt’e, Kanal İstanbul’dan Ergene’ye kadar tüm alanlar bu yıkımdan etkilenmektedir.
Kaz dağlarında yapılan çalışmalar; halkın yoğun muhalefeti nedeniyle durdurulmuş, işletme ruhsatının süresi dolduğu için ruhsat temdit sürecine girilmiş ve buna olarak bağlı orman izinleri iptal edilmiştir. Şirket, muhtemelen bu izinler için tekrar başvuru yapmıştır.
Yabancı şirketin Genel Müdürü "Cevherin 60 yıllık hakkı bizde. Dediğim gibi biz sabırlı insanlarız. Bizim madenimiz 30 milyon yıl bekledi. Biz 30 yıldır bekliyoruz orayı açmak için. Üç-beş ay daha bekleriz" şeklinde konuşarak niyetlerini açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Bu söylemlerden doğru olan tek cümle, madenin 30 milyon yılda oluştuğu ve sabırlı olduklarıdır. Bunun dışında ne “bizim” dediği madenler onlarındır ne de o madenler üzerinde 60 yıllık hakları vardır. Madenler, milyonlarca yılda oluşan ve tüketildiğinde yenilenemeyen kaynaklardır. Madenlerin oluşumunda hiçbir sınıfın ya da kişinin emeği yoktur, insanlığın ortak değerleridir. Bu nedenle bugünkü kuşağın olduğu gibi gelecek kuşaklarında hakkı bulunmaktadır.
Maden Kanunu’na göre; IV. grup madenlerde (Kaz dağlarındaki madenler bu gruba dahildir) işletme ruhsatı süresi 10 yıldır. Bu süre ilgili Bakanlığın onayıyla onar yıllık periyotlarla en fazla 60 yıla kadar uzatılabilir. Ancak bu bir hak değildir, yükümlülükler yerine getirildiği ölçüde değerlendirilir ve karar verilir.
Daha önce de Alamos Gold’un CEO’su, Türkiye’ye yaptıkları 100 milyon dolarlık mütevazi yatırım sonunda ilk etapta 3 milyon ons altın rezervlerine ulaştıklarını söylemiş, yabancı işçi çalıştıracak mısınız sorusuna da "Türkler taş taşımada oldukça iyi" ifadelerini kullanmıştı. Bu söylemler ancak bir sömürge valisinin söyleyebileceği cümlelerdir Kendini yasaların üzerinde sayan ve devlet yöneticilerinin yerine koyan zihniyet kabul edilemez.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 168. maddesi; “Tabii servetler ve kaynaklar Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Bunların aranması ve işletilmesi hakkı Devlete aittir. Devlet bu hakkını belli bir süre için, gerçek ve tüzelkişilere devredebilir. Hangi tabii servet ve kaynağın arama ve işletmesinin, Devletin gerçek ve tüzelkişilerle ortak olarak veya doğrudan gerçek ve tüzelkişiler eliyle yapılması, kanunun açık iznine bağlıdır. Bu durumda gerçek ve tüzelkişilerin uyması gereken şartlar ve Devletçe yapılacak gözetim, denetim usul ve esasları ve müeyyideler kanunda gösterilir” şeklinde düzenlenmiştir. Buna göre doğal kaynaklar halkın malıdır. Doğal kaynakların belli bir süre için gerçek ve tüzel kişilere devredilmesi istisnai bir durumdur ve özel şartlara bağlanmıştır. Ancak; son yıllarda uygulanan politikalar ile -istisnai durum- genel uygulama haline dönüştürülmüş, hemen hemen tüm madenler özel sektör marifetiyle işletilmeye başlanmıştır. Fakat bu durum politik bir tercih olup mutlak değildir.
Şirket yetkilisinin yasal hakları olarak ifade ettiği şeyler de tartışmalı konulardır. Ayrıca yasal olan her şey haklılık anlamına gelmez. Gerçek ve haklı olan tek şey, madenlerin halkın ortak malı olduğu ve halka rağmen, o yöredeki tüm canlılara rağmen bir işlem yapılmaması gerekliliğidir.
Kaz Dağları’nda ve diğer alanlardaki tahribatı önleyebilecek güç, öznesini yöre halkının oluşturduğu direniştir. Bu konuda son kararı halkın örgütlü mücadelesi belirleyecektir.
Umut Şahverdi yazdı | Almanya Sol Parti’si Die Linke quo vadis?
Sol Parti’nin oy kaybı, (aynı zamanda AfD‘nin oylarının yükselmesi) Sol Parti seçmeninin en az yarısının ideolojik saikler ile değil de daha çok tepkisel oy kullandığını gösteriyor. Popülist oyların kayması ile birlikte, parti içi çatışmaların da artması doğal. Zira popülist veya “Realo” kanat bu strateji ile özellikle Almanya’nın doğusunda partiye seçimler kazandırmış, sol popülizmi Sol Parti içerİsinde yerleştirmişti.
03-04-2021 01:50

Almanya siyasetini takip edenler, özellikle Marksist / Sol çevrelerde, Almanya’nın Sol Partisi (Die Linke)’nin 26 ve 27 Şubat’ta düzenlenen parti kongresini takip etmemiş olsalar da, kongreyi duymuş veya haberini almışlardır sanırım.
İlk bakışta bu kongrede olağanüstü bir durum yoktu. Ancak parti içi bir mesele, partinin ayrıştığı önemli bir noktayı öne çıkardı: Seçim programında parti, savaşlara Almanya Ordusu’nun katılmaması gerektiğini ve partinin barıştan yana tutum alacağını beyan etti. Ancak Sol Parti, Yeşiller Partisi (Bündnis 90/Die Grüne) ve Sosyal Demokrat Parti (SPD) ile hükümet için koalisyon kurması durumunda bu maddeden cayarak koalisyonun bir parcası olmayı mı, yoksa Sol Parti olası koalisyon ortaklarını bu noktada ikna edip koalisyon anlaşmasına yazılı şekilde bu maddeyi ekleyerek bu koalisyonun bir parçası olmayı mı tercih etmeliydi? Parti bu tartışma ekseninde kendisini ciddi bir görüş ayrılığının ortasında buldu.
Yeşiller ve Sosyal Demokratlar askeri operasyonlara karşı barışçıl ve uluslararası bir çözüm tercih ettikleri bilinmektedir, ancak genel olarak ve topyekün Alman askerlerinin yurt dışında operasyonlara katılmaları ve hatta Almanya’nın resmi olarak bir savaşa katılması konusunda daha esnek olabilmektedirler. Geçmişe bakacak olursak, 1998’de kurulan Sosyal Demokrat ve Yeşiller koalisyon hükümeti, 1999 yılında, aslında Yeşiller’in o zaman hala yürürlükte olan parti programına aykırı davranarak, Kosovo Savaşı’na NATO kapsamında asker gönderilmesini desteklemişti. Aynı hükümet 2001 yılında toplumun büyük bir kısmı savaşa karşı olmasına rağmen Afganistan’a da asker göndermişti. Dolayısıyla, Sol Parti’nin bu konudaki endişeleri anlaşılabilir. Hatta kendilerinin dahil olduğu hükümet koalisyonunda olası bir savaş tezkeresinde, nasıl bir tutum alacaklarını şimdiden tartışmaları, olumlu görünebilir.
Ancak benim dikkatimi çeken ve aslında dikkatle izlenmesi gereken mesele bu olmadığını düşünüyorum. Savaşa katiyen hayır mı, yoksa belli durumlarda evet mi sorusunun ötesinde, Sol Parti bu tartışma ile iç çekişmelerini ve belli blokların çatışmasını gün yüzüne çıkarmış, ve gelecekte gideceği yön açısından bir karar alma aşamasında olduğunu göstermesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Mesele biraz Yeşiller’in 1980’lerde “Realo / Fundi” tartışması adı altında “Realpolitika” yapanlar ile “Fundamentalist”, yani köktencilerin arasındaki tartışmalarin aynısı olmasa da Sol Parti de benzer tartşmaları yaşıyor.
“Realo” kanadın galip çıkmasından sonra Yeşiller 1998 ile 2005 yıllarında hükümette bulunmuş, sonraki seçimlerde oy oranları düşüp, çıkmasına rağmen çok önemli tecrübeye sahip olmuşlardı. Artık 2 dönem hükümetin başında olmanın ne anlama geldiğini biliyor, oy oranları çalkalanmış olsa da, 2011 Japonya’da yaşanan nükleer santral patlaması ve “Fridays For Future” gibi hareketlerin toplumda genel olarak global ısınmanın etkilerinin hissedilmesi ve çevre duyarlılığının artmasıyla Yeşiller seçmen açısından doğallığında gelişen bir şekilde “oy verilmesi gereken parti” olma algısı oluşturmuştu. Dahası, Yeşiller, yöneterek hedeflere ulaşılacağının izlemini yaratmış ve toplum gözünde “dogmatik bir parti” olmaktan çıkmayı başarmıştı. Yani Yeşiller profesyonelleşmiş ve 68’lilerin partisi olmaktan çıkmıştı. İçerik olarak ve savunduğu politika açısından bakıldığında hala ırkçılığa karşı, feminist, doğa duyarlılığını savunan, ilerici bir parti. Ancak Yeşiller’in hükümet tecrübesi onları küçük parti olmaktan çıkarmış onları artık büyük ve yönetme kabiliyeti olan bir partiye dönüştürmüştü.
Yeşiller bu bakımdan Sol Parti ile kıyaslandığında: Birincisi Sol Parti’nin böyle bir tecrübesi yok. İkincisi ise, Yeşil Parti’de profesyonelleşmenin getirdiği bir sistematik bilinç oluştu. Yani, iki parti ana hat olarak bazı konularda aynı duruşu sergilese de Yeşiller’ın siyasal tutumları halk nezninde daha az tutucu görünüyordu. Artık seçmenler Yeşillerin yönetebilme kabiliyetini görmüş ve onların politikalarını benimsemişlerdi. Dolayısıyla, eski tek konuya sıkıştırılmış partiden, daha muhafazakâr bir çiftçinin, Berlin’de yaşayan bir sanatçının, mavi ve beyaz yakalı işçilerin, gençlerin ve yaşlıların oy verebileceği bir kitle partisine dönüşmesini başarmıştı.
Sol Parti’nin durumu aynı değil elbette. Ne Almanya’yı yönetme tecrübesine sahip ne de profesyonelleşme konusunda çok başarılı olmuş bir parti. Daha önemlisi, hala Almanya’da Soğuk Savaş’tan kalma komünizm korkusu mevcut. Yeşiller her ne kadar sol yelpazede yer alıyor olsa da, komünist “yaftasını” yememiştir. Dolayısıyla Sol Parti’nin Almanya’nın geniş kesimine hitap edebilmesi şuan için zordur. Zaten Sol Parti’nin iç tartışmasının ana sorusu da: Parti kendi Marksist / Sol kimliğini kaybetmeden nasıl daha başarılı, daha yaygın, toplumun geneline hitap edebilen ve insanların rahatlıkla oy verebilecekleri bir parti olabilir?
Ve daha ötesi, Sol Parti’nin koalisyon ve NATO meselesi aslında Sol Parti’nin geleceği açısından ilk bakışta görünenden daha derin bir anlama geldiğini düşünüyorum. Bu sonuçlara nasıl vardığımı anlatabilmek için bu tartışmaların altında yatan parti içi dinamiklere kısaca bakmakta fayda var.
SOL PARTİ’NİN KISA VE ÖZ GEÇMİŞİ
Sol Parti her ne kadar resmi olarak 2007’de kurulmuş olsa da, 1990’da Doğu Almanya’nın çökmesinin ardından PDS (Partei des Demokratischen Sozialışmuş / Demokratik Sosyalizm Partisi) olarak, Doğu Almanya’nın Merkez Komitesi’nin partisi olan SED’nin (Sozialıstische Einheistpartei / Sosyalist Birlik Partisi) varisi olarak kuruldu. Yani PDS eski Doğu Almanya Sosyalist kadroların çoğunlukta olduğu bir parti olarak kuruldu. Her ne kadar genel seçimlerde, meclise vekil gönderebilmiş ve hatta mecliste grup kurmuş olabilse de, seçim sonuçlarına bakıldığında Doğu Almanya dışında dikkate alınabilecek bir oy potansyeline sahip olamadı PDS. Yerel seçimlerde de durum aynıydı. 2000’lere gelindiğinde artık Almanya’nın yerleşmiş sol / sosyalist partisi olarak kabul görmüş, Batı Almanya’da da oy oranını artırmış olsa da, yerel seçim başarıları Batı Almanya‘da çok nadir görülürdü. PDS olarak birleşmiş Almanya’da sürekli SED partisi olmakla suçlanmış, partinin programı, duruşu, vaatleri ana akım medyada ve Batı Almanya toplumunun geniş bir kesimi tarafından ciddiye alınmamakla birlikte, bilinmezdi bile. Bu durumu değiştirmek, aslında batıya her ne kadar açılmış olsa da, resmi olarak, sanki batı Alman toplumunun kadrajına girebilmek amacıyla, 2007 WASG adlı, batı Almanya’da özellikle temsiliyeti olan bir parti ile “Die Linke” adı altında birleşmiş ve yeni parti kurulmuştu. Bu sürecin iki önemli aktörü vardı. PDS’ın kurucu başkanı Gregor Gysi ve SPD’nin eski başkanı Oskar Lafontaine. Gysi her ne kadar sadece 1993’e kadar, yani 3 yıl, başkanlık yapmış olsa da, parti içinde büyük bir güce sahipti. Kendisi Doğu Almanyalı, SED kadrolarında bulunan bir avukat ve inançlı bir sosyalist. Diğer tarafta Lafontaine ise, SPD içerisinde sol kanadı oluşturan bir kadronun en tanınan isimlerinden biriydi. Her ne kadar SPD Yeşiller ile hükümette olsa da, tıpkı İngiltere’de olduğu gibi Gerhard Schröder’de Tony Blair gibi sosyal demokrat olarak, neoliberal uygulamaların daha fazla derinleşmesini sağlamış, sosyal devletin gittikçe yok edilmesi ve özelleştirmelerin ilerlemesini sağlayan bir politikalar güdüyordu. Buna karşı gelen Lafontaine, SPD içersinde bu gidişata dur denilmesi ve Sosyal Demokrat çizgiye geri dönülmesini istemiş, Schröder bloku ile Lafontaine bloku karşı karşıya gelmişti. Bu parti içi çatışmanın kaybedeni Lafontaine olunca, partiden ayrılmış ve WASG oluşumuna katılmıştı. Aynı süreçte PDS, SPD- Yeşiller hükümeti politikalarını ağır eleştirmiş, batıda da daha başarılı olmaya başlamıştı. Ancak o başarı eyalet meclislerine girmeye yetmedi. Mecliste Liberal parti olan FDP’yi geçmesine rağmen, yerel başarıları yine Doğu Almanya ile sınırlı kalıyordu. Bu durumda olan PDS, 2005 yılına kadar batıya açılımını hala gerçekleştirememişti. Öte yandan WASG her ne kadar batı sosyalistlerinin birleştiği bir parti olma çabasında bulunmuş olsa da, çok başarılı olduğu söylenemezdi. Dolayısıyla, iki partinin, yani WASG ve PDS’ın birleşip, yeni parti kurmaları bir çok yönden mantıklıydı. Birincisi, batı / doğu ayrımını ortadan kaldırıp, birleşik sol / sosyalist parti olarak seçimlerde de birbirlerine engel olmaktan, veya batı da WASG, doğu da PDS seçim bölgeleri ayrımından kurtulmuş olunacaktı. İkincisi, WASG’nin oy potansyeli çok sınırlıydı. PDS ile birleşerek aslında bir kaç sene içerisinde kendi kendine sönecek ve bitecek bir parti oluşumu durumundan kurtulup, gerçekten kapsamlı ve ciddiye alınabilecek bir parti haline gelmesi söz konusu olacaktı. Ve son olarak PDS için yeni bir başlangıç, yeni bir parti ismi, ve hatta tamamen SED geçmişinden arındırılmış yepyeni bir parti olma şansı barındırıyordu bu birleşim. Öte yandan ve belki de daha önemlisi Doğu Almanya partisi olmaktan çıkacak, bütün Almanya için Sol / Sosyalist bir alternatif olma durumuna gelecekti. Bununla birlikte parti büyüyüp, Doğu Almanya ekseninde olmayan kesimlere de hitap edebilecekti. 1990’larda ve hatta bugüne kadar hala SPD bazı kesimlerde (özellikle sendika çevrelerinde) sol bir parti olarak görünmüş olsa bile, WASG ile PDS’ın Sol Parti adı ve çatısı altında birleşmesi, ( Almanya geneline seslenen çizgileri çok net çizilmiş ve kesinleşmiş sol partinin oluşması), SPD’yi merkeze, yani soldan biraz daha uzaklaştırmış olacaktı. Hem Gregor Gysi, hem de Oskar Lafontaine bu şansı ve bahsettiğim bu olguları ve imkanları görmüş olmalılar ki, 2005 genel seçimlerinde birlikte çalışmış, seçim sonrası meclis grubu kurmuş ve meclis grubunun eş başkanları olarak seçilmişlerdi.
2007’de ise Sol Parti resmi olarak kurulmuştu. Ancak bir sorun vardı. Gysi daha ortodoks bir sosyalist iken, Lafontaine popülist2 solcu bir çizgi çiziyordu. Yani aslında Yeşillerin 1980’lerde yaşadığı “Realo / Fundi” tartışmasının tam da ortasındaydı genç parti. Artık büyük koalisyonlarla Merkel’in Hristiyan Demokrat Partisi CDU ile SPD bugüne kadar ülkeyi yönetiyor, toplumun büyük bir kesiminin desteğini alıyordu. Eş zamanlı olarak SPD her seçimde oy kaybederken, Yeşil Parti oylarını arttırıyordu.
Bu süreçte Sol Parti içinde bir sorgulama başladı: SPD seçmeni neden bize oy vermek yerine, Yeşillere oy vermeyi tercih ediyordu? SPD artık seçmene hitap etmiyorsa, daha solda duran, aslında gerçek sol alternatif olan, yani Sol Parti’yi seçmesi gerekmez miydi? Bu süreçte, ki 2013’lere varılmış, Sol Parti’nin parti programında ve seçim vaatlerinde öne çıkardığı “genel asgari ücretin hayata geçirilmesi” kamuoyunda beğeni topladı ve, genel seçimlerde Sol Parti Yeşilleri geçip, mecliste 3. büyük parti olmayı başardı. Gysi, aslında her ne kadar popülist bir seçim çalışması yürütmüş olsa da, talepleri sosyalist çizgiden uzaklaşmamıştı. Ancak bu popülist başarıyı öne çıkaran “Realo” kanadı, başarıyı daha popülist, daha topluma hitap edebilecek isteklere bağladığını düşünüyorum. Aslında mesele talebin içeriğinden çok, popülist sol bir politika güdülmesi gerekliliğini ortaya çıkardığını düşünüyorum. Zira eş zamanlı olarak Yunanistan ve sonra İspanya gibi ülkelerde popülist sol partilerin başarısını görüp, bundan ders çıkarılmaması gerektiğini düşünen solcu / sosyalist kalmamıştır hiç bir yerde. Sol Parti içinde bulunan Sarah Wagenknecht, Akdeniz sol dalganın Almanya’ya taşınması konusunda oldukça hevesli olarak görünüyordu. Söylemleri Gysi’nin söylemlerinden bile daha solda duran Wagenknecht, radikal sosyalist bir yaklaşım ile ortaya çıkmıştı. Ancak, bu radikal duruş, gittikçe popülist söylemlere yerini bırakmış, ve zamanla Wagenknecht’ın politik pozisyonları içerikten fazla, genel ve geniş toplumun nabzına göre şekillenen görüşler haline gelmişti. Ancak bu popülist anlayış son seçimlerde sonuçlara olumlu anlamda yansımadı. Hatta Doğu Almanya‘da Sol Parti oy kaybetmeye başladı. Örneğin Saksonya eyaletinde neredeyse 1994’ten beri Hristiyan Demokrat Parti’nin ardından ikinci büyük güç olmayı başaran PDS / Sol Parti, 2014 ve 2019 seçimlerinde hızla oy kaybetmeye başlamıştı. 1994’da 16,5%, 1999’da 22,2%, 2004’te 23,6% ve 2009’da 20,6% oranları ile, Saksonya Eyaletin’de Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden beri hükümetin başındaki CDU’ya karşı seçmenler muhalefet olarak Sol Parti’yi uygun bulmuştu. Ancak 2019 Saksonya eyalet seçimlerinde Sol Parti ağır bir yenilgi aldı. Oyların sadece 10,4% alabildi, yani 2009 aldığı oyların yarısını alabilmiş, hatta eyalet meclisinin artık 2. büyük partisi değil, ancak 3. büyük partisi olabilmişti. Bu örnek bize Sol Parti’nin gidişatı konusunda, özellikle daha önce belirttiğim “Realo / Fundi” tartışması ile alakalı önemli ipuçları vermektedir. Bu yüzden Saksonya örneğinin önemli olduğunu düşünüyorum.
İÇ ÇATIŞMA
Ayrıntılara bakıldığında, Sol Parti son seçimlerde aslında Thüringen eyaleti dışında, tüm Doğu Almanya eyaletlerinde oy kaybetmiş görünüyor. Dolayısıyla hepsinin tek tek ayrıntısına girmek gerekmiyor bence. Zira Saksonya örneğinde, son 10 senede hızla yaşanan oy kaybının sebebini Sol Parti’nin siyasi tutumlarında veya ideolojik yöneliminde aramamak gerekiyor bence. Sol Parti’nin Saksonya gibi çok güçlü olduğu bir eyalette neden oy kaybettiğini daha çok başka bir partinin kurulmasında ve güçlenmesinde görebiliriz. O parti de aslında, ideolojik olarak Sol Parti’ye tamamen zıt: Die Alternative für Deutschland, yani AfD (Almanya’nın Alternatifi). Çok da detayına girip, her iki partinin ayrıldıkları ve belki de birleştikleri bir kaç konuyu tartışmaya gerek yok bence. Sol Parti’nin AfD gibi sağcı, ırkçı ve insanlık düşmanı bir partiye oy kaybetmesinin aslında çok basit ve mantıklı bir açıklaması var: AfD popülizmi Sol Parti’den çok daha iyi beceriyor olması. AfD, Sol Parti’nin kullanamayacağı bir yöntem kullanıyor: yabancı düşmanlığı. Sol Parti işçi sınıfının, yoksulların ve ezilenlerin partisi olmaya çalışırken, söylem olarak her ne kadar popülist olsa da, söylemini sadece kapitalizm, patronlar, hükümet, Amerika gibi öznelere dayandırıyor. Ancak bu söylemler içerik aktarımı bakımından sınırlı kesimlere merhem olabilmektedir. Oysa, global kapitalist düzende ezilen, yoksullaştırılan, sömürülen, hakları ellerinden alınan, sesi duyulmayanlar kapitalist sistem yüzünden bu durumdadır. Ancak AfD’nin çok yanlış ve olayları çarpıtarak basitleştirdiği “her şeyde göçmenler suçlu“ söylemi ile, tam da bu sınırlı, çok fazla dünya ekonomisi bağlantılarını duymak istemeyen az eğitimliye, çok eğitimliye, işçi sınıfına veya burjuvaziye, toplumun bütün kesimlerine hitap edebiliyor. Çünkü günah keçisini herşey için suçlamak Almanya toplumunun sistematik iç sorunlarını tartışmaktan daha basit.
Öte yandan Sol Parti’nin Syrıza ve Podemos kadar başarılı olamaması da aslında çok kolay açıklanabilir: Almanya’nın ekonomisi batmamış, Sol Parti bu batış ile neo-liberal kapitalizm arasındaki ilişkiye dikkat çekip bu noktada politika üretmemişti. Yunanistan ve İspanya için doğru olan tespit, Almanya gibi Avrupa Birliğinin en güçlü ve en büyük ülkesine uyarlamak gerçekçi görünmemektedir. Almanya toplumu İspanya ve Yunanistan toplumları gibi, fakirliği ve gelecek korkusunu bu toplumlar kadar henüz tatmadığı için, Sol Parti’nin eknomik kriz üzerinden geliştirdiği anti-kapitalist propagandaya Akdeniz ülkelerindeki seçmenler kadar sıcak bakmamış ve Sol Parti’yi iktidara taşımamıştır. Tıpkı 1929 ekonomik krizi gibi, ki Almanya o zamanlar gerçek bir ekonomik kriz yaşıyordu, Almanya’da da 2010’da başlayan “Avro Krizi” ve 2015’den sonra sözde “göçmen krizi” ile popülist ırkçı bir parti ortaya çıkmış, ve oylarını arttırmaktaydı. Yani NSDAP ve AfD aslında Almanya’nın gelişmiş kapitalist düzeninde oy kazanması, halkın “hislerine” hitap eden ve korkularını körükleyebilen iki parti, doğru zamanda, doğru seçmen ile buluşmuş, popülist oyları kendilerinde buluşturmakta başarılı olmuştu. Sonuç itibarı ile Sol Parti çıkılmaz bir denklem içerisinde, ne kapitalizm eleştirisini Akdeniz ülkelerinde olduğu gibi çok öteye götürebiliyor, ne de ideolojik olarak sağa kayıp, gelişmiş kapitalist ülkelerinde popülist partilerin yaptığı gibi öteki yaratıp günah keçisi ilan edebiliyor.
Sol Parti’nin oy kaybı, (aynı zamanda AfD‘nin oylarının yükselmesi) Sol Parti seçmeninin en az yarısının ideolojik saikler ile değil de daha çok tepkisel oy kullandığını gösteriyor. Popülist oyların kayması ile birlikte, parti içi çatışmaların da artması doğal. Zira popülist veya “Realo” kanat bu strateji ile özellikle Almanya’nın doğusunda partiye seçimler kazandırmış, sol popülizmi Sol Parti içersinde yerleştirmişti. Ancak son on senedir partinin oy kaybetmesi ile parti içi çatışma yeniden alevlendi. Hatta Wagenknecht’ın son açıklamaları da AfD’yi ve göçmen politikasını ele almaktadır. Wagenknecht kısa ve öz olarak şunu söylemektedir: Biz göçmen konusuna eleştirel bakan herkesi ırkçı olarak görürsek, AfD’ye seçmeni iter, işçi sınıfının ve yoksulların nabzını bilmez, elitlerin partisi oluruz. Karşısında duran ve son kongrede de eş başkan seçilen Susanne Hennig-Wellsow ve Janine Wissler ise, ırkçılıkla mücadelenin öne çıkarılması gerektiğini öne sürüyor. İki kampa da stratejik bir pencereden baktığımızda Wagenknecht kampı oyların AfD’ye kaymasından korkuyor ve o yüzden ırkçılık ve çevre / doğa gibi konuların elitist duracağını savunuyor, partinin yeni başkanları ise tam da ırkçılık ve çevre konularının partinin politikasının merkezinde oturmaması durumunda oyların Yeşillere kayacağından endişe duyuyor.
SOL PARTİ NEREYE?
Başta bahsettiğim “Realo / Fundi” kavgası, Sol Parti’nin “toplumun belirli kesimlerine sırtını yaslama” suçlamasından çıkma çabası ve “kime oy kaybederiz” korkusunu aşmak için özellikle toplumun genelinde güvenilir muhalif parti olma çabasına önderlik eden klikler arasında yaşanmaktadır. Kuruluşundan itibaren popülizmi siyasal bir tarz olarak deneyen Sol Parti bu son kongre ile köklerine geri dönme isteğini kamuoyuna, seçmenlerine ve parti üyelerine duyurmuş oldu. Hatta kongre sonrası Wagenknecht kampı partiden ayrılıp, yeni parti kurma niyetlerini dile getirdi.
Ancak sorun sadece bir parti içi sorun değil artık. 26 Eylül 2021’de genel seçimlerde Sol Parti’nin SPD ve Yeşiller ile bir koalisyon hükümeti kurma ihtimali bulunmakta. Ancak son anketlere göre bu üçlü koalisyon çoğunluğu sağlayamıyor. Aynı zamanda Yeşiller olağanüstü bir şekilde 2017’de aldığı 8,9% lardan 20%lere çıkacağı öngürlüyor. Bu durumda meclisin en küçük partisinin, CDU’nun (29%) ardından ikinci büyük partiye yükseleceği ön görülüyor. Aynı zamanda SPD yine oy kaybedeceği (20%lerden 17%lere), AfD ise aşağı yukarı aynı oy oranında kalacağı, ya da 1% gibi bir oy kaybına uğraması bekleniyor. Sol Parti’ye bakacak olursak çok büyük oy kaybı olmamakla birlikte 9%lardan 7%lere inmesi bekleniyor. Ancak ne AfD’ye, ne de SPD’ye oyunu kaptıracağı düşünülüyor. Almanya’da seçim anketleri de Türkiye’de olduğu gibi partizan olmadığını ve aşağı yukarı seçim sonuçlarını ön gördüğünü belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla karşımızdaki tabloya bakarsak, Sol Parti’den oylarıin, AfD’ye gitmediği belli. Ama Sol Parti’nin yerinde sayması da ilginç.
Bu durumda hükümet kurmak için yeterli bir oy oranına sahip olamayacak Yeşiller, SPD ve Sol Parti. Popülist politika hüsrana uğradı ve AfD’ye giden oy, geri dönmemek üzere gitti. Bu durumda yeni parti yönetimin atabileceği stratejik adım çok net: Gerçek antifaşist, Marksist bir siyaset üreterek AfD ile arasına kalın bir çizgi çizmek. Bu şekilde Sol Parti ile AfD arasındaki karşılaştırmayı tamamen anlamsızlaşabilir. Parti popülist argümanların cazibesine fazla kapılmadan özellikle ilkelerinden ödün vermemelidir. Yani Wagenknecht’ın dediği gibi, “her göçmen eleştirene de ırkçı demeyelim de AfD’ye gitmesin” tutumundan, “Sol Parti antifaşisttir ve dolayısıyla her ırkçılığın adını koyar ve mücadele eder” anlayışına geri dönüşü başarmalıdır. Aynı zamanda Sol Parti doğanın korunması konusunu ele alarak aslında Yeşiller’in hızla yükselişinden rol de çalabilir. Yani Wagenknecht’e doğa ve antifaşizm gibi konular elitist görünse de, toplumun sol / demokrat kesiminin 20% si öyle düşünmüyor. Bu yazının en başında, sol portallara ve gazetelere haber olan Alman Ordusu’nun yurt dışı angajmanı konusunda koalisyon hükümeti kurma durumunda kırmızı çizgi haline sokma meselesini ele aldığımızda aslında Sol Parti hükümette yer almayacağını karar vermiş olacak. Ne Yeşiller, ne de SPD böyle bir kırmızı çizgiyi kabul etmez, Sol Parti’ye bu konuda boyun eğmezler. Dolayısıyla Sol Parti son kongresi ve ardından gelen adımlar ile aslında eski popülist çizgisinden tamamen bir u-dönüşü yaptığını ve bu şekilde güçleneceğini hesaplıyor olmalı. Hem ana konularına ve ideolojik duruşundan taviz vermeyen bir politika ile, tıpkı Gregor Gysi’nin 2013’de yukarıda bahsettiğim asgari ücret atılımı gösterdiği şekilde politikasını yürütümesinin başlangıcı olabilir. Yani, popülist söyle kullanılacaksa, daha sol bir popülist söylem olmalıdır. Böylece tekrar güçlenip, oy oranını arttırıp ve gerçekçi senaryolar üzerinden koalisyon tartışmaları başlatması daha mantıklı olabilir. Yani aslında Sol Parti böylece kendini toparlayıp, kuruluşundan beri süregelen “Realo / Fundi” çekişmesinden kurtulma durumuna gelmiş gibi. Sol Parti WASG ile Almanya’nın batısına açılımını her ne kadar denemiş ve Almanya’nın geneline seslenen bir parti olmaya çalışmış olsa da bu iç çatışmalar gördüğümüz gibi Sol Parti’yi ne ileriye ne de geri taşıyor. Yine de WASG ne pahasına olursa olsun popülist yaklaşımı Sol Parti’ye çok değerli tecrübeler kazandırdı. Bu tecrübe sayesinde Sol Parti son kongrede sinyali verilen U dönüşünü başarabilme ihtimalini yükseltmiş, partinin toparlanabilme şansını epey artırmış görünüyor. Son kongre ile hedeflediği gerçekten bu bahsettiğim yol ayrımı ise, başarılı olması sadece ve sadece tutarlı ve amasız bir politika çizmesinden geçer. Bunu başarırsa Sol Parti hem kendi tarihi hem de Almanya siyaset tarihi açısından bu kongre çok önemli bir kilometre taşı olabilir. Hitap edeceği seçmene yoğunlaşarak belki de Almanya’da ilk Sol / Sosyalist bir partinin ortaklığı ile hükümette bulunur. Onun başarılması için şimdi çizdiği yoldan şaşmayıp çok çalışması gerekecek. Bunu gerçekten başarırsa, Almanya’da Marksist olmayan ama daha sosyal, daha paylaşımcı, toplumdaki farklılıkları zenginlik olarak gören bugüne kadar oyunu Sol Parti’den kullanmaktan çekinenlerden de oy alır, birleşmiş Almanya’nın 2. Dünya Savaşı sonrası ilk gerçekten Sol / Sosyalist / Marksist bir halk partisi olma başarısını elde eder.
Sol Parti quo vadis? Ancak gelecek gösterecek.
Die Linke qup vadis: Sol Parti nereye gidiyor?
2 Popülizm bu yazıda geniş anlamda, ideolojik ve siyasi sınırları aşarak, özellikle “tepkisi” olan, hükümet karşıtı vatandaşlara hitap etme çabasını ifade ediyor. Bu çabada belli toplumsal sorunları sırf oy artırma arzusuyla ele alarak (ekonomi, göçmenler, işsizlik), çözüm üretmeden, içi bos veya aşırı radikal, yani realiteden uzak vaatlerle siyaset yapmak.
Serhat Özcan 'Dünya Tiyatrolar Günü' için yazdı: 'Saray dalkavukluğu yapmak değildir tiyatro...'
Hayattır tiyatro. Gezi’dir, Berkin'dir, Ali İsmail'dir, Nazım ustadır, şiddete maruz kalan kadındır, tecavüze uğrayan evladımız, ülkemin yoksulluğu, dünya kardeşliği, en sağlam muhalefet, dik duruştur tiyatro. Bu yüzden sadece bir tek omurgalılar taşıyabilir ağırlığını.
27-03-2021 01:51

Serhat Özcan
7 yıldır aynısını yazıyorum, bir şey değişmedi.
Yürek ister tiyatro.
Zor iştir. Çok zor iştir tiyatro…
Sevgi, emek, dürüstlük, çalışma, özveri, cesaret gerektirir, disiplin gerektirir tiyatro.
Sözünü esirgemez ve adamına göre sözcükler değiştirilmez, kıç yalamaz tiyatro.
Her saygın meslek gibi saygınlığı yok edilmeye çalışılan işlerden en önemlisidir üstelik.
Cahil siyasilerin, kürsülerinden seslenirken her kavgada "artizlik yapmayın lan" ya da "Tiyatroya çevirdiniz burayı kardeşim" diyerek basite indirgemeye çalıştığı veya "kaldır kıçını yere vur seyirci güler" mantığıyla arkanı belediyelerin sanatı öldürmek üzere kurduğu “Kültür A.Ş.'lere dayayıp saray dalkavukluğu yapmak, kral sofralarından atılan kemiği havada kapmak da değildir tiyatro. "Çok amaçlı" diye kakalanmaya çalışılan ucube "sözüm ona" tiyatro salonlarını yapan sanat düşmanlarını elleri patlayıncaya kadar alkışlamak, aynı yoldan gidip, aynı suyu içip, içine ettiğin kaptan yemek yemek de tiyatrocunun işi değildir.
Bilimdir tiyatro. Bunun için çok okunması, araştırılması gerekir ve hiç bitmeyen bir eğitim sürecidir.
Hayattır tiyatro. Gezi’dir, Berkin'dir, Ali İsmail'dir, Nazım ustadır, şiddete maruz kalan kadındır, tecavüze uğrayan evladımız, ülkemin yoksulluğu, dünya kardeşliği, en sağlam muhalefet, dik duruştur tiyatro. Bu yüzden sadece bir tek omurgalılar taşıyabilir ağırlığını.
Onun için bir kez daha söylüyorum meslektaşlarıma. Bırakın devletin tiyatrosu olur mu olmaz mı saçmalıklarını. Bir kaç yüzyıl sonra belki tartışılabilir. Ama şu an ülkenin en önemli gereksinimlerinden biri olduğunu unutmayalım.
Ya da aydın insanlar olarak doğru soruları bulalım. Örneğin: “Devletin Diyanet işleri olur mu?” gibi…
Bende emeği olan, olmayan bütün ustalarıma ve genç yürekli kardeşlerime, tiyatroya gönül vermiş canım meslektaşlarıma sevgi ve saygılarımı sunuyor, hepinizi sevgiyle kucaklıyorum.
Yolunuz açık, alkışınız bol, tiyatro gününüz kutlu olsun.