ÇEVİRİ | Büyük teknoloji, akademi, parlamenter yapı ve Tekno-Feodalizm
"Siyaseten karar verilen finansman önceliği, ders programları ve eğitim düzenlemeleri hep büyük teknolojinin çıkarlarına hizmet ediyor."
22-12-2020 01:33

Yazar: Jeremy Pitt
Çeviren: Kemal Alper Önsü
Amerika Birleşik Devletleri’nde, sonuna “Kongre” de eklenerek kullanılan Askeri Endüstriyel kompleksi; askeriye, savunma sanayicileri ve politik kurumlar arasında, çok irdelenmeyen, konuşulmayan, gayri resmi üç yönlü bir menfaat anlaşmasıdır. Bir tarafın silahları ve donanımı ürettiği, bir tarafın tedariki üzerinden ticaret yaptığı, son tarafın ise devlet onayını almak için lobicilik faaliyetleri yürüttüğü bu yapılanmadan tüm katılımcıları faydalanmaktadır.
Bu yapı; silahlı kuvvetler, endüstriyel yapılanmalar ve katılımcı politik kurumlar arasındaki iletişim ağı olarak tanımlansa da, devletin yasama ve yürütme kurumlarıyla çıkar grupları arasındaki finansal ve siyasi (politika üretimi ve uygulanması) karşılıklı çıkar ilişkisinin anlaşılabilmesi için Demir Üçgen teriminin kullanılması daha yerinde olacaktır. Çıkar gruplarının desteğiyle seçim gücü alan yasama kanadı, bu gücünü kullanarak yürütme kanadından ve bürokrasiden (vekiller veya Savunma Bakanlığı) siyasi onay ve kaynak alarak bahsedilen çıkar gruplarına minimal denetim ve gözlem altında devlet kaynaklarını ulaştırmakta, bu kaynaklar ise bir sonraki seçimlerde lobicilik faaliyetlerine aktarılarak döngü tamamlanmaktadır.
Bir başka demir üçgen örneği havaalanlarında ücretsiz oturma yerlerinin kıtlığından ve zorunlu tüketimin tuzaklı satışından doğan yılgınlıkta gözlemlenebilir. Genel olarak çoğunluğun çalıştıkları firmalar sayesinde “üye” olarak girebildikleri üyelere-özel salonların görece sükunetinden çok daha rahatsız bir deneyim. Şirketler politikacılara lobi yapar, politikacılar uçak yakıtlarının vergilerini düşürür, havayolları da şirket adına yolculuk yapanlara imkanlar sağlar.
Bu demir üçgenler çoğu sektörde görülmektedir, özellikle muz cumhuriyetlerinin temel özelliklerindendir. Bu terim; sınırlı sayıda ihracata dayanan dengesiz ekonomiye sahip, seçimleri hileli, yozlaşmış ve kendine çalışan siyasi elitlerin kontrolündeki ulus devletlerini, örnek olarak dönemin Honduras, Guatemala ve diğer orta Amerika cumhuriyetleri, tanımlamak için kullanılmıştır. Ancak bu terim günümüzde, neo-kolonicilik üzerinden kendini sömürerek istikrarsızlaştırılmış ekonomiye, şaibeli seçimlere, yozlaşmış ve kendine çalışan siyasi elitlere sahip, Birleşik Krallık gibi, ulus devletleri için de kullanılmaktadır. Günümüzün muz cumhuriyetlerini tanımlamak için kullanılan bir diğer terim ise “dönen kapıdır”, demir üçgende yerini almış yasamadan sorumlu kişilerin bir süre sonra demir üçgenin farklı köşesinde yer alan çıkar gruplarında yönetici konumlara almaları anlamına gelmektedir.
Tekno-feodalizmde, dijital dünyada neyin para kazanacağına ve neye izin verileceğine karşılıklı rıza değil, asimetrik bir güç karar verir.
Tüm bunların doğal sonuçlarından biri oligarşidir, kararlar halka hizmet etmesi gereken bakanlıklarca, ulusal çıkarlar için değil, yönetici bir hizibin çıkarları doğrultusunda verilir.
Kesinlikle hiçbir ilgisi olmasa da İngiliz politikacı "Sör" Nick Clegg örneği durumunun değerlendirilmesi öğretici olacaktır. Nick Clegg, 2007–2015 yıllarında Birleşik Krallık Liberal Partisi liderliği ve 2010–2015 David Cameron'ın koalisyon hükümeti Başbakan Yardımcılığı görevlerini üstlendi (Yanlış yönlendirilen ve yönetilen umutsuz AB referandumunu kaybı dolayısıyla kurban edilerek Sheffield Hallam parlamento koltuğunu kaybetmeden, yani 2015 Genel Seçimlerinde Cameron tarafından kandırılmadan önce).
Clegg'in siyasi "başarıları" arasında, İngiliz siyasetinde dengeleyici bir güç olan Liberal Parti'nin marjinalleştirilmesine, anlamlı bir seçim reformu olasılığının bir nesil daha ortadan kaldırılmasına ve sözleşmeli çalışmayı (Krediyi veren lehine asimetrik olarak ön yargılı olan, kırılamaz veya telafi edilemez bir sözleşmeyle sisteme bağlı çalışan kişiler) arattırmayan öğrenci kredisi sistemindeki ufak değişikliklere işaret edilebilir.
Bu derece başarılı bir geçmişle, kazançlı bir işe girmenin nispeten zor olabileceği düşünülebilir. Ancak, Ekim 2018'de Clegg, Facebook için lobicilik ve halkla ilişkiler sorumluğuyla küresel ilişkiler ve iletişim departmanına başkan yardımcısı atandı.
Üst düzey politikacı olmayla, sosyal medya şirketinde başkan yardımcısı olmanın nasıl bir döner kapıyla birbirine bağlı olduğuna dair kesin bir önerme olmasa da bu durum demir üçgen çerçevesinde sosyal medyanın ve büyük teknoloji şirketlerinin rolünün ne olduğunu ve neye benzediğini merak ettiriyor.
Bir açıklama bu demir üçgenin büyük teknoloji-akademi-parlamento yapılanmalarıyla oluşturulduğudur. Akademi mezunlar üretir; mezunlar büyük teknoloji şirketleri tarafından istihdam edilir; büyük teknoloji şirketleri politikacılara lobi yapar ve politikacılar akademiye yapılacak harcamalar için siyasi onay verir. Veya büyük teknoloji şirketleri akademi için doğrudan finansal destek sağlar; akademisyenler politikacılara bilimsel tavsiyeler verir, politikacılar bu tavsiyeler çerçevesinde, büyük teknoloji şirketlerinin düzenlemelerini kanıta-dayalı formüle ederek politika oluşturur. Hepsi çok rahat ve hatta yapıcı potansiyele sahip: Ne ters gidebilir ki?
İki yönlü akışların her birine bakarsak, aslında oldukça fazla şey ters gidebileceği görülebilir. Mezunlardan başlarsak, üniversitelerin bazı derslerinin içerik olarak sıkıştırıldığı, mesleki etik konularının bir kenara atıldığı, ve tasarım, yaratıcılık, sorgulama özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve yaratıcı düşüncenin tamamen bastırıldığı açıkça görülebilir. Bu durumu George Carlin tarafından “Hükümetler, iyi bilgilendirilmiş, iyi eğitimli eleştirel düşünme yeteneğine sahip kişiler istemiyorlar. İtaatkâr işçiler, makineleri çalıştıracak ve evrak işlerini yapacak kadar akıllı insanlar istiyorlar. Ve buna pasif bir kabullenişle yaklaşacak kadar ahmak.” ifade edilmiştir. Büyük teknoloji şirketlerinin de çalışanlarından benzer şeyleri istedikleri bazen hissediliyor: Makineyi çalıştıracak kadar zeki, ancak zor sorular (örneğin, sürveyans kapitalizmi, yapay zekanın ihlali, dijital bağımlılık vb.) soracak kadar eğitilmemiş (ama kesinlikle yeterli maaşı alan) insanlar.
İkincisi, bazı büyük teknoloji şirketleri seçili bilgileri yayarak (bilgi toplama) veya yayılmasına izin vererek toplumun siyasi karar mekanizmasını çarpıtmaktadır. Cambridge Analytica’nın Birleşik Krallık AB referandumuna müdahalesindeki rolü özenle belgelenmiştir. Bununla birlikte COVID-19 salgını da düşünülürse, yanlış bilgilendirmenin kontrolü aynı derecede endişe vericidir.
Bilimin hastalığa karşı aşı arayışı aynı zamanda, bilimsellikten uzak bir "aşı karşıtı" azınlığın ödün vermeyen yüksek sesi ile mücadele etmek zorunda kalıyorsa, burada halk sağlığına somut bir risk söz konusudur. Bu durum herhangi bir aşılama programına katılımı düşürerek etkisizleşmesine yol açabilir (Bu durumun kötüleşmesinde, ulusal siyasete yabancı müdahale potansiyeli endişesinin ve/veya toplumu yanlış bilgilendirmek amacıyla çalışan paralı trol ordularının rolü yadsınamaz).
Üçüncüsü, finansman sağlanmasındaki siyasi onay süreçleri büyük teknoloji yapılanmalarına fayda sağlama eğilimindedir. Birleşik Krallık'ta bunun iki örneği; Doktora Eğitim Konsorsiyumu'nun (DTC) oluşturulmasında ve yapılan araştırmalarının etkisinde görülebilir. DTC'lerin amacı kohort düzeyinde eğitim programları sağlamaktır, ancak dört yıllık katı bir zaman çizelgesi olması ve pratik eğitime vurgusu; çeşitliliğin azalması, uyumlu olunmaya teşvik ve araştırma temelli eğitimden uzaklaşma (örneğin, garip soruların sorulması) risklerini taşmaktadır. Ayrıca, süpervizörün en baştan itibaren öğrenciye araştırılacak soruları vermek zorunda olduğu dört yıllık bir program, sadece öğrenilen alanın tanımlı olduğu, öğrencilerin sorular sorarak araştırmasına (bazen başarısız da olarak) dayalı bir eğitimden olandan farklıdır. Hibe önerilerinin ve araştırma sonuçlarının sadece ekonomik temelde değerlendirilmesi kısa vadeli çıktılar için özgür düşünmeyi bastırır. Derin öğrenmenin (deep learning) ve diğer algoritma çalışmalarının çoğunun, 1980'lerde başlatılan yapay sinir ağları üzerindeki araştırmalara başladığı söylenebilir (Sadece algoritmaların yeterlilik sağlaması için; hesaplama, ağ oluşturma ve ekipmanların geliştirilerek; yeterli seviyede veri, iletişim ve işlem gücüne ulaşmasını 30-40 yıl kadar beklemek zorunda kaldılar: kuşkusuz güçlü ekonomik teşvik de buna yardımcı oldu).
Politikacılar büyük teknoloji geliştirilmesi için yeni alanları ve süreçleri finanse ettiğinden, randevuların ve promosyonların doğrudan finansmanla ilişkili olduğu akademik dünyada büyük teknoloji şirketleri kime fon aktaracaklarında seçici olabilecektir.
Finansman ön yargısı gerçeğini görmezden gelme pahasına bu durumun gerçekleştiğine dair bir önerge ortaya atılmamıştır, ancak gerçekleştiği varsayılırsa, seçilenler kanıta dayalı politikaların temelini oluşturan bilimsel tavsiyeleri tarafsız olarak sunmayabilirler.
Siyaseten karar verilen finansman önceliği, ders programları ve eğitim düzenlemeleri hep büyük teknolojinin çıkarlarına hizmet ediyor.
Son olarak, finansman programlarını onaylayan siyasi yapı, sadece büyük teknoloji firmalarının aradığı türden mezunlar üreten eğitim programları oluşturulmasına değil, aynı zamanda aynı firmaların tercih edeceği düzenlemelere de odaklanmaktadır. Bu durum özellikle vergilendirme açısından böyledir. Deneysel olarak kanıtlaması zor ama bir iddia olarak ortaya şunu atabilirim; 18 yaşında birini alıp dört yıl boyunca bir kanepede oturtsak, sonrasında hiçbir büyük teknoloji şirketi ona altı haneli maaş teklif etmez. Ancak, eşdeğeri bir genci alıp dört yıl bir üniversitede oturtsak büyük teknoloji şirketlerinden birinin ona altı haneli maaş teklif etmesi mümkündür. Bu denklemde değeri kimin kattığı bellidir (çalışkan öğrenci ve üniversite), bu değer için kimin para ödediği de bilinmektedir (yüksek ihtimalle bir borç batağıyla mezun olan öğrenci), ancak bu durumdan kazanç sağlayanların büyük teknoloji şirketi sahipleri olduğu da eşit derecede ortadadır. Eğer öğrenci kredisi olmazsa olmaz deniyorsa, "daha adil" bir çözüm bulunabilir: Birincisi, her mezunun kademeli olarak ödeyeceği bir lisans vergisi (bu sayede eğitim alan herkes imkanlarına oranla ödeme yaparak, zengin ebeveynlere veya kurumsal “altın tokalaşmalara” ihtiyaç duymadan eğitim alabilir); ve ikinci olarak etkili bir kurumlar vergisi sayesinde menfaat sahibi kurumlar bu kazançlarına oranla toplum ve kamu yararına katkıda bulunabilir.
Yönetimin, düzenlemenin ve vergilendirmenin zayıflaması durumunda, yönetilmesi, düzenlenmesi ve vergilenmesi gereken özel çıkar gruplarının aşırı güçlenmesi sorunu ortaya çıkar, bu durum tekno-feodalizmin tanımıdır.
Feodalizm, hükümdarların bahşettikleri toprak karşılığında aristokrasiden askerlik hizmeti (finansman veya askerlik) talep ettiği Orta Çağ Avrupa'sına egemen sosyopolitik sistemdir. Köylü sınıfı ise, bağlı bulundukları aristokratın topraklarında çalışmak ve verdikleri emeğin ürünlerinin (ve dolaylı olarak kendilerinin) mülkiyetinden vazgeçmek zorundaydı. Karşılığında aldıkları ise etrafta başıboş gezen haydutlara karşı sembolik korumaydı.
Benzer şekilde, tekno-feodalizm de büyük teknoloji şirketlerinin belirli bir işletme alanlarına (arama, e-ticaret, ulaşım vb.) egemen olduğu sosyopolitik ekonomik sistemdir. Seçilmiş hükümetler bu alanları; mali destek ve parlamento sonrası kariyer olanakları karşılığında bu şirketlere bırakmaktadır. Geri kalanımız, (veri üreten) köylü sınıfı, kullandığımız hizmetlere eşitsiz koşullar dahilinde katılmak zorundayız: hizmet karşılığında veri sağlıyoruz, ancak bu değiş tokuşun esas kazananı verileri toplayanlar yani platformların sahipleridir. Veri köylüleri için özel bir risk taşıyan nakitsiz toplum olgusu, nakit paranın hastalık taşıyıcısı olduğuna dair aldatıcı argümanlar üzerinden, özellikle COVID-19 sonrası hızlanarak, kullanıcıların hangi ürünleri alabileceği üzerinde merkezi kontrol sağlayan dijital para birimlerinin (örneğin fiat para birimi gibi) önünü açmaktadır.
COVID-19'un ardından, zayıf yönetimler, büyük teknoloji şirketlerinin mal varlıkları ve altyapıyı ele geçirmesine engel olamayabilir.
Daha önce yerel ekonomilerden servetin sömürülmesinin, teknolojik gelişim için neredeyse hiçbir vergi ödemeden altyapıların mülkiyetinin alınmasının ve üniversitelere kıyasla daha fazla araştırma olanağı bulundurmaları dolayısıyla yeni mezunların şirketlerinin güvenlik duvarlarının arkasında kaybolmasının tehlikelerinden bahsetmiştik. Cape Canaveral’da bulunan ve insanlığın teknolojik başarısının bir anıtı olan NASA Uzay Merkezini ziyaret etmek etkileyici bir ders niteliğinde. Uzay araştırmalarının sonucu olan Saturn V roketlerinin ne kadar büyük, Apollo komuta modüllerininse ne kadar küçük olduğunu öğreniyoruz; aynı araştırmaların gündelik yaşam kalitesini ve toplumsal refahı arttırmada rol oynayan ne çok yan ürünün gelişiminde rol oynadığını da.
Bununla birlikte, site çevresinde yapılacak bir gezi, gereken vergiyi ödemedikleri için kendi özel uzay araştırmalarını finanse etmeyi göze alabilen çeşitli şirketlerinin tabelalarıyla noktalanıyor. Bu manzara, kamu altyapısı üzerine kurulu bu özel sahalarda kamusal eğitim almış bireyler tarafından üretilen yan ürünlerin de özel mülkiyete ait olacağı gerçeğini ortaya çıkarıyor: işte bu tekno-feodalizmdir.
Orta Çağ Avrupa'sındaki vebaların ardından aristokrasinin hayatta kalanları, ölen komşularının malikanelerini devralmak için çok çaba sarf ederek merkezi düzenleme için çok güçlü ve "başarısız olmak için çok büyük" olan "büyük mülkleri" yarattı.
Büyük teknoloji şirketleri, COVID-19'un ardından; varlıkları, şirketleri ve altyapıyı ele geçirerek aynı sonuca ulaşabilir. Uluslararası tekno-feodalizmin yükselişine direnmek için daha güçlü yönetimlere, Elektrik ve Elektronik Mühendisleri Enstitüsü (IEEE) gibi profesyonel organizasyonlara ihtiyacımız var.
https://technologyandsociety.org/the-bigtech-academia-parliamentary-complex-and-techno-feudalism/
İLGİLİ HABERLER
Sarı bela: Altın
Sermaye birikiminin hızlı şekilde çok uluslu belli şirketlerin elinde toplanması ve küreselleşmeye paralel olarak düzenlenen maden hukuku mevzuatı ile üretimin altyapısı ve çerçevesi belirlenmiş, oyunun kuralları şekillenmiştir.
27-01-2021 07:35

Maden Mühendisi Mehmet Torun
Değerli dostumuz, yoldaşımız Serdar Ömer Kaynak’ın anısına saygıyla…
Shakespeare, Atinalı Timon’un ağzından altına dair şöyle söylemiş:
Altın sarı, göz kamaştırıcı, değerli altın!
Bunun şu kadarı karayı ak, çirkini güzel, eğriyi doğru, adiyi soylu, yaşlıyı genç, korkağı yiğit eder,
...Ah tanrılar nedir bu? Niçin bu?
Rahiplerinizi, uşaklarınızı, yanınızdan kaçırır,
Çeker güçlü insanların yastıklarını başlarının altından.
Bu sarı köle: din de kurar, din de bozar, kutsar lanetliyi.
Hırsızlara yer, senatörlere kürsüde ün, şan, saygınlık kazandırır.
Haydi, git adı batası çamur!
Sen değil misin milleti birbirine düşüren”
Küreselleşme; içinde yaşadığımız döneme damgasını vuran kapitalizmin çok uluslu şirketler aracılığıyla dünya boyutunda kurduğu ekonomik egemenliğin son aşamasıdır. Gelişmiş ülkeler; mal, hizmet ve sermayeyi diğer ülkeler arasında olağanüstü bir hızla dolaştırarak, gelişmekte olan ülkelerin ekonomisini, sanayisini ve çalışanlarını büyük çapta etkilemekte, politik ve toplumsal dengeleri bozarak, gelir dağılımını kötüleştirmektedir. Küreselleşme aynı zamanda tekellerin aşırı kara dayanan birikimi için savaş, gerginlik, kaynak ve değerlerin yağmalanması demektir. Durum böyle olunca da, Dünyada yaklaşık 2 milyar insan sağlığa uygun içme suyuna ulaşamıyor. BM Gıda ve Tarım Örgütü'nün [FAO] verdiği rakamlara göre, her 5 saniyede 10 yaşın altında bir çocuk açlıktan ölmekte.
Dünyada yaşayan insanların yarısı günde 2 dolardan az parayla geçinmekte, her gün 30 bine yakın insan açlıktan ölmektedir. Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası güçler aracılığıyla egemen kılınmaya çalışılan politikalar; yoksulluğa, eşitsizliklere, savaşlara, soykırımlara ve küresel felaketlere yol açmaktadır. Bu süreçte zengin ülkeler daha zenginleşmekte, yoksul ülkeler daha da yoksullaşmaktadır.
Dünya Bankası'nın verdiği rakamlara göre, 2018 yılında en büyük 500 özel şirket, Dünya Gayri Safi Yurt İçi Hasılasının [GSYH], dünya toplam gelirinin % 52,8'ini üretmiş. Bu, bir yılda üretilenin yarıdan fazlası... Shell ve Apple'ın yıllık cirosu 180 ülkenin bütçesinden büyük... Toyota'nın 2016 cirosu 254,6 milyar dolar. Bir perakende devi olan Walmart, dünya büyüklük sıralamasında Kanada'nın ardından onuncu sırada ve İspanya ve Avustralya ondan sonra geliyor... İlk 100'ün 69'u da şirket... Sadece 31'i devlet... Bu şirketlerin içerisinde altın ve değerli metal üreten şirketler de mevcut. BHP Billiton, Rio Tinto, Vale, Norilsk Nickel, Glencore, Anglo American, Newmont Goldcorp bunlardan bazıları.
Söz konusu şirketler, dünyanın dört bir tarafında buldukları değerli madenleri -bir şekilde- işlemekte ve artı değerleri ülkelerine taşırken geride tahrip edilmiş, zehirlenmiş bir coğrafya bırakmaktadır.
Altın, yüzyıllardır insanlığın ilgisini çeken bir maden olagelmiştir. Hava ve sudan etkilenmemesi, kolay işlenmesi, doğal renk ve parlaklığı gibi nedenlerle takıların, süs nesnelerinin ve kutsal objelerin temel hammaddesi olmuştur. Paranın değişim aracı olarak ortaya çıkması sonrasında para olarak kullanılmasıyla itibari değerinin sürekli artış gösterdiği bilinmektedir. Feodalizmin egemen olduğu dönemlerde kral hazinelerinde konak ve saraylarda sahne alan altın; kapitalist üretim ilişkilerinin başlangıç döneminde para piyasasının altına dayandırılması ile merkez bankalarının karanlık kasalarında hapsedilmiştir. Yenilip, içilmeyen doğal ortamda bozulmayan istenildiğinde kolaylıkla paraya dönüştürülen altın günümüzde de bir varlık belirtecidir. Altın; şahısların tasarruf aracı, şirketlerin sermayeleri olarak korunmakta ya da altın üretimi ile ilgili madencilik alanında faaliyet gösteren şirketlerin, uluslararası boyutlarda arama ve üretim yapan altın tekellerinin hisse senetlerinin borsada değer kazanması veya kaybetmesinin önemli bir aracı durumundadır.
Anadolu; tarihi dönemler içerisinde, üzerinde yaşayan toplulukların doğal kaynaklarını fark ettiği ve onları kullandığı ev sahibi bir coğrafyadır. Antik çağlardan itibaren altın (Sart antik kenti/Salihli/Manisa) üretimi yapıldığı bilinmektedir. Arama teknolojilerinin çok geliştiği günümüzde (uydu fotoğrafları, jeokimyasal yöntemler, jeolojik ve jeofizik yöntemler, derin sondajlar ve laboratuvar çalışmaları vb.) değerli mineralleri keşfetmek ve kaynaklara ulaşmak kolaylaşmıştır. Bu çalışmalar sonucunda Türkiye’de potansiyel olarak ciddi anlamda altın varlığı tespit edilmiştir. Arama çalışmaları devam etmekte olup, mevcut kaynakların artabileceği düşünülmektedir. Zamanında MTA’nın bulduğu zuhurlar incelenmeye devam edilmiş ve geliştirilmiş, şirketler kendi çabaları ile odaklandıkları bölgelerdeki zuhurları kendileri geliştirmiş yada kamu sektöründen geçen kimi kişilerin şirketlere taşıdığı bilgiler sayesinde bu zuhurlara ulaşarak, buralarda proje yürütüyor duruma gelmiş yada maden açmış/açma noktasına gelinmiştir. MTA raporunda; “Altın, dünya rezervleri içinde % 0.5 ten fazla (yaklaşık % 2) paya sahip olduğumuz madenler arasındadır. Bu durumda Türkiye altın madeni bakımından zengin bir ülke olarak görülmektedir” denilmekte ve MTA’nın raporlarında görünür+muhtemel rezerv toplamı 700 ton olarak verilmektedir. Ancak, günümüze kadar pek çok yerde özel şirketler tarafından arama çalışmaları yapıldığı göz önüne alındığında bu rakamın daha yüksek olduğu düşünülmektedir. Nitekim; MTA’nın 2016 yılında hazırladığı “Türkiye ve Dünya’da Altın” isimli raporunun 16. sayfasında “Türkiye’nin bilinen ve envanteri yapılmış toplam altın rezervi 1.175 tondur.” denilmektedir. Bazı çevrelere göre potansiyel rezervin yaklaşık 5.000 ton olduğu dile getirilmektedir. Altın madeni bulunma olasılığı yüksek sahaların aranması ve işletilmesi için çoğu arama ruhsatı olmak üzere 100 civarında ruhsat alınmış olup çalışmalar yoğun olarak sürdürülmektedir.
Yapılan çalışmalar göstermiştir ki, ülkenin her bölgesinde altın rezervleri mevcuttur. Arama çalışmalarının daha çok Karadeniz, Ege ve Marmara bölgelerinde yoğunlaştığı görülmektedir. Bunların yanında; Samsun’da, Zonguldak’ta, Giresun’da, Artvin’de, Tunceli’de, Bilecik’te altın arama çalışmalarının yoğunlaştığı da bilinmektedir.
Altın fiyatlarındaki artış sonucu çok düşük tenörlü yatakların da ( bir tonda 1 gram gibi) ekonomik olması sonucu düne kadar önemli olmayan sahalar bugün rezerv kategorisine girmektedir. Bunların yanında devasa iş makinelerinin yapılması, patlatma teknolojileri, kırma-öğütme tesislerinin boyutları ve zenginleştirme teknolojileri sonucu çok büyük ölçekli üretimlerin yapılması da mümkün hale gelmiştir. Sermaye birikiminin hızlı şekilde çok uluslu belli şirketlerin elinde toplanması ve küreselleşmeye paralel olarak düzenlenen maden hukuku mevzuatı ile üretimin altyapısı ve çerçevesi belirlenmiş, oyunun kuralları şekillenmiştir.
Tüm bunların sonucunda, doğanın yıkımı-dönüşümü ve çevre tahribatı önlenemez ve geri döndürülemez şekilde gerçekleştirilmektedir.
Türkiye’de endüstriyel anlamda ilk altın üretimi 2001 yılında Bergama’da başlamıştır. Bu süreçte, yöre halkının bazı gerekçelerle işletmeye yönelik olarak yaptığı itiraz ve eylemler epeyce ses getirmiştir. Daha sonraki yıllarda altın madenciliği ülkenin pek çok noktasında yapılmaya başlanmıştır. Bugün itibarıyla 18 işletmede aktif olarak üretim yapılmaktadır.
Şirketlerin yapısı incelendiğinde büyük bir çoğunluğunun uluslararası şirketlerle ortaklık yaptıkları görülmektedir.
-Balıkesir/Sındırgı/Kızıltepe Altın Madeni, (Zenit Madencilik; Ariana Resources (İngiltere; Londra borsasına kayıtlı şirket)
-Artvin Salınbaş-Ardala Altın Projesi, Ariana Resources
İzmir Efemçukuru ve Uşak Kışladağ Altın Madenleri, Eldorado Gold’un (Kanada) iştiraki olan Tüprag şirketi
-Çanakkale Kirazlı-Ağı Dağı Altın Projesi, Alamos Gold (Kanada)
-Kayseri-Develi Öksüt Altın Madeni Projesi Öksüt Madencilik (Centarra Gold Inc. Şirketinin iştiraki),
-Erzincan-İliç Çöpler Altın Madeni Anagold Madencilik % 80 Alacer Gold (Avustralya)-% 20 Lidya Madencilik (Çalık Holding)
-Artvin-Hod Altın Madeni Projesi %70 Lidya Madencilik (Çalık holding)-% 30 Sandstorm (Kanada).
-Çanakkale-Halilağa Bakır-Altın Projesi, Cengiz Holding (Kanadalı Teck Madencilik ve Pilot Gold’un geliştirdiği bir yataktır)
-Çanakkale-Lapseki’de bulunan bugün Nurol Holding iştiraki olan TÜMAD Madencilik tarafından altın işletmesi yapılan maden de Chesser Resources tarafından bulunmuş ve geliştirilmiştir.
-Adana-Horzum yöresinde (Pınargözü ve Akyaka) Kurmel grubuna ait Akmetal ile Pasinex (Kanada) (%50-%50) ortaklığında bulunan Hozrum Madencilik, yüksek tenörlü çinko üretmektedir.
Bunların dışında pek çok projenin benzer ortaklıklarla yürütüldüğü bilinmektedir. Yukarıdaki projelere bakıldığında çok uluslu şirketlerin Türkiye’nin jeolojisi, maden yatakları, türleri ve cevherleşmelerine vakıf oldukları görülebilmektedir. 30 yılı aşkın süredir Türkiye’de bulunan bu şirketler madencilik sektörüne devlet desteği, sağlanan teşvikler, bürokrat, siyasetçi kadroları ve işbirlikçileri ile girmiştir. Bu durum, neoliberal ekonominin bir gereği gibi gösterilmektedir. Şirketler ürettikleri altın madenini, serbest piyasa mekanizması gereği istedikleri şekilde tasarruf edebilmektedir. Bu altınlar, genellikle yurt dışında kendi ülkelerinde değerlendirilmekte ve borsalarında işlem görmektedir. Ülkemize ekonomik olarak ciddi bir katkısı olmadığı gibi pek çok olumsuzluğu ( çevre kirliliği, doğanın bozulması, kaynak kaybı vb.) beraberinde getirmektedir. Son yıllarda Merkez Bankası, bu şirketlerden piyasa değeri üzerinden altın satın almakta ve stok etmektedir.
SONSÖZ
İnsan yaşamını sürdürebilmek için yer kabuğundan yararlanmak zorundadır. İnsan, yer kabuğu üzerinde tarım yaparak beslenmesini sağlar, yer kabuğu içerisindeki mineralleri çıkararak yaşamsal bir çok ürün elde eder ve alet, araç-gereç yapar. En yaşamsal olan ilaç ve tıbbi cihazlardan tutun, barınmak, örtünmek, ısınmak, bir yere ulaşmak ve daha birçok olanaklara sahip olmak için yer kabuğundaki mineralleri kullanma dışında başka bir seçeneği yoktur. Yer kabuğundaki mineralleri çıkarmak ve sanayinin kullanımına sunma işinin adı madenciliktir ve madencilik insan yaşamı için olmazsa olmaz koşuldur.
Tüm bu veriler ışığında; altın üretimi hakkında bazı soruları sormak ve yanıt beklemek bu ülkede yaşayan herkesin hakkıdır;
-Bu durum altın madenciliği için söz konusu mudur ?
-Altının insanlığın gelişimi ve toplumun refahına katkısı nedir ?
-Proseste siyanür kullanılıyor olması,
-Diğer madenlere göre çok daha büyük devasa çukurların kazılması,
-Bunun için çok daha fazla orman ve tarım arazisinin yok edilmesi,
-Kazılan kayacın siyanür bulaştırılarak bir başka alana yığılıyor olması,
-Oluşacak olan devasa çukurda asit-maden drenajının mümkün olamayacağı,
-Daha sonraları olabilecek deprem gibi doğa olayları sonunda çevresel bir felaket yaşanabileceği vb.,
teknik içerikli gibi görünen ancak tüm insanlığı etkileyen sorulara yanıt bulmak gerekmektedir.
ASIL SORU
Bütün bu olumsuzluklar ve riskler göze alınarak altın, neden ve kimler için üretiliyor?
ÇEVİRİ | AB sınırında yasa dışı 'geri itmeler': Avrupa'nın vahşi kapı bekçisi
Kırık kemikler ve kırılan dişler: Hırvat polisi, mültecileri AB sınırından dışarı atmak için kaba kuvvet kullanıyor. Avrupa Birliği de bundan çok memnun görünüyor.
25-01-2021 09:19

Yazar: Krsto Lazarevic
Çeviri: Kemal Çaprak
Sabahın erken saatlerinde dört genç adam Bosna'nın Bihać kasabasına doğru bir köy yolunda yürüyor. Gece yeşil sınırı geçerek Hırvatistan'a girme girişimleri başlangıçta başarısız oluyor, ardından içlerinden biri "Hırvat polisi çok kötü" diyor. Bihać Belediye Başkanı Šuhret Fazlić, babacan bir tavırla adamın omzuna vuruyor. Fazlić o sırada, Bosna-Hersek ile Hırvatistan arasında olan yeşil sınırdaki durum hakkında bir fikir edinmek için ziyarette. Aynı zamanda avcılık yapan başkan, bu bölgeyi iyi biliyor. Bölgede hala 40 civarında ayı var. Tabelalar başka bir tehlikeye daha işaret ediyor: "Dikkat mayın!“
40 dakika boyunca yürünen küçük toprak yolun solunda ve sağında ceketler, plastik şişeler ve sırt çantaları vardır; ta ki iki yıkık eve gelene kadar: "Burası Bosna-Hersek ile Hırvatistan arasındaki sınırdır" diyor Fazlić ve şöyle devam ediyor: "Bugünlerde AB'nin dış sınırı, eskiden yüzlerce yıl Osmanlı İmparatorluğu'nun Hristiyan Avrupa'ya sınırı idi".
Bu sınırdaki koşullar, bir STK olan “Sınır Şiddet İzleme“ (Border Violence Monitoring) tarafından yayınlanan onlarca videoda da görülebilir. Kayıtlar, Hırvat polisinin ''geri itme“ (''pushbacks“) olarak adlandırılan yöntemle mültecileri nasıl geri püskürttüğünü belgeliyor. Buradakı muamele, AB hukukunu ve Cenevre Mülteci Sözleşmesi‘ni ihlal ediyor. Hırvat polislerinin insanları dövdüğü, aşağıladığı ve onların cep telefonlarını çaldığı bu kayıtlarda görülebilmektedir.
Şiddet olaylarının sadece Hırvatistan sınırında değil de Bosna-Hersek bölgesinde de yaşanıyor olması çok da önem arz etmiyor. Fazlić, silahlı Hırvat polislerini Bosna sınırının yüzlerce metre içinde kalaşnikoflarla yakaladığını söylüyor ve "Onlara başka bir ülkede yasa dışı olarak bulunduklarının farkında olup olmadığını sordum, sadece emirlere uyduklarını beyan ettiler" diyor.
MÜLTECİLERE KARŞI GÖSTERİLER
AB'deki mültecileri savuşturma politikasına gelince, kamuoyu şu anda çoğunlukla Matteo Salvini'nin mülteci karşıtı politikalarla Başbakan olmaya çalıştığı İtalya'ya bakıyor. Uluslararası Göç Örgütü (International Organization for Migration – IOM) ve ulusal makamlar, bu yıl İtalya'ya deniz yoluyla sadece 4 bin ''düzensiz geliş“ saydı. Çok daha küçük olan Bosna-Hersek ise bu yıl çoğu Pakistan, Suriye, Afganistan, Fas ve Cezayir'den gelen 15 bin 500'den fazla düzensiz göçmene ulaştı.
Bosna-Hersek'e Sırbistan ve Montenegro üzerinden gidiliyor. Orada mülteciler ülkenin Sırp hakimiyetindeki bölgesinden Boşnak-Hırvat ağırlıklı federasyona itiliyorlar. Bu federasyon insanların otobüsle Una-Sana kantonundaki Hırvatistan sınırına götürüldüğü on farklı kantondan oluşuyor. İnsanların çoğunun yolculukları Velika Kladuša ve Bihać'ta sona eriyor ve bu iki şehirde sıkışıp kalıyorlar. Hırvat polisi tarafından defalarca dövülerek püskürtüldükleri için AB sınırından geçemiyorlar.
Şimdiye kadar Bosna hükümetinden bölgedeki durumun nasıl iyileştirilebileceğine dair herhangi bir öneri gelmedi. Ekim 2018'deki parlamento seçimlerinden hükümetin kurulmasına kadar yaklaşık on ay geçti, ancak şimdi de buna yönelik hiçbir şey olmadı. Ayrıca, Avrupa'nın belki de en işlevsiz ülkesindeki iki küçük kasabanın, mültecilerin ihtiyaçları için başıboş bırakıldığı da söylenebilir. AB'nin sağladığı para mültecilerin ihtiyaçlarını karşılamaya yetmiyor. Uluslararası Göç Örgütü tarafından yönetilen kamplarda 3 bin 200 kişilik yer var, bu sayı olması gerekenden çok daha az. Bihać'taki sokak manzarası, Pakistanlı ve Afganistanlı genç erkeklerle karakterize ediliyor. Başlangıçta mültecilere gösterilen bir dayanışma söz konusuyken, sonrasında şehirde oluşan atmosfer ile bu durum değişiyor. Mülteci karşıtı gösteriler başlıyor ve bazı girişimciler şehirde turizm konusunda endişeli hale geliyor. Bunun üzerine belediye başkanı Fazlić, şehrin dışında yeni bir kamp kuracağına söz verdi ve verdigi sözü tuttu. 13 ve 14 Haziran 2019 tarihlerinde, çoğu kez kendi iradelerine karşı yüzlerce kişi, Bosna polisi tarafından Bihać'tan alındı ve Hırvatistan sınırına yakın yeni inşa edilen Vučjak kampına götürüldü. Eski bir çöp alanına kurulan bu kamp, su ve elektrigi olmayan, ancak etrafı mayınlar, yılanlar ve sivrisineklerle çevrili olan bir alandı.
AVRUPA'NIN BAŞARI ÖYKÜSÜ
Bihać‘ın yerel Kızıl Haç‘ı, kamp Vučjak'ta bine yakın mülteci ile ilgileniyor. Günde iki kez yemek verilmekte, bu yemek genellikle iki parça ekmek ve bir çorbadan oluşuyor. IOM ve UNHCR, kampın konumu ve felaket koşulları nedeniyle orayı onaylamak istemedikleri için kampta aktif değil. Kızıl Haç'ın huysuz bir çalışanı kamp sakinlerine bağırıyor: "Neden çöplerinizi toplamıyorsunuz?" Oysaki kampın kendisi çöplük alanının üzerinde kurulmuş durumda. Bunun yanında insanların çoğu polis tarafından dövüldüğü için yaralı. Diğerleri ise enfekte böcek ısırıklarından muzdarip. Tıbbi bakım, bağışlarla finanse edilen küçük bir gönüllüler ekibi tarafından sınırlı imkanlarla sağlanmakta.
Hırvatistan İçişleri Bakanlığı yıllarca yasadışı ''geri itme“ yöntemlerini yalanlamasına rağmen, yüzlerce vaka ''Sınır Şiddet İzleme“ STK'si tarafından belgelenmiş ve ''geri itmelerin“ video kayıtları Avrupa çapında yayınlanmıştır. Bunlar yaşanırken İsviçre radyosu da ''geri itmeleri“ belgelemiş ve Hırvatistan Cumhurbaşkanı Kolinda Grabar-Kitarović'i bu kayıtlarla yüzleştirmiştir. Sonrasında Hırvatistan Cumhurbaşkanı yaptığı bir röportajda ''geri itmelerin“ gerçekleştiğini itiraf etti. O ana kadar hükümet bunu her zaman yalanlamaktaydı. Aynı röportajda Grabar-Kitarović, göçmenlerden kurtulmak için Hırvatistan sınırında “biraz şiddet” gerektiğini söylüyor. Uluslararası Af Örgütü raporu, bu şiddetin sonuçlarını kırık kemikler ve kırılan dişler olarak ortaya koyuyor.
Bir Hırvat polisinin ismini vermeden Hırvat web portalı ''Telegram.hr“ ile yaptığı röportajda, mültecilere yönelik şiddetin sistematik olarak kullanıldığını ve yukarıdan emredildiğini anlatıyor. Güç kullanmayı reddeden polislerin ise cezalandırıldığını ifade ediyor.
Yeni AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, sistematik yasa ihlaline rağmen, Zagreb'e yaptığı ilk ziyarette Hırvatistan'ı "Avrupa‘nın başarı öyküsü" olarak nitelendiriyor ve şiddetli ''geri itmeler“ hakkında hiçbir şey söylemiyor. Anlaşılan o ki AB Komisyonu Başkanı, Hırvatistan'ın Avrupa'nın vahşi kapı bekçisi rolünü oynamasından oldukça memnun görünüyor.
*Başlıkta kullanılan ''geri itme'' ifadesi, mültecilere yapılan davranışı meşru göstermeye çalışmaktadır. Aslında en temel insan haklarından biri olan iltica hakkı görmezden gelinerek mültecilerin şiddet kullanımıyla sınır dışı edilmesi söz konusudur.
Kaynak: jungle.world
ÇEVİRİ | Pfizer tarafından kullanılan telif hakları Covid-19 aşısına ulaşımı zorlaştırıyor
Bir aşının küresel dağıtımını garanti altına almak adına telif kurallarını askıya almak için günümüzden daha uygun bir zaman yok. Buna rağmen, ilaç sektörünün devi Pfizer, kurtarılacak hayatları değil de kâr hırsını önceleyerek, aşının yoksul ülkelere ulaştırılabilmesi için Dünya Ticaret Örgütü’nde verilen önergeye karşı çıkıyor.
22-01-2021 01:32

Yazan: Sarah Lazare
Çeviri: Metahan Akman
Alman partneri BioNTech ile birlikte geliştirdiği Covid-19 aşısı 11 Aralık’ta ABD’de acil kullanım onayı alan ilaç devi Pfizer, yoksul ülkelerin ilaca ulaşımını sağlamak için gösterilen uluslararası çabaya karşı çıkmakta.
Ekim ayında Hindistan ve Güney Afrika, Covid-19 için geliştirilen tedavi yöntemlerinin, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) fikri mülkiyet anlaşmasının, “Fikri Mülkiyet Haklarının Ticarî Yönleri (FMHTY),” başlığı altında yer alan patent haklarının askıya alınması için bir önerge verdiler. Neredeyse yüz ülke tarafından desteklenen bu önerge, salgın sürecinde genel olarak kullanılan tedavi yöntemlerinin daha az maliyetle geliştirilmesine olanak sağlayacak.
Zengin ülkelerin aşı stoklarını adeta yağmaladığı ve bir araştırmanın, dünya nüfusunun çeyreğinin 2022 yılına kadar aşıya erişemeyeceğini gösterdiği günümüzde, bu önerge -eğer onaylanırsa- Küresel Güney’de sayısız hayat kurtarabilir.
Ancak şimdiye kadar ABD, Avrupa Birliği, Britanya, Norveç, İsviçre, Japonya ve Kanada bu önergenin kabulünü, her tür gecikmenin daha fazla ölüm getireceği kesin olan bu düzlemde, başarıyla engellediler.
Kârını korumak için çabalayan ilaç sektörü, Pfizer’in de öncülüğünde, bu muhalefetin önemli bir ortağı. Pfizer’in genel müdürü Albert Bourla geçen hafta yaptığı açıklamada, “Bu salgının çözümünü, özel sektörün kanı diyebileceğimiz fikri mülkiyet hakları getirdi ve şu anda da bu haklar bir engel teşkil etmiyor,” dedi. 5 Aralık’ta Lancet’te çıkan bir makaleye göre Pfizer, “Herkese uygun tek bir model geliştirme çabası her durumun, ürünün ve ülkenin özel koşullarını yok saymak anlamına gelir.” diyerek önergeye karşı görüşünü belirtti.
Pfizer’in ortaya koyduğu görüşe göre, fikri mülkiyet hakları ve ilaç tekelleri, insanlığa yararları apaçık ortada olan sağduyulu bir küresel düzeni temsil ediyor. Ancak, gerçekliğe baktığımızda, bu uluslararası normlar görece yeni ortaya çıktı ve bir kısmı bizzat Pfizer tarafından şekillendirildi.
Bu şirket, 1980’lerin ortasından 1990’ların başına kadar DTÖ’nün fikri mülkiyet kurallarının oluşumunda önemli bir rol oynadı ve günümüzde yoksul ülkelere aşı dağıtımının sağlanmasının karşısında, kendi koyduğu kurallardan yardım istemekte. Bourla’nın bahsettiği “özel sektörün kanı,” olayların doğal varoluşunu değil, hayatlarını kurtaracak ilaçlara ulaşamayan yoksul insanların zararına işleyen küresel ticaretin yapısını yansıtıyor.
BİR ŞİRKET KAMPANYASI
Seksenli yılların ortasında, Pfizer’in yönetim kurulu başkanı olan Edmund Pratt’a bir görev verildi: Gümrük ve Ticaret Anlaşması (GTA) tartışmalarının Uruguay bölümünde fikri mülkiyetin korunmasını garanti altına alınmasını sağlamak – ki bu çok uluslu anlaşmalar 1995’te DTÖ’nün kurulmasıyla sonuçlanacaktı. Meselenin aritmetiği basitti: Kendi şirketi ve diğer Amerikan şirketlerinin “rekabet gücünü” küresel anlamda korumak için bu tip önlemler hayatî öneme sahipti.
Pratt, kendi lehine olacak şekilde, şirketinin çapından çok daha fazla kurumsal güce sahipti. Charan Devereaux, Robert Z. Lawrence ve Michael D. Watkins’in Case Studies in US Trade Negotiation (ABD Ticaret Görüşmelerinden Örnek Çalışmalar) adlı kitapta belirttikleri gibi Pratt, Carter ve Reagan yönetimlerini temsilen Ticaret Görüşmeleri Danışma Kurulu’nda bulundu.
1986’da fikri mülkiyetin ticaret görüşmelerinde konu edilmesini sağlamak amacıyla Avrupa ve Japonya ile endüstriyel ilişkiler kuracak, Birleşmiş Milletler’in Dünya Fikri Mülkiyet Hakları Örgütü’nden görevlilerle görüşecek ve lobi yapacak olan Fikri Mülkiyet Hakları Komitesi’nin (FMHK) kurucuları arasında Pratt da vardı.
Gerek yurt içinde gerekse küresel anlamda Pfizer, ABD fikri mülkiyet kurallarını takip etmeyen ülkeleri “korsanlık” faaliyetinde bulunmakla suçlarken uluslararası ticaretin fikrî mülkiyet hakları konusunda kararlı ve güçlü durması gerektiği fikrinin güçlenmesinde önemli bir rol oynadı.
Peter Drahos ve John Braithwaite, Information Feudalism’de (Feodal Bilgi Çağı) şöyle yazıyorlar, “Fikrî mülkiyet haklarıyla ilgili mesaj, denizde yayılan dalgalar gibi iş çevrelerinden ticaret odalarına, çalışma konseylerinden yönetim kurullarına, ticaret örgütlerine ve şirketlere doğru yayıldı. Bunun sonucunda, önemli ticaret kurullarında kilit rollere sahip Pfizer yöneticileri, fikrî mülkiyet haklarına ticaret temelli bir yaklaşım için ihtiyaçları olan desteği buldular.”
Ticaret görüşmelerinde fikrî mülkiyet haklarının konu olması, o zaman söz konusu değildi. Pek çok Üçüncü Dünya ülkesi bu konunun önlerine gelmesine karşı direndi çünkü katı fikrî mülkiyet kuralları şirketlerin tekelini koruyacak ve yurt içi fiyat kontrolünü zayıflatacaktı (Case Studies in US Trade Negotiation)
1982 yılında, Hindistan başbakanı Indira Gandhi Dünya Sağlık Örgütü’ne şöyle seslendi, “Daha iyi bir dünya düzeni, tıbbî gelişmelerin patent haklarından muaf olduğu ve ölüm ile yaşamın kâr olgusuyla ele alınmadığı bir dünyadır.” 1986’da Christian Science Monitor ise şunu raporladı, “Brezilya ve Arjantin, görüşmelerin yeni etabına fikrî mülkiyet haklarının dahil edilmesi yönünde ABD’nin gösterdiği çabaya karşı koyan bir gruba öncülük etti.”
Ancak Pratt’ın, IBM yönetim kurulu başkanı John Opel gibi güçlü yandaşları vardı ve onların çabaları, fikrî mülkiyet haklarına dair kuralların görüşülmesinin Gümrük ve Ticaret görüşmelerine dahil edilmesinde önemli bir rol oynadı.
Pratt bu gelişme için takdir edildi. Pratt şöyle diyordu, “Gümrük ve Ticaret görüşmelerinde fikrî mülkiyet haklarının korunmasının temelinin atıldığı bu zafer, bir ölçüde ABD hükümetinin ve Pfizer’in de dahil olduğu ABD şirketlerinin otuz yılı aşkın süredir devam eden yoğun çabasıyla kazanıldı. Biz başından beri, öncü pozisyonunda bunun içindeyiz.” (Whose Trade Organization? A Comprehensive Guide to the WTO).
Fikrî mülkiyet hakları görüşmelerinde FMHK, katı fikrî mülkiyet hakları kurallarının desteklenmesi için ABD’li şirketlerin olduğu kadar Avrupalı ve Japon şirketlerinin liderlerinin örgütlenmesi noktasında aktif çalışmalarda bulundu.
Devereaux, Lawrence ve Watkins’in yazdıklarına göre bir ABD’li görüşmeci, “Fikrî mülkiyet haklarının bir görüşme maddesi olarak kabul edilmesini tasarlayan ve hükümeti bunu sağlamaya zorlayan” kişilerin Pratt ve Opel olduğunu söylüyor.
1995 yılında yürürlüğe giren FMHTY anlaşması “20. Yüzyılın en önemli fikrî mülkiyet hakları anlaşması” olacaktı (Drahos ve Braithwaite). Bu anlaşma dünyadaki çoğu ülkeyi fikrî mülkiyet söz konusu olduğunda, sınırlı bir esneklik payıyla da olsa asgari bir ortaklıkta birleştirdi ki bu ortaklık ilaç sektöründeki telif tekelini de içeriyor.
Ekonomi ve Araştırma Merkezi (EAM) kurucularından olan sol eğilimli ekonomist Dean Baker In These Times’da şöyle diyor, “Bu anlaşma gelişmekte olan ülkelerin ve dünyadaki diğer ülkelerinin Amerikan tipi patent ve telif kurallarını benimsemesini gerektiriyordu. Önceden bunlar ticaret anlaşmalarının kapsamı dışındaydı ve ülkeler kendi koydukları kurallara göre hareket edebiliyorlardı. Hindistan zaten 1990’a gelindiğinde oldukça gelişmiş bir ilaç endüstrisine sahipti. Bu anlaşmadan önce Hindistan ilaç şirketlerinin ilaçların patentini almasına müsaade etmiyordu. Sürecin patentini alabilirlerdi, ancak ilaçların değil.”
İLACA ULAŞIMIN ENGELLENMESİ
Anlaşma ilaç şirketlerine yüksek oranda kâr sağladı ve sermaye hareketlerini takip eden Public Citizen adlı kuruluşa göre “ABD’de ilaç üretim maliyetlerini artırırken aynı zamanda DTÖ içindeki gelişmekte olan ülkelerin sahip olduğu hayatî ilaçlara erişilebilirliği kısıtladı.”
Bu durum, DTÖ kurulduğu sırada filizlenen AIDS krizinde acımasız bir rol oynadı. Achal Prabhala, Arjun Jayadev ve Dean Baker’ın New York Times’da kısa zaman önce yayınlanan yazısına göre, “Ülkeyi esir alan ve insanları ölümle baş başa bırakan yabancı ilaç şirketlerinin tekelini kırmak, Güney Afrika hükümetinin neredeyse on yılını aldı.”
Fikrî mülkiyet yasalarının askıya alınması için küresel çapta bir salgından daha geçerli bir sebep düşünmek güç ve bu düşünce günümüzün politik bağlamında kesinlikle marjinal değil. Aktivistlerin çabalarına ek olarak ana akım insan hakları örgütleri ve BM insan hakları uzmanları da telif yasalarının askıya alınması talebini dillendirdi.
Onların çağrıları 90’ların ve erken 2000’lerin, şirketlerin gücünü yerel piyasalar aleyhine emek alanından çevreye ve toplum sağlığına kadar genişleten Dünya Bankası ve IMF gibi kurumlarla birlikte DTÖ’nün de yıkıcı rolüne odaklanan küresel adalet hareketlerine benziyor. ABD’nin ve ABD’li şirketlerin DTÖ içindeki orantısız gücü – ki bu güç Covid-19 aşısı ile alakalı telif tartışmalarının engellenmesinde de görülebilir – temel bir eleştiri konusu oldu.
Pfizer, fikrî mülkiyet kurallarının askıya alınması karşısındaki muhalefetinde yalnız değil. İlaç endüstrisinin ticarî örgütleri ve tekil şirketler – diğer bir Covid-19 aşısını geliştiren Moderna gibi – tüm güçleriyle telif hakkı yasalarına karşı verilen önergeye karşı çıkıyor.
“İlaç endüstrisinin etkisi çok büyük,” diyor Baker In These Times’da. “Söylemeye gerek bile yok ama Trump ilaç endüstrisiyle birlikte hareket edecek. Biden da ilaç endüstrisine kulak verecek ve onların istemediği bir şeyi yapmaması için baskı görecek. Telif hakları tartışmasına ilaç endüstrisinin kendisinden başka karşı çıkan kimse yok. Bunu dayatanlar onlar.”
İlaç endüstrisi Covid-19 tedavisi ve aşı ile ilgili kelimenin gerçek anlamıyla hayatî öneme sahip bilgileri gizli tutmak için ellerinden geleni yapıyorlar ve bunu, bu bilgilerin gelişmesini sağlamış olan kamusal fonlara rağmen yapıyorlar. Örneğin Pfizer’in ortağı BioNTech Almanya’dan azımsanmayacak miktarda ödenek aldı. Ancak ilk yüz milyon doz için belirlenen 19,50 dolarlık fiyatıyla, aşı pek çok yoksul ülke için büyük ihtimalle çok pahalı olacaktır, özellikle aşının muhafaza edilmesi için gereken gene oldukça pahalı depolama ihtiyaçları da göz önünde bulundurulduğunda.
Oxford ile bir aşı üreten bir diğer ilaç şirketi AstraZeneca, yoksul ülkelerin aşıya erişiminin sağlanması için bazı adımlar attı ve söylediğine göre salgın süresince aşı üzerinden kâr amacı gütmeyecek. Fakat bu şirket, Prabhala, Jayadev ve Baker’ın dikkat çektiği üzere, “salgının bittiğini Haziran 2021’de ilan etme hakkına sahip.”
Aslında, şu an elimizde bulunan veriler, aylar öncesinden tahmin edilebilecek bir şeyi gösteriyor: Herhangi birisi bir yoksulluk haritası oluşturup aşıya erişimi harita üzerinden gösterebilirdi ve bu neredeyse birebir günümüzdeki durumla eşleşirdi. New York Times’ın belirttiği gibi, “ABD, Britanya, Kanada ve diğerleri kendisini garantiye alıyor ve nüfuslarının ihtiyacını fazlasıyla aşan dozda aşıyı istifliyor. Buna karşılık, daha yoksul durumdaki pek çok ulus ihtiyacı kadar bile aşı bulamıyor.”
Bu durum, daha en başından beri kolonyalizmin kemikleşmiş mirasıyla biçimlenmiş ve uzun süredir varlığını sürdüren güç ilişkilerini devam ettirmek için kurulan bir sistemin mantıksal sonucu. “Amaçtan” bağımsız olarak, nüfusu çoğunlukla beyaz olmayan ülkeler acı çekmeye ve ölmeye mahkûm edilirken, zengin Küresel Kuzey ülkeleri ihtiyaçları fazlasıyla aşıyor – ki bu durum Küresel Kuzey’in kendi içindeki eşitliği sağlama garantisine bile sahip değil.
Zengin ülkeler sürü bağışıklığını sağlayabilecek duruma gelirken yoksul ülkelerin yıkıcı kayıplar yaşamaya devam ettiği, aşı dağıtımına dayanan bir küresel apartheid ile karşı karşıya kalabileceğimizi düşündüğümüzde, şirketlerin vicdanına teslim olmak yeterli değil. Baker’ın ortaya koyduğu gibi, “Her aşının mümkün olduğu kadar yaygın hale gelmesini neden istemeyesiniz ki?”
ÇEVİRİ | Heteroseksüellik tehlikelidir
Kadın cinayetleri üzerine yapılan çalışmalar, kadınların, hetero-ataerkil erkeğe karşı kültürel olarak ikincil bir politik konuma yerleştirildikleri için şiddetin nesnesi olduğunu ortaya koyuyor. Kadınların ve erkeklerin özgürleşmesini mümkün kılmak için heteroseksüellikten kurtulmalıyız.
19-01-2021 02:24

Yazan: Paul B. PRECIADO
Çeviren: Hazal Destina ALARCIN
İstatistiklere göre, Avrupa Ekonomik Topluluğu ülkelerinden birinde, her gün yedi kadının evli oldukları veya boşandıkları erkekler, çocuklarının babaları ve ya erkek arkadaşları tarafından öldürüldüklerini ortaya koyuyor. Bu cinayetlerin çoğu ev içi alanda veya yaşam alanlarının 300 metre çeperinde ve hayatını kaybeden çoğu kadının partnerlerinin şiddetini güvenlik güçlerine en az bir kez bildirmesinden sonra meydana geliyor. Kadınlar tarafından yapılan bu şikayetler, onlar hayatını kaybedene kadar dikkate alınmıyor. Bu görmezden gelmenin, sözde demokratik yönetim biçimleriyle yönetilen Batı ülkelerinde gerçekleştiğini belirtmek isterim.
Kadın cinayetleriyle ilgili istatistikleri incelemek, yalnızca nekropolitika hakkında değil, aynı zamanda hükümet ve cinsiyet farklılığı arasındaki ilişki, toplumdaki saldırganlık, terör ve cinselliğin yönetimi hakkında da bazı çıkarımlar yapmamızı sağlıyor. Her şeyden önce: 2020 yılında Dünya üzerinde "kadın" olarak tanımlanan bir vücut olmak, yüksek riskli bir politik pozisyondur diyebiliriz. Özellikle anatomik pozisyon değil, "politik pozisyondur" diyorum çünkü ampirik olarak konuşursak, erkekler ve kadınlar arasında önemli bir fark oluşturmaya izin veren anatomik hiçbir şeyin konuyla ilgisi yoktur. Alnına çizilen bir XX kromozom haritasıyla etrafta dolaştığı için saldırıya uğrayan veya saldırının gerçekleşmesi için bir ön koşul olarak rahim muayenesi isteyen erkek şovenizmi eylemlerine maruz kalan herhangi bir kadın bilmiyorum.
Kadınlar, hetero-ataerkil erkeğe karşı kültürel olarak ikincil bir siyasi konuma yerleştirildikleri için şiddetin nesnesi halindedir. Trans kadınlar, gayler ve vücut koreografisi veya kıyafet kodları sosyal ve politik bağlamda cinsiyet açısından kendilerinden beklenenlerle uyuşmayan kişilerin de bu şiddetin mağduru olmasının sebebi budur. Bolivyalı feminist María Galindo'nun dediği gibi; demokrasilerde değil, tüm kadınlara ve tüm heteronormatif olmayan bedenlere sistematik şiddet uygulanan "maçokrasilerde" yaşıyoruz. Görünüşe göre Bolivya, Türkiye veya Fransa gibi farklı siyasi rejimlerin uygulandığı ülkelerde bile bu durum değişmiyor.
Bu nekro-sekso-politik bağlamda, özellikle trans kadınlara karşı transfobik konumlar alan TERFlerin eleştirileri ampirik olarak hatalıdır. Trans kadınlar yalnızca şiddet unsuru değil, aynı zamanda hetero-ataerkil şiddet karşısında en savunmasız siyasi organlardan biridir. Dolayısıyla şunu unutmamak gerekir, feminist devrim ya herkesin devrimi olacak ya da hiç olmayacaktır.
Şiddet uygulayan erkekler ve şiddete maruz kalan kadınlar arasındaki ilişkiyi taraflar arasındaki kromozom farklılıklarına bağlayan düşünceden kaçınmalısınız. Eğer sadece erkek kromozomlarına sahip olmak onları şiddet uygulamaya itseydi, istatistiklerin bize söylediği gibi her gün yedi erkeğin de aynı cinsiyetten ilişkilerde partnerlerinin şiddetiyle hayatını kaybetmesi gerekirdi.
Örneğin, Fransa'daki 2016 yılı verileriyle yapılan kapsamlı bir çalışmayı ele alalım: Cinayet ve kasıtlı şiddet nedeniyle ölümle sonuçlanan yıl boyunca toplam 138 olay kaydedildi. Bu olaylarda hayatını kaybedenlerin 109’u kadın, 29’u erkekti. 29 erkeğin katilleri olan 29 kadının 17’sinin, öldürdükleri erkekler tarafından uzun süreli sistematik şiddete maruz kaldıkları tespit edildi (nefsi müdafaa). Kaydedilen 138 olaydan sadece bir tanesi gay bir çift arasında yaşandı, lezbiyen ilişkilerde ise yıl boyunca tek bir kadın öldürülmedi. Dolayısıyla kadın cinayeti figürlerinin incelenmesi amaçlı yapılan bu çalışmada; ev içi alanda kadına yönelik saldırı, istismar ve cinayetin heteroseksüel ilişkilerde gerçekleştiği sonucuna kolaylıkla varabiliyoruz. Kadın cinayetinden bahsederken bu gerçek asla dile getirilmez, ancak politik olarak belki de en önemlisidir. Heteroseksüellik; kadını, cis veya trans'ı kurban konumuna yerleştiren, güç farklılıklarını ve şiddeti erotikleştiren ölümsüz bir cinsel rejimdir. Bu yüzden, heteroseksüellik kadınlar için tehlikelidir.
Şiddet ve heteroseksüellik arasındaki bu sessiz ilişkiyi kabul etmek, politik hedeflerimizde de bir değişikliğe gitmemizi gerektiriyor. LGBTi hareketi otuz yıldır herkes için evliliği yasallaştırmaya odaklanmışken artık şiddeti meşrulaştıran evlilik kurumunu tamamen ortadan kaldırmayı hedeflemelidir. Aynı şekilde, çocuklara yönelik cinsel istismar ve şiddetin çoğunun heteroseksüel aile içinde gerçekleştiğinin kabulü üzerinden aynı cinsten ebeveynler tarafından çocuk sahiplenmenin yasallaştırılması talebinden ziyade artık, bir sosyal yeniden üretim kurumu olarak ailenin ortadan kaldırılması talebinde bulunulmalıdır. Evlenmemize gerek yok. Ataerkil aileler kurmamıza gerek yok. Tek eşliliğin, genetik soyun ve hetero-ataerkil ailenin ötesine geçen yeni politik iş birliği biçimleri icat etmeliyiz.
Heteroseksüelliğin şiddet içeren karakteri, 1970'lerden beri birçok radikal feminist tarafından kınandı, ancak bu eleştiriler, ataerkil sistemden geçen ve feminizme de nüfuz eden lezbofobi nedeniyle çok fazla duyulamadı. Şimdi, yirminci yüzyılın sonlarında ortaya çıkan, heteroseksüel bir konuma yerleştirilmiş ama özgürlüklerini geri kazanıp politik lezbiyenliğe yöneldiklerini söyleyen ve kendilerini ‘cimarronnes (vahşiler)’ olarak tanımlayan kadınları dinleyelim: 1968'de, Ti-Grace Atkison, kendisini bir lezbiyen olarak tanımladı ve Betty Friedan'ın önderliğindeki Amerikan feminist hareketi NOW’dan ayrıldı. Atkison, evliliği, kadınların erkek zevkine boyun eğmesini dolayısıyla da kadın seks işçiliğinin kamulaştırılmasını meşrulaştıran bir kurum olarak gördüğünü söyledi. ABD’nin Village Voice gazetesi köşe yazarlarından Jill Johnston ise, yazılarında eşcinsel olduğunu açıklayarak bir ilke imza attı. Sıklıkla partilere ve toplantılara katılan Johnston, heteroseksüel kadınları baştan çıkartmak üzere orada olduğunu belirtti ve bunu ‘heteroseksüelliğe karşı politik bir protesto’ olarak savundu. ‘Feminizm teori, lezbiyenlik eylemdir’ sözü de bu şekilde doğdu.
Birkaç yıl sonra, romancı, filozof ve aktivist Monique Wittig, heteroseksüelliği cinsel bir pratik değil, politik bir rejim olarak tanımladı. Monique Wittig, bazı kadınların doğal olarak heteroseksüel olduğu iddiasının, erkeklerin doğal olarak şiddet uyguladığı iddiası kadar yanıltıcı olduğunu söyledi. Şair ve teorisyen Adrienne Rich için ise heteroseksüellik, cinsel bir yönelim veya seçim değil, kadınlar için politik bir zorunluluktu. Rich buna “yazılmamış kanunların heteronormativitesi” adını verdi. Şair ve feminist aktivist Audre Lorde, heteroseksüellik ve ırkçılık arasındaki ilişkiyi inceledi ve bize hegemonik kolonyal ve postkolonyal kültürlerde ikincil bedenlerin şiddet içeren erotikleştirme biçimlerini araştırmayı öğütledi. Virginia Woolf için bir kadının yazı yazmak için kendi odasına ihtiyacı varsa, Audre Lorde için, eğer kadın özgür ve güvende olmak istiyorsa, bu odaya heteroseksüel bir evde ve hatta herhangi bir ilişki içinde asla sahip olamazdı.
İlk gerillalardan elli yıl sonra, heteroseksüel kadınlar hala partnerleri, erkek arkadaşları veya eski partnerleri tarafından öldürülmeye devam ediyor. Bugün kendinizi lezbiyen olarak iddia etmenin 1960'takinden daha kolay olduğu doğru olsa da inatçı heteroseksüellik hala ölümcül. Queer ve trans aktivistleri Gayle Rubin, Pat Califia ve Kate Bornstein, heteroseksüelliğin artık cinsiyette farklılığı değil güç asimetrisini gösterdiğini söylüyor ve "heteroseksüel" ilişkilere sahip olmayı topyekûn reddetmemiz gerektiğini söylüyorlar. Aslında burada sormamız gereken şu; sözde "heteroseksüel" bir ilişki, kadın ve erkek olmadan neye benzerdi? Artık normatif heteroseksüellik içindeki kendi iktidar konumlarından eleştirel bir kimliksizleştirme sürecini başlatması gereken cis erkeklerdir. Heteroseksüelliği depatriarkalize etmeli ve sömürgelikten kurtarmalıyız.
Ekolojik politikalar için olduğu gibi cinsiyet politikaları için de aslında aynı şey geçerli: Neler olup bittiğini çok iyi biliyoruz, sorumluluğumuzu biliyoruz, ancak değişmeye hazır değiliz. Değişime karşı bu direnç, yalnızca hegemonik konumlarda bulunanlarda değil, aynı zamanda bu iktidar rejiminin sonuçlarından doğrudan en çok etkilenen ikincil organlarda da kendini gösterir. Ayrıcalıkları kaybetmekten veya sahip olduğumuz az şeyden vazgeçmekten, kendimizi sefil olanla aynı tarafta görmekten korkarız. Ama hayat, sefillerin yanındadır, ölüm ise normların. Yalnızca arzunun dönüşümü politik bir geçişi harekete geçirebilir. Söylediklerimin kitleler arasında anında bir coşku yaratmadığını biliyorum, ancak bir gün ataerkilliğin nekropolitan mirasının sonuçlarıyla toplu olarak yüzleşeceğimizi hayal ediyorum. Yalnızca heteroseksüelliğin depatriarkalizasyonu, iktidar konumlarının yeniden dağılımına izin verecektir. Ve ilişkilerin heteroseksüelizasyonunu ortadan kaldırmak yalnızca kadınların değil, aynı zamanda ve paradoksal olarak erkeklerin de özgürleşmesini mümkün kılacaktır. Bu gerçekleşene kadar her kadının bir silahı olmalıdır. Silahtan kastım bir kitap, bir şiir, bir papağan, bir siborg farketmez… Onu nasıl kullanacağını iyi öğrenmelidir. Kaybedecek zamanımız yok. Devrim çoktan başladı.
*Bu metin, aktivist yazar Paul B. PRECIADO tarafından 25 Kasım 2019'da İspanyol El Pais gazetesinde yayımlanan köşe yazısının uyarlaması olarak 30 Kasım 2020 tarihinde Fransız mediapart internet gazetesinde tekrar yayımlanmıştır. Yazıldığı tarihte İspanyol basınında tartışmalara yol açmış ve El Pais gazetesi tarafından yazıyla ilgili sansüre gidilmiştir.
Onur Bütün yazdı | Kadınlığın bir özne olarak yeniden kurulumu
"Öğretilmiş utançlarından arınıyorlar. Utanç duygusunun yarattığı kırılganlıkla cebelleşiyorlar. Ve belki de en önemlisi korkuyorlar tüm düzeni alaşağı etmekten… Kendi yıkıcılıklarından… İşin doğasına uygun olan yıkıcılık erkeğe aitken kadının üstlendiği bu rol; onun yeni hayatının da başlangıcı oluyor. Yaşamın her evresinde kadınlar kendilerini yeniden kuruyorlar ve yenilgilerden kabullere uzanan bu yolculuktan güçlenerek çıkmayı deniyorlar."
14-01-2021 00:29

Onur Bütün
Geçtiğimiz hafta sonu üç kadın arkadaşımla zoom üzerinden kahkahalı, durmalı-düşünmeli bir sohbet yaptık. Benim dışımdaki kadınlar, kadın dayanışma kurumlarında çalışan, feminist psikoloji/psikoterapi üzerine düşünen kadınlardı. Bir sonraki buluşmamızda da kentli, eğitimli, entelektüel ve politik erkeklerin uyguladığı psikolojik taciz üzerine konuşmaya karar verdik. Bu yazı o sohbetler dizisine bir giriş yazısı olarak da okunabilir.
Fiziksel şiddetin her türü üzerine toplumsal farkındalığın yüksek olduğu, psikolojik tacizinse görünmezliği ya da fark edilemezliğine vurgu yapan yazılar/çalışmalar okuyoruz. Bu iki önermenin her zaman geçerli olmadığını bildiğimiz örnekler var. Şiddet üzerine düşünmek neredeyse bir ömür boyu sürecek didinme haline benziyor; toplumsal cinsiyet eşitliği, kültür, ekonomi, eğitim, geleneksel yapı gibi pek çok parametreyle cebelleşerek…
Şiddete maruz kalan kadınlar üzerine tartışırken temel sorulardan birini psikolog arkadaşlarım şöyle ifade ediyorlardı;
“Şiddetin içinde kalan bir kadın olarak, ben nasıl bir özneyim?”
Her türden şiddete maruz kalan kadınların aile ve geleneksel yapı içinde ekonomik, toplumsal nedenlerle mecburen durduklarını biliyoruz. Ayakta kalabilmek için destekleyici hukuksal, kurumsal hizmetler son derece sorunlu, kadınlar için geriye kalan hakikaten sadece dayanışma ve birbirini güçlendirme. Dolayısıyla şiddete maruz kalan kadının kendini yeniden kurması, geçmişini sağlıklı bir biçimde yorumlaması ve geleceğini de yaratması gerekiyor.
Şengül Can’ın Devamsız adlı öykü kitabındaki Bahçede öyküsünde kadın karakter bu bağlamda yeniden özne kurulumunu ruhsal aygıtın git-gelleriyle şöyle anlatır;
“Telefonum çalmış gibi baktım. “Sonra ararım,” dedim, annemdir.
Ben bir geçmiş seçmiştim. Onu oynuyordum. Böylesi daha güzeldi. Bu beni diğerlerine yaklaştırıyordu. Dışarıdan baktığında anlaşılmıyordu. Zaman zaman ben gerçekten o oluyordum. Hem Bedia’ya yalan söylemek hoşuma gidiyordu. Böylece her gün anlatacak bir şeyler çıkıyordu. Hasta babam, hastanelerde uğraşan annem, özlediğim kardeşlerim. Bakışlarımı ve duruşumu da bazen o anlattığım kadına benzetiyordum. Birini arayınca nasıl bakardım, nasıl dururdum. Sonra Bedia’ya benzemek istiyordum. Çocuklarım olsa üniversitede okuttuğum. Ben de dul olsam onun yaşlarında. Sigaram, tavuklarım, bahçem, kocamdan kalan emekli maaşım, bir de çıplak ayaklarım olsa. Dursam. Sonra yürüsem. Gülsem. Bir müzik sesine oynasam. Kahkahalarım dışarıdan duyulsa. Ondan mı istiyorum kendime onun gözleriyle bakmayı. Yalanlarım da dâhil beni çoğaltıyordu Bedia.”1
Anne baba evinden ayrılmak, boşanmak, sevgiliyi terk etmek, ilişkiyi sonlandırmanın sorumluluğunu almak, iş bulmak, çocuk veya yaşlı bakım emeği harcamak, şehir değiştirmek, aile-akraba ilişkilerini yeniden düzenlemek, sınırlar koymak veya bazı sınırları esnetmek, kadınların kendilerini yeniden doğururken yaşadıkları sancıları betimliyor. Bu sancılar metaforik olarak suçluluk duygusu ve utanç gibi duyguları da temsil ediyorlar. Eril tahakkümden kaynaklanan nedenleri aramak yerine, kadın öznenin kendine döndüğü, kendi ruhsalllığı üzerine kapaklandığı bu duygular psikolojik tacize katlanmanın nedenlerini oluşturuyor. Üstelik bu katlanma hali kadınların erkeği değiştirip, dönüştürebileceği düşüncesini de dayanabiliyor. Oysaki kadınlar; erkek egemenliğinin nimetlerine alışkın bir erkeğin psikolojik tacizinin yarattığı değersizleştirme pratiklerini kontrol etmekten sorumlu da değiller.
Terapi odalarında konuşarak kendini onarmaya arzulu kadınların önemli yanılgılarından biri bu… Suçluluk duygusunun eşlik ettiği bir içe dönmeyle birlikte “psikolojik tacizi kontrol edebilirim” fikri, kadınları kendilik hallerinde çözülmeye itiyor. Kadınla ilgili bir şey çöküyor orada… Yanında yöresinde öyle bir erkeğin olmadığını görmek, o olmayan erkeğin yasını tutmak, o adama atfettiği değerlerin çöktüğünü kabullenmek… Çünkü o değerler benim (kadının) zihninde varlar. Hayal etmişim o adamla yaşlanmayı, çocuk yapmayı, yürümeyi, sohbet etmeyi… Demek kendiliğimin de yasını tutuyorum bir yandan psikolojik tacize maruz kalıp mücadele ettiğimde. Beklediklerim, beklentilerim gerçekleşmeyecek çünkü… Erkeği değiştirebileceğimi umarken, onun şiddeti üzerinde kontrolüm olmadığını fark ediyorum.
Peki, bu yordamdan çıktığında kadınlar ne yapıyorlar?
Öğretilmiş utançlarından arınıyorlar. Utanç duygusunun yarattığı kırılganlıkla cebelleşiyorlar. Ve belki de en önemlisi korkuyorlar tüm düzeni alaşağı etmekten… Kendi yıkıcılıklarından… İşin doğasına uygun olan yıkıcılık erkeğe aitken kadının üstlendiği bu rol; onun yeni hayatının da başlangıcı oluyor. Yaşamın her evresinde kadınlar kendilerini yeniden kuruyorlar ve yenilgilerden kabullere uzanan bu yolculuktan güçlenerek çıkmayı deniyorlar.
Kadınların psikolojik tacize maruz kaldıkları her ortamda fiziksel tacizin de gerçekleşme olasılığı bulunuyor. Bu taciz veya şiddet türleri birbirinin içinden çıkma, Hegelyan bir deyişle içerip aşma pratiği olarak tezahür ediyorlar. O nedenle biri diğerine göre daha görünür, bilinir olsa da aslında hepsi benzer bir değersizleşmeye ait duyguları, düşünceleri zorunlu kılıyor, eril tahakkümün değersizleştirme pratiklerini…
1 Devamsız, Şengül Can, Can Yayınları, s: 19
İsmet Konak yazdı | Saray totalitarizmi
12-01-2021 09:01

İsmet Konak
Saray rejimi, tıpkı volan kayışı kopmuş bir araç imgesi uyandırmaktadır. Her otokratik sistemin tipik niteliği zamanla bir alüminyum gibi oksitlenmesidir. Tayyip Erdoğan'ın övgüyle dem vurduğu ve toplumu bir "ulu toyon" gibi yönettiği "cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi" artık hazine ve bütçe tarafından "metabolize" edilememektedir. Metabolize edilemeyen her madde, vücutta bir zehirlenmeye (toksitite) sebep olabilir. Kamu bütçesi, parazitleşmiş Beştepe'ye tahammül edemeyecek bir konuma ulaşmıştır. Erdoğan, emrinde 16 uçak, 268 makam aracı ve 2250 odalı sarayıyla bir "kral" gibi yaşamaktadır. Türkiye toprağı ne yazık ki Erdoğan'ın "memâlik-i şahanesine" dönmüştür. Aleviler ve Kürtlerin vergilerinden de müteşekkil bütçeden her yıl olduğu gibi bu sene "örtülü ödenek" adı altında pay alan Erdoğan yönetimi, kamusal alanda her iki kimliğe yönelik "nefretini" devam ettirmektedir.
Şeffaflık, bağımsız yargı, özgür basın ve normlar hiyerarşisi rüzgârın önünde savrulan birer saman çöpüne dönmüştür. Erdoğan idaresi artık mutlakıyetçiliğin bataklığına sürüklenmiştir. Yunan mitolojisindeki "ouroboros (kendi kuyruğunu ısıran yılan)", kokuşan saray rejimini çok açık bir şekilde temsil etmektedir. Anayasa Mahkemesi, Merkez Bankası, RTÜK ve TÜİK gibi kurumların "özerkliği" ve bağımsızlığı ayaklar altına alınmıştır. Baskıcı "sentralizasyon" politikası, artık Erdoğan'ın müzahirleri tarafından da kabul görmemektedir. Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Bülent Arınç, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ın istifaları bunun en iyi örnekleridir. Kralın tahtını adeta "Serafim melekleri" suretinde koruyan Devlet Bahçeli gibi figürler de yakın zamanda "mütekait siyasetçiler müzesinde" yerini alacaktır. Pişekar ile Kavuklu'nun ortaoyunu, artık son perdesini oynamaktadır.
Beştepe, bir kibrit gibi yanarken etrafındaki her entiteyi de tutuşturmaktadır. Tüm Türkiye toplumunu tehdit eden Erdoğan yönetiminin özellikle Kürt halkının iradesine yönelik bir "gıllügiş (gizli kin)" beslediği her halinden bellidir. HDP'li Kars Belediyesi'nin maruz kaldığı "kayyım saldırısı", Beştepe'nin refleksini ve "Türk tipi" demokrasi kültürünü gözler önüne sermektedir. Anayasa'nın 127. maddesi ve Belediyeler kanunu'nun 47. maddesini gerekçe gösterip Kars valisini kayyım olarak atayan bir devlet, özünde kanun devletidir. Her türlü evrensel değerden ve demokratik işleyişten korku duyan bu sistem, "idarî vandalizme" tutsak olmuştur. İstikrar ve "huzur" adı altında Anayasa'da bazı değişiklikler yapan saray rejimi, nedense Anayasa'nın 127. maddesini "iştiyakla" muhafaza etmiş ve idarî vesayetini devam ettirmek için bu normu fütursuzca kullanmıştır. Daha da kötüsü sarayın "rikapdarlığını" yapan vali Türker Öksüz'ün belediye binası önünde kıldığı namaz ve okuduğu Fetih Suresi, tek kelimeyle sefil bir taassup örneğidir. Eğer vali, İslam'ı referans alarak yaşam sürdürmek ve "ehl-i sünnet" olmak istiyorsa öncelikle "Hucurat" suresinin 13. ayetini okumalıdır. Tamamen militanlaşan valiler, kaymakamlar, hakimler ve savcılar Maksim Gorki'nin deyimiyle ülkeyi "kör solucanlar gibi kaynaştıkları karanlık bir çukura" çevirdiler.
Erdoğan'ın sarayı, tıpkı pandoranın kutusunu andırmaktadır. Kürt halkına "kötülük" ve "mutsuzluk" yaymaktan zevk alan bir kutu gibidir. Van'ın Çatak ilçesinde Türk askeri tarafından işkence edilerek ve helikopterden atılarak öldürülen Servet Turgut, saray yönetiminin Kürt sorunu karşısındaki tutumunu yeterince yansıtmaktadır. Kemalistler, şovenizm nöbetini İslamcılara bırakmışlardır. Neyzen Tevfik'in dizelerinde geçtiği gibi "türkü aynı türkü, sazlarda tel değişti".
Roboski, Sur ve Cizre olaylarında saray yönetiminin gösterdiği "statükocu" yaklaşım, en son Kurmancca tiyatro oyunu Bêrû'nun (Yüzsüz) yasaklanmasında da tezahür etmiştir. Aslında İtalyan oyun yazarı Dario Fo'nun "Yüzsüz: Klakson, Borazan ve Bırtlar" adlı eseri Kurmancca'ya uyarlanmıştır. Temelde iktidar, sermaye ve kitle arasındaki "rabıtayı" konu etmektedir. Lakin sarayın "mutripliğini" yapan yargı organları tarafından "kamu düzenini" bozduğu gerekçesiyle yasaklanmıştır. Ortada kamu düzeni yoktur, sarayın düzenbazlığı vardır.
Ulus-devletler, özünde savaş ve fetih üzerine bina edilmiştir. Rıza yerine "husumet" üretirler. Egemenliğin yolu, kutuplaştırmaktan geçer. Bir "retrograd" olmaktan büyük mutluluk duyan Erdoğan'ın muktedir olma şifresi de Kürt düşmanlığıdır. "Lale" devrinde düz ovada siyaset yapma teranesini terennüm eden saray rejimi, "ifsat" devrinde düz ovada siyaset yapanları birer birer kodese atmıştır. Ne kadar dahice bir strateji ama! Suyu kurut, balığı yakala.
Lakin her gecenin vardır bir sabahı, geceler "tulû-i haşre" kadar devam etmez. Fransa, Cezayir'in uzun soluklu özgürlük savaşı (1830-1962) karşısında nasıl boyun eğmek zorunda kaldıysa, Türk egemen sınıfının da Kürtlerin özgürlüğü karşısında çaresiz kalacağı günler yakındır. Patolojik bir hâl alan saray, "israf, despotizm ve şovenizmin" timsali olarak zihinlerde yer edinecektir.