​Barış Can yazdı | Yitik vicdanlara: Türkiye'de açlık grevleri

​Barış Can yazdı | Yitik vicdanlara: Türkiye'de açlık grevleri

"Türkiye’de açlık grevleri tarihi, Türkiye’deki cezaevlerinin dönüşümü tarihinde önemli bir direnme biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun içindir ki bunu anlamak için cezaevlerine ve cezaevlerindeki mahpusluğun değişimine bakmak gerekmektedir. Cezaevleri salt kapatma yerleri değildir, erkin daha büyük anlamlar yüklediği mekânlardır. Türkiye’de cezaevleri tarihi aslında politik muhalefetin tarihidir..."

​Barış Can

Açlık grevleri, zenginler karşısında haklarını arayan fakir Keltlilerin, erkek egemenliğine karşı “biz de varız” diyen Süfrajetlerin, sömürgeciliğe karşı direnen Gandhilerin, Mandelaların, işgalle karşı bağımsızlık mücadelesi veren İrlandalıların, Filistinlilerin ve birçok farklı kültürden insanın bir direniş biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanlık tarihinin farklı zaman dilimlerindeki farklı kültürlerde gelişen bu eski direniş yönteminin temellinde bir hak ve özgürlük arayışı görmekteyiz. Dünya Tabipleri Birliği'nin 1991 tarihli Malta Bildirgesi'nde açlık grevi, "zihinsel olarak ehliyetli ve kendi iradesiyle açlık grevine karar vermiş kimsenin belirli bir zaman için yiyecek ve/veya sıvı almayı reddetmesi" olarak tanımlanmıştır.

Türkiye’de bilinen ilk açlık grevi Nazım Hikmet tarafından Bursa Cezaevi'nde 8 Nisan 1950'de gerçekleştirilmiştir. 27 Mayıs darbesinde tutuklanıp Yassı Ada'ya gönderilmesinin ardından adli tıp raporuna göre 22 Mart 1963'te Kayseri Cezaevi'nden tahliye edilen Türkiye'nin 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar da 6 gün sonra tekrar gözaltına alınarak aynı cezaevine gönderilince protesto olarak açlık grevi yöntemini tercih ederek 3 günlük açlık grevi eylemi yapmıştır.

Çeşitli açlık grevi eylemleri yapılmış olsa da Türkiye’de ilk ciddi, kitlesel ve adı konulmuş açlık grevi direnişi 1980’ler ve sonrası dönemlerde yapılmıştır. Öyle ki tarihinde kişilerin hak ve özgürlük arayışında insanın açlıkla bedenini ölüme yatırmak pratiğinin acı sonuçları olan bu ülkede maalesef açlık grevleri Grup Yorum üyeleri İbrahim Gökçek ve Helin Bölek’in hak arama mücadelesiyle yine gündemde. Ne yazık ki yine toplumun gözleri âmâ, dili lal olmuş, siyasi erk her zamanki gibi olaya aynı retorik ve vurdum duymazlıkla yaklaşmakta… Ve yine bir yitim, Helin'in yitimi...

Türkiye’de açlık grevleri tarihi, Türkiye’deki cezaevlerinin dönüşümü tarihinde önemli bir direnme biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun içindir ki bunu anlamak için cezaevlerine ve cezaevlerindeki mahpusluğun değişimine bakmak gerekmektedir. Cezaevleri salt kapatma yerleri değildir, erkin daha büyük anlamlar yüklediği mekânlardır. Türkiye’de cezaevleri tarihi aslında politik muhalefetin tarihidir. Siyasi mahkûmluk kavramı ve buna bağlı olarak cezaevi politikası, devlet tarafından ülkedeki politik muhalefetin seyrine göre şekillendirilmektedir. Cezaevleri, devletin belirlediği sınırlar içerisinde kalmayıp, çizgi dışına çıkıldığında olacakların gösterildiği bir gözdağı aracıdır. Bu anlamda en önemli işlevini, vatandaşların-bireylerin devlete biat etmesi sürecinde üstlenmiştir.

Toplumsal muhalefete göre belirlenen siyasi suçlu tanımına bağlı olarak siyasi suçluya yapılan muamele ve kapatma pratiği değişikliğe uğramaktadır. Devletin siyasi suçu rejim için tehlike olarak görmediği dönemlerde, siyasi suçlular cezaevlerinde yaşamlarını “rahatça” sürdürmektedir. Devlette siyasi suçun rejim için tehlikeli olmaya başladığı algısının yerleşmesiyle birlikte, siyasi suçlunun cezaevlerindeki yaşamı zorlaşmakta hatta varoluşu tehlikeye girebilmektedir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde kapatılan siyasi mahpuslar, tehlike olarak görülmemekte, yeni rejime uyum sağlayamayanlar olarak tanımlanmaktadır. 12 Mart 1971 dönemine kadar, hapishanelere devletin, mahkûmları kapatmak dışında özel anlam yüklemesinden, dolayısıyla da hapishanelerin siyasallaşmasından söz etmek zordur. Cezaevlerinde devletin, siyasi mahkûmlarla ilgili henüz özel bir politikası, sistematik bir baskısı yoktur. Ama siyasi mahkûmların polis sorgularında yoğun işkence görmesi genel bir politika olarak her zaman vardır; fakat kullanılan yöntemler, daha çok Osmanlı İmparatorluğu döneminden kalma kaba yöntemlerdir. 1950'lerin başında bu alanda da “batılılaşma” sağlanacak, işkence aleti ve tekniği Avrupa ve Amerika’dan ithal edilecektir.

Türkiye’de 1950’li yıllarda Dönemin siyasi suçluları, SSCB’yle ajanlık ilişkileri bağlamında değerlendiriliyor ve ‘Moskof ajanı’ olarak yaftalanıyordu. Bu tanılamaya uygun olarak, siyasi mahpuslara yapılan muamele de bu 'modern' yöntemlerle gerçekleştirildi. 60’lı yıllarda ise sol hareketin kitleselleşmesi ile 'Siyasi suçlular’ söylemi vatan ve devletin bütünlüğüne, cumhuriyete karşı eylemlilikler yapan ve militer mekanizmalar aracılığı ile mücadele edilmesi gereken anarşistler ve iç düşmanlar olarak kurgulamaktaydı. Bu perspektif özellikle 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte cezaevlerinde yaşanmaya başlanacak yeni bir sürecin söylemsel olarak arka planını oluşturdu.

80’li yıllar cezaevlerine ilişkin söylem ve pratik daha önceki dönemlerden bir kopuşu ve kırılma noktasını gösterir. Milli Güvenlik Kurulu’nun doğrudan hâkimiyeti altındaki cezaevlerindeki siyasi mahkûmları, devlet, "düşman konsepti” çerçevesinde hasım, düşman olarak değerlendirir. Devlet, siyasi suçlu olarak kabul etmediği bu düşmanı terörist olarak nitelendirerek, eğitilmesi (ehlileştirilmesi); tedavi edilmesi gereken, hasta mahkûmlar olarak gördü. 12 Eylül’le birlikte oluşan zihniyet, hapishaneyi, bizatihi bir ceza olmanın ötesinde, keyfi ve hudutsuz baskı pratiklerinin deneneceği bir mekân olarak görmekte; ıslahı ve rehabilitasyonu insan onurunu çiğneyen gaddarca bir burun sürtme eziyeti olarak anlamaktadır. Bu duruma karşı, kendi direnme biçimlerini oluşturan siyasi mahpuslar hak aramak için, sayım vermeme, malta işgali, rehin alma gibi birçok mücadele biçimi yaratmış, son çare olarak açlık grevlerine, bunun da ötesine, ölüm oruçlarına yönelmişlerdir.

Böylelikle Türkiye’de sonu ölümle biten ilk açlık grevi eylemi 1982 yılında Diyarbakır Cezaevi'nde Kemal Pir olurken ardından 3 mahpus daha ölüm orucu sonucu hayatını kaybetti. 1983 yılında 4, 1985'te 12, 1988'te 1, 1989'da 2, 1993'te 1, 1995'te 2, 1996 yılındaki 52 cezaevinde yapılan açlık grevinde 12 mahpus hayatını kaybetti. 

2000’lerde ise F tipi cezaevlerine karşı başlatılan dünya tarihinin en uzun süreli açlık grevi/ölüm orucu direnişi sürecini yaşamıştır. Siyasi tutuklu ve hükümlüler, F Tipi cezaevlerinin izolasyon ve tecrit olduğunu, F Tipinde kendi can güvenliklerinden endişe ettiklerini söyleyip açlık grevine başladılar. 26 Ekim’den itibaren Türkiye genelinde, 18 cezaevinde 816 siyasi mahpusun katılımıyla yaygınlaşan açlık grevleri,19 Kasım 2000 tarihinde ölüm orucuna dönüştürüldü. 23 Kasım 2000 günü itibarıyla cezaevlerinde ölüm orucuna katılanların sayısı 57’ye, süresiz açlık grevine katılanların sayısı da 805’e yükseldi. Türkiye’de cezaevlerinde, özellikle cezaevlerinin politikleşme süreciyle birlikte, mahkûmlar tarafından birçok eylem yapılmıştır. Ancak F Tipi cezaevlerini protesto etmek amacıyla başlatılan açlık grevleriyle birlikte cezaevlerinde başlayan krize benzer bir durum, bugüne kadar görülmemiştir. Bu kriz 22 Ocak 2007 tarihinde 45/1 sayılı Genelge’nin yürürlüğe konulmasıyla sona erdi. Bu 7 yıl içerisinde 122 insan hayatını kaybetmiş, 600’e yakın insan da sakat kalmıştır. F Tipi cezaevleri krizi, başta sorunu çözmekle mükellef olan siyasi erk olmak üzere, medyadan sokaktaki insana kadar bir toplumun duyarsızlaşmasının en trajik örneklerinden biridir. Bu trajik durum dün Nuriye Gülmen ve Semih Özakça için, bugün ise cezaevindeki Çağdaş Hukukçular Derneği (ÇHD)avukatlar ile Grup Yorum üyeleri için yaşanmaktadır.  Çünkü tarihte her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de açlık grevini bir direniş biçimi seçenler, erk tarafından hemen yalıtılır, ötekileştirilerek düşman, terörist, bölücü, ajan vb yaftalamalarla eylemcilerin insan olmaktan kaynaklı bütün hakları paranteze alınır. Adalet Bakanı Mehmet Ağar’ın cezaevlerine ilişkin yaptığı açıklamada; “Biraz can yanacak ama bu işi halledeceğim… ama bu işi yapacak adamları getirmem gerekiyor. Cesur adamlara ihtiyacım var” açıklaması; akabinde 1995 yılında Konya DGM Savcısı olduğu dönemde, “Cezaevlerindekileri neden besliyoruz? Bunların hepsini temizlemeliyiz, işlerini bir gecede bitirebiliriz, hepsi 3 kilo siyanüre bakar” diyen Cemal Şahin Gürsel’in Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğüne atanması; Mehmet Ağar’ın gazetecilerin Diyarbakır Cezaevi’ndeki olaylara ilişkin soruları üzerine, “Diyarbakır Cezaevi’nde sizlerin önemsediği kadar bir şey yok. Tutukluların kendilerini yakma girişimi, kendi sorunlarıdır.” demesi; Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın, "Kantinden stok yapmışlar. Elbette yiyorlardır içiyorlardır." demesi; Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk’ün açlık grevi ve ölüm orucunda bulunan siyasi mahkûmlara dair, “Bakanlığımıza intikal eden bilgilerden, süresiz açlık grevi eylemine ya da ölüm orucuna yönlendirilen bazı tutuklu ve hükümlülerin bu eylemlere örgütsel baskılar nedeniyle katılmaya zorlandıkları ve ellerinden ‘Eylemlere kendi iradeleriyle katıldıklarına dair yazdırılıp imzalatılan dilekçe’ alındığı anlaşılmaktadır” demesi; 2017 Türkiye’sinin Adalet Bakanı Süleyman Soylu’nun, “Sabahleyin saat 9’da eyleme geliyorlar, akşam ayrılıp evlerine gidip yiyip içip ertesi sabah yine saat 9’da eyleme geliyorlar” açıklaması ile Gülmen ve Özakça’yı terörist olmayla ilişkilendirerek yaşamlarını değerlersizleştirmesi 1996 yılında yapılan açlık grevlerinde o dönemin Adalet Bakanları Mehmet Ağar’ın ve Şevket Kazan’ın açıklamalarıyla 2000 yılında Adalet Bakanı olan Hikmet Sami Türk ile birebir örtüşmektedir. Geçen bunca yıllık süreç ve hükümet değişikliğine rağmen ilgili zihniyetin devam ettiğini, bu zihniyetin kişi ya da hükümetlerden bağımsız olarak süreklilik arz ettiğini görmek mümkündür. 12 Eylül’ün hemen ertesinde politik mahkûmlar için Kenan Evren’in dediği “Asmayalım da besleyelim mi?” zihniyetinin aradan geçen 37 yılda da devam ettiğinin bir göstergesidir.

 Bu da göstermektedir ki devlet, yaşamlarından sorumlu olduğu insanların yaşamlarına son vermelerini hükümetler değişse de kendisi açısından bir problem olarak görmemektedir. Daha önceki açlık grevlerinde dönemlerde kitle iletişim araçlarıyla toplumda ötekileştirilerek kanaat oluşturulup toplumsal rıza üretiliyordu. Bu dönmede ise kitle iletişim araçlarının tahakkümünün yanı sıra bir korku imparatorluğu oluşturularak rıza üretimi sağlanmaktadır. Sırf sanatlarını özgürce icra etmek adına Açlık grevlerinde olan Grup Yorum üyeleri İbrahim Gökçek ve Helin Bölek’in bedenlerin ölüme yatırmalarında, Helin'in 288 günde yaşamını yitirmesinde siyasal erkin umursamazlığını, tam da yarattığı korku ile toplumu zapturapt altına almanın güveni ve topluma verilen mesajda aramak gerekmektedir. Yaşanan bu toplumsal sessizlik ve sağırlığı ise bu mesajın alınmasındaki ‘başarıda’ aramak gerekmektedir. Siyasi erk insan haklarına duyarlı bir bakış açısı ile yaklaşmadığı gibi, böyle bir bakış açısının önünü kapatmaya, hatta bu bakış açısını karalamaya, suçlandırmaya dönük bir tutum içinde olmaktadır. Siyasi erk, uyguladıkları yöntemlere ve yaşanan olumsuzluklara karşı çıkan sivil toplum kuruluşlarını ve insan hakları savunucularını da karşı taraf olarak görmektedir. Bu yaklaşım siyasi erkin; kendisi gibi düşünenleri ‘bizden’, ‘ben’ gibi düşünmeyenleri de ‘ötekiler’ olarak algılanmasının bir sonucudur. Bu haliyle dönem, çözüm noktasında kendini dayatan ve kendisiyle benzeşmeyen düşünceleri düşman olarak gören anlayışın had safhaya ulaştığı bir dönem olarak karşımızda belirginleşmektedir.

Tarih bize gösterir ki geçmişin erksizleri bugünün iktidar sahipleri olabilirken, bugünün erki geleceğin iktidar sahibi olmayabilir. Bunu yakın tarihimizde görmek mümkündür. 1996 açlık grevlerinde özellikle de 2000’lerdeki F tipi cezaevleri ve açlık grevleri ölüm oruçları sürecinde F tipi cezaevlerini yapanlar, savunanlar; açlık grevi direnişini yapanların ailelerine, çözüm arayışı içinde olanlara hakaret eden, kimi köşe yazarı, siyasetçi ve sözde aydınlar allayıp pullayıp 5 yıldızlı otellere “F tipi cezaevlerine” dönem değişip yeni erk sahipleri tarafından yerleştirildiklerinde karşımıza en önemli insan hakları savunucusu olarak çıktılar. Dolayısıyla hangi dinden, hangi mezhepten, hangi milletten, hangi ideolojiden, hangi partiden ve hangi mevkide olursak olalım insan olmanın gereği olarak İbrahim'e kulak vermeliyiz ve Helin’e kulak vermeliydik.

VE HER KOŞULDA ÖNCE İNSAN, NE OLURSA OLSUN ÖNCE YAŞAM DİYEBİLMELİYİZ/DİYECEĞİZ.

DAHA FAZLA