Aklımda kalan her şey… Aklımda olan “sen”sin…

Aklımda kalan her şey… Aklımda olan “sen”sin…

Seni dinlemek istiyorum. Sesini duymak, varlığını bilmek. Etrafımda bir şeyler oluyor, algılayamıyorum. Dünyayı, hayatı artık hiç anlamıyorum…

Taylan Özdemir

Yolun düşerse kıyıya bir gün,

Ve maviliklerini enginin seyre dalarsan,

Dalgalara göğüs germiş olanları hatırla.

Selamla, yüreğin sevgi dolu.

Çünkü onlar fırtınayla çarpıştılar

Eşit olmayan savaşta

Ve dipsizliğinde enginin yitip gitmeden,

Sana liman gösterdiler uzakta..

(Pierre-Jean de Béranger)

Bir kahramanın, Ağustos düşüydü Kirvem...

Kimse senin gibi olmayacak… İspatladığın bu cümlenin ne faydası var ki? Ne faydası var, başka bir bedenden akarken tenin? Ruhun başka bir bedende can çekişirken, ne faydası var bize bu cümlenin? 

Şimdi kimin kazandığının ya da kimin kaybettiğinin ne önemi var ki? Zaman durur, başka bedenlerde başka zamanlarda kendini tatmin ederken… Zaman bizim için değil de kendisi için yaşarken, sanki bir çeşit zamansızlığa mahkum olmuş gibiyiz, hayatın can çekişen ruhları… Sen ve biz… Sürekli isteyen, sürekli arzulayan ve sürekli kendi ruhunu suçlayan.. Ödenmesi gereken bedeller için…

Söylediğin her şey ve yapmadıklarım, yapamadıklarım… Aklımda... Yaptığın her şeyi ve söylemediklerini de biliyorum… Konuşmaya gerek yok. Zaman yok. Zaman diye bir şey yok.

Sessizlik bana huzur vermiyor artık. İstediğim her şeyi elde edebilecek olmam değil mühim olan, sana söylemiştim… İstediğim, o “donmuş zamanda kalabilmekti” önemli olan… 

Şöyle bir uzaklaşıp dünyaya bakıyorum.. 10 yıl ileri gidiyorum.. Kelimeler havaya karışacak… Hatırlanmayacak bile bedenler… Ruhlar uçup gidecek… Bugünden eser kalmayacak… Herhangi bir iz bırakabilecek misin ardında? Yağmur çamuru yıkayacak sokaklardan, acı veren anılar unutulacak… Yalan yaşantılar karanlık bir kuyuda kalacak… Peki ya gerçek? Gerçeğe ne olacak? Yüzyıllardır vardı gerçek, yüzyıllar sonra da olacak. Gerçeği aşk olanlar için… Aşkı yüreğinde gerçek kılanlar için…

Çamurlu sular durulacak. Berraklaşacak. O zaman göreceksin en derindeki mücevheri. Hep elinde olan ama o bulanık suya düşürdüğün için kaybolan. Elini uzatsan tutacaksın. Suların durulmasını bekleme, belki bir akıntıya karşı savaşacaksın… Kim bilir? Belki hayat senden bu cesareti istiyordur… Kim bilir? Belki de buna gücün yoktur… Gücün kaldıysa da…

Bizi herkesten daha güçlüyüz sanıyorsun. Bizimle ilgili, her konuda olduğu gibi, bunda da yanılıyorsun… Paylaştığımız gizli dünya öyle kırılgandı ki, artık yıkılmış duvarları onaramıyoruz bile... Tek başımıza… O yıkık duvarlardan geçip içimize işleyen rüzgara dur diyemiyoruz. Hissetmiyorsun… Biz bile acımızı hissedemezken, senden bunu bekliyoruz. Vazgeçmiyoruz…

Sonra bazı anlar çok önem kazanıyor, hayatta bu denli mutlu bir an olabilir mi diye düşündüren zamanlar, hayatın anlam kazandığı dakikalar, dakikaları saymıyorum, saymak istemiyorum, ellerimden kayıp gitmelerini izliyorum, hayat gibi seninle paylaştığım dakikalarım da ellerimden kayıp gidiyor, hareketsiz kalıyorum…

Kendime soruyorum; anlamı ne? Sordukça kaçıyor her anlam, anlam dediğin nedir diye soruyorum aynada kendime. Kimim ben? Olmak istediğim yer neresi, neden yaptığım şeyleri yapıyorum ve yapmadıklarımı yapmıyorum? Kimse kendini sorgulamıyor aynada.

Anlar var… Yaşadığımı hissettiğim. Bana aklımda kalanları soruyorsun… Aklımda kalanlar… Aklımda iz bırakanlar… Aklımdan asla gitmeyecek olanlar. Anlar… Anılar, onları biriktirmeye çalışmadıkça beni kendi içlerine çekiyorlar. Benden daha güçlü bir el bana yol gösteriyor. Acı çekmeye bile fırsatım olmadan kabulleniyorum.

Saatler saatler saatler geçiyor… İç çekişlerimi sayıyorum, sonra sen geliyorsun… Nefes alıyorum. Her şey normal. Her şey olması gerektiği gibi. O anda, mucizeyi yaşarken bunu anlamıyor insan. Bu böyle diyor, bu böyle olmalı değil mi? Herkes için bu böyle değil mi? Herkes birileriyle bazı anılar biriktirmiyor mu? Herkes yaşadığı anlardan sonra en önemlilerini hatırlamıyor mu? En önemli anlar insanın kim olduğuyla ilgili değil mi? Benim için en önemli anlar neler? Ben neyi hatırlıyorum en çok? Neye değer veriyorum?

Sen geliyorsun. Yıllardır yaşadığım, çok iyi bildiğim sokaklardan geçiyoruz. Bana çok yabancı geliyor artık her şey, çevremi tanıyamıyorum. Karanlık mı, yoksa etrafımda ışık var mı bilemiyorum. Sen elimi tutmazsan düşecekmişim gibi hissediyorum. Etrafta hiç insan var mı ya da başka bir canlı? Her şey yaşıyor mu? Önemli olan o kadar çok şey var ki; hangisi daha önemli bilemiyorum. Konuştuğum herhangi bir şeyin anlamlı olup olmadığını bile bilmiyorum. Öyle gerektiği için çıkıyor ağzımdan sözcükler. Konuşmasam da olur aslında. Yürümesem, gözlerimi açmasam, hatta nefes almasam. Fark etmez diyorum…

Paylaşıyoruz bir şeyleri sürekli. Saatleri, anları, sözcükleri, yediğimiz yemeği, içtiğimiz rakıyı… Her zaman yaptığım şeylerin nasıl bu kadar farklı olduğuna şaşırıyorum. Nasıl bu kadar büyülü, nasıl bu kadar tuhaf? Konuşmak istemiyorum. Seni dinlemek istiyorum. Sesini duymak, varlığını bilmek. Etrafımda bir şeyler oluyor, algılayamıyorum. Dünyayı, hayatı artık hiç anlamıyorum…

Sonra yine karanlık bir sokak… Çok çok soğuk olduğunu hatırlıyorum. Derinlerden, içerilerden gelen ateşi duyumsuyorum. Soğuk umurumda değil. Denizin sesi, denizin rengi, kokusu, dünyanın çok güzel bir parçasında olup olmadığım umurumda değil. Yaşayıp yaşamadığım umurumda değil.  O an ölebilirim… Kendimi bırakmak, düşmek düşmek düşmek… İçimdeki o deliğin bulunduğu yerdeki ateşin tam ortasına düşmek ve kaybolmak istiyorum. Nereye gittiğimi bilmiyorum. Bilmek istemiyorum. Parçalara ayrılmak ve havaya karışmak istiyorum. Hafiflediğimi hissediyorum. Artık yaptığım tek şey, zavallı bedenimin ihtiyaçlarına ve emirlerine cevap vermek oluyor. Hayatta kalmak için, yaşamak için yaşıyorum…

Anlar birbirlerinin içinde eriyor. Geçmiş, şimdi ve gelecek birbirine karışıyor. Hangisini yaşadık, hangisini daha yaşayacağız ayırt edemiyorum. Renkler, dokular, mekanlar da birbirine karışıyor. Hiçbir yerin önemi yok artık. Zaman ve mekandan bağımsız, her yerde ve hiçbir yerde yaşıyorum…

Aklımda kalan her şey… Aklımda olan ‘sen’sin…