24. Uluslararası Adana Film Festivali’nde gösterimleri dün gece tamamlanan yarışma filmlerinden ödül kazananlar bu akşam yapılacak törenle açıklanacak. Antalya Film Festivali’nin ulusal yarışma bölümünün bu yıl sinema sektöründen ve sinemaseverlerden büyük tepki toplayan bir kararla kaldırılmasının ardından Adana Film Festivali bünyesindeki ulusal yarışma programı artık her zamankinden daha fazla dikkatleri üzerine toplamış durumda. Bu yılki yarışmada Orhan Oğuz, Onur Ünlü, Ümit Ünal ve Semih Kaplanoğlu gibi tanınmış yönetmenlerin yeni filmleri ile sevilen oyuncu Onur Saylak’ın ilk yönetmenlik denemesi olan Daha merakla beklenen filmlerin başında gelirken yarışmanın büyük sürprizi Emre Erdoğdu isminde genç bir sinemacının yazıp yönettiği ve gerek kamera önünde, gerekse kamera arkasında yine genç isimlerin yeraldığı Kar oldu.
Çoğu lise son sınıf öğrencisi olan ancak zamanlarını serserilik yaparak geçiren bir grup genci mercek altına alan Kar son derece dinamik bir anlatıma sahip bir film. Filmin en büyük artısı ise en başta son derece itici gelen –ve sınıf arkadaşlarına şiddet uygulamak gibi itici gelmesi doğal davranışlar sergileyen- bu karakterleri film ilerledikçe izleyiciye yakından tanıtarak onlarla özdeşleşme değil ama belki belli ölçülerde empati kurulmasını, daha doğrusu onların tek boyutlu ‘serseri’ kimliklerinin ötesinde birer ‘insan’ olarak algılanmalarını sağlaması. Kuşkusuz bunda senaryonun yanısıra Hazar Ergüçlü başta olmak üzere oyuncu kadrosunun başarılarının da payı var. Kar’ın bir ‘aykırı sinema başyapıtı’ düzeyine demir atmasının önündeki engel ise bu kadar cüretkar bir filmden beklenmeyecek şekilde konvansiyonel bir modda en son noktayı koyması. Kar jüriden en büyük ödülleri alır mı bilemiyorum ve doğrusu pek sanmıyorum ama Kar’ın kurgusunu gerçekleştiren Ayris Alptekin’in bu dalda yarışmadaki en güçlü adaylardan olduğunu, Hazar Ergüçlü’nün de Sofra Sırları’ndaki Demet Evgar ile birlikte en iyi kadın oyuncu dalında favoriler arasında yeraldığını kaydetmeliyim (umarım jüri, Gölgeler ve Suretler’den bu yana oynadığı her filmde beğeni toplayan ve hatta Gölgeler ve Suretler’deki performansı ile yedi yıl önce SİYAD en iyi kadın oyuncu adayları arasına girme başarısını göstermiş Ergüçlü’ye sırf ‘daha çok genç’ diye ezbere biçimde “umut veren genç kadın oyuncu ödülü” vermekle yetinme tuhaflığına sapmaz).
Ümit Ünal imzalı Sofra Sırları yarışmanın en çarpıcı, en tartışmalı, en çok konuşulan filmleri arasında değildi ama ‘kadının fendi erkekleri yendi’ ekseninde bir öykü içeren çok keyifli bir absürd suç komedisi olarak büyük takdir topladı. Öte yandan Onur Ünlü’nün absürd suç komedisi denemesi Aşkın Gören Gözlere İhtiyacı Yok ise ne yazık ki Onur Ünlü sinemasının kendi kendisinin karikatürizasyonuna dönüştüğünün yeni bir emaresi oldu. Bu arada üç zabıta memurunun bir gece vakti bir evsizi teslim edebilecekleri bir kurum arayışını öyküleyen Orhan Oğuz yönetimindeki Eksi Bir de öyküsünün potansiyelini hakkıyla yerine getiremeyen bir çalışma olarak tatmin etmedi.
Bu yılki yarışmanın en çok dikkat çeken filmlerinden biri ise kuşkusuz Daha’ydı. Sığınmacılar üzerinden “insan ticareti” yapan bir baba-oğulu perdeye getiren Daha’yı vizyona girdiğinde daha kapsamlı ele almaya niyetli olduğum için burada yalnızca “iyi yapılmış” bir film olduğunu kabul etmekle birlikte insanlık-dışılığı, kötücüllüğü çarpıcı biçimde teşhir ederken aynı zamanda insanlık-dışılığı, kötücüllüğü alternatifsiz, ‘kaçınılamaz’ olarak sunmasının, hatta kötücüllüğün benimsenmesinden başka çıkar bir yol olmadığını ister istemez imlemesinin savunulacak ve de açıkçası takdir edilecek bir yönü olmadığını şimdiden not etmek isterim.
Semih Kaplanoğlu’nun İngilizce olarak çektiği Buğday ise Türkiye sinemasının ilk İslami distopik bilim-kurgu filmi olarak tarihe geçecek. Genetik manipülasyonlar sonucu tarımın tamamen çökme noktasına geldiği bir dünyada geçen Buğday, bu dünyadaki herkes gibi İngilizce konuşmalarına karşın isimlerinden Türk oldukları anlaşılan iki eski biliminsanının duvarlarında Arapça yazılar bulunan bir türbe içinde saf toprağı bulmalarını içeren bir öykü perdeye getiriyor! Tarkovsky’nin İzsürücü’sü (1979) başta olmak üzere çok sayıda klasik filme göndermeler ve/veya özentiler sergiyelen Buğday’ın anlatısındaki örtük İslami göndermeleri ise İslami düşünce yapısına ve İslami mitolojilere daha vakıf izleyiciler muhtemelen daha fazla tespit ve takdir edebileceklerdir ancak Kaplanoğlu’nun bu çalışması İslami mesajlarını ermiş eski biliminsanının ağzından doğrudan da vermesi üzerinden bir hayli didaktizmle malul. Gerçi bir ermiş tiplemesi olarak böyle bir karakterin böylesine konuşmaları bir sahicilik içerse de bu durum bu karakteri sahici biçimde perdeye yansıtmaktan öte filmin mesajını bu yolla verme kolaycılığına başvurmaya denk düşüyor.
Daha önce başka festivallerde izlediğimiz Taş ve İşe Yarar Bir Şey’i saymazsak ulusal yarışmanın geri kalan adayları olan Murtaza alçakgönüllü, samimi ve seyredeğer bir köy filmi iken, Körfez’in ise İzmir üst-orta sınıf yaşamına içkin olarak takdim edilen banallığı yansıtmak adına kendisini banal bir hale sokmanın ötesine geçememiş başarısız bir deneme olduğu söylenebilir.
Suspiria
Bu hafta vizyona yeni giren filmleri Adana Film Festivali dolayısıyla bu yazıda es geçmek durumunda kalırken, korku sineması başyapıtlarından Suspiria’nın (1977) 40 yıl sonra dün tekrar vizyona girdiği not edeyim en azından. Bu sıradışı korku klasiği hakkında kapsamlı bir incelemem aylık Altyazı dergisinin önümüzdeki günlerde çıkacak Ekim sayısında ‘Derinliklerden Gelen Korku’ başlığı altında yeralacak (sf. 24-28).