Ortadoğu’dan Asya Pasifik’e Emperyalizmin Kriz Coğrafyaları

Ortadoğu’dan Asya Pasifik’e Emperyalizmin Kriz Coğrafyaları

‘Bölünmüş Irak ve Devletsiz Libya’ örneklerinden hareketle, saldırılarının devamının getirilmesinin pandoranın kutusunu açmaya son derece olduğu herkesin bildiği bir sır. ABD’nin hedefinin politika değişikliği değil, var olan politikanın bazı alanlarda revize edilmesi ve kimi sivrilmiş uçların törpülenmesidir.

7 Nisan sabaha karşı ABD Suriye’ye füze saldırısına başladı. Aynı günün ilerleyen saatlerinde ise, Trump ve Çin Devlet Başkanı Xi (Şi diye okunuyor) ABD’de bir araya gelecekti. Bu görüşmenin daha dumanı üzerindeyken, ABD’nin Deniz Kuvvetleri’ne bağlı bir filonun Kuzey Kore sularına doğru hareket ettiği ajanslara düştü. Ertesi gün ise, Rusya Başbakanı Medvedev’in “ABD ile çatışmaya ramak kaldı" açıklamasını okuduk. Tüm bu gelişmelere bakıldığında, herkesin kafasında doğal olarak 3. Dünya Savaşı’nın eşiğinde miyiz? sorusu yeniden canlandı. Bu sorunun cevabını henüz bilmememekle birlikte, emperyalizm çağıda dünya savaşının bir eğilim olarak her zaman gündemde olduğunu aklımızdan çıkarmamız gerekir.

 Lakin bu eğilimin varlığını aklımızdan çıkarmamak başka bir şey, jeopolitika temelli çekişmelerin yüzeyinde kalan söylemlerin analiziyle yetinip idealizmin dehlizlerinde kahinlik yapmak başka şeydir. Savaş eğiliminin varlığını aklımızda tutarak son gelişmelere yakından bakalım.

ORTADOĞU: SURİYE’YE SALDIRIDAN SONRA ABD ve RUSYA

ABD Akdeniz’de konuşlanmış iki destroyerinden fırlatılan 59 Tomahawk füzesi ile Suriye’nin Rusya tarafından modernize edilen El-Şayrat hava üssünü sabaha karşı vurdu. El-Şayrat hava üssünün özelliği, oldukça stratejik bir noktada bulunması ve 2015 aralık ayından beri Rusya tarafından propaganda edilen bombalamalara ve füze saldırılarına karşı oldukça korunaklı olmasıydı. Ama, 1991’den yani birinci Irak İşgali’nden beri biliyoruz ki, ABD’nin kullandığı Tomahawk füzeleri zırh delici özellikleriyle meşhur silahlar. Bununla birlikte, saldırıdan sonra El-Şayrat’tan uçakların havalanıyor olmasının Rusya’nın bir prestij meselesi haline çevirmesini ise ABD’de de politikanın bir cilvesi olarak yorumlandığını ekleyelim.

Bu saldırının askeri anlamı üzerine bu küçük bilgiden sonra, Trump’ın saldırı öncesinde yaptığı konuşmaya geri dönmekte fayda var. Trump konuşmasında, ‘uygar uluslar’ı göreve çağırmıştı ki, insanlığın uzun tarihi boyunca, sömürgeciler ve daha sonra emperyalistlerin dilinde çokça duyduğumuz bir kavram uygar uluslar. Batılı emperyalistler bir tarafa, bu saldırıya en çok sevinen uygar ulusların İsrail-Türkiye-Suudi Arabistan olduğunu söylediğimizde ne kast ettiğimiz daha anlaşılır olacaktır.

Saldırı ilk olarak, savaş gemileri 2013 yılından beri Doğu Akdeniz’de görünmeye başladığı tarihten buna Suriye özelinde etkisi giderek artan Rusya’nın neleri yapıp neleri yapamayacağının sınırlarını görünür hale getirdi. Bununla birlikte, emperyalist-kapitalist sistem içindeki hegemonyasındaki göreceli gerileme nedeniyle oluşan bunalıma rağmen hala ‘bir numara’ olduğunu göstermiş oldu.

Trump’ın Çin’den sonra İran’ı ikinci düşman olarak gördüğünü biliyoruz. Bu saldırıyı, İran’ın Doğu Akdeniz’den izole edilmesine dönük ilk adım olarak yorumlamamız gerekir. Dozajı en yüksek tepkinin Rusya’dan değil de İran’dan gelmesini buna kanıtı olarak gösterebiliriz.  

Her ne kadar ABD, saldırı sonrası kimi açılardan avantajlı pozisyona geçmiş olsa da Libya ve Irak örneklerinin varlığı ABD’nin Ortadoğu politikasında bir değişiklik istemediğinin en büyük kanıtı olarak duruyor. ‘Bölünmüş Irak ve Devletsiz Libya’ örneklerinden hareketle, saldırılarının devamının getirilmesinin pandoranın kutusunu açmaya son derece olduğu herkesin bildiği bir sır. Dolayısıyla yukarıda da dediğimiz gibi, ABD’nin hedefinin politika değişikliği değil, var olan politikanın bazı alanlarda revize edilmesi ve kimi sivrilmiş uçların törpülenmesidir.

Saldırının hemen ardından Rusya, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni acil koduyla toplantıya çağırdı. Rusya’nın orta sertlikteki açıklamaları ve de uçuş güvenliği anlaşmasının askıya alındığını beyan etmesiyle daha çok diplomasi alanında mücadele edeceğini belli etti. Rusya’nın ABD ile sıcak çatışmayı göze alabileceğini düşünmüyoruz. Özellikle, petrol fiyatlarının düşük seyretmesiyle ekonomisinde ciddi zaaflar barındıran Rusya’nın, daha çok kontrol edebildiği bir gerilimi tercih etmesi yüksek olasılık. Ek olarak, batı ile ekonomik ilişkileri geliştirmek için çeşitli adımları zorlayan Rusya’nın sıcak çatışmayı göze alması için batı ile girdiği ekonomik açıdan girift ilişkilerden de kopması gerekir. Rusya’nın kopmaktan ziyade ilişkileri geliştirmeyi hedeflediği bir gerçek. Sadece çok yakın zamanda gerçekleşen Rosneft (Rusya'nın devlete ait enerji şirketi) hisselerinin %19,5’nun Katarlı yatırımcılar ile Glencore (İngiliz-İsviçre maden şirketi)'ne satıldığını ve Gazprom’un da batılı devletler ile bir çok anlaşma içerisinde olduğunu söylemekle yetinelim. (1)

Burada asıl üzerinde düşünülmesi gereken husus, Rusya ve Esad arasındaki ilişkinin seyridir. Daha doğru bir ifade ile söylersek, Rusya’nın SSCB döneminden beri müttefiki olan Suriye’ye bundan sonraki bakış açısı, Esad’ın geleceği, PYD kantonlarının ve IŞİD’in ülke içindeki konumuna dair bakışında bir değişiklik olup olmayacağıdır. IŞİD ve PYD konusunda ABD ile aynı düzlemde hareket eden Rusya, Esad’ın geleceğine ilişkin olarak da net tavır almaya zorlanması olasılık dahilindedir. Bu zorlamanın havuç sopa diyalektiği biçiminde ilerleyeceğini söylebiliriz.  Tillerson bir taraftan, “Suriye konusunda (siz Esad olarak okuyun) konusunda anlaşamazsak, Rusya izole edilir.” cümlesini kurarken diğer yandan Lavrov ile görüşmesinden önce görüşme hakkında “keskin farklılıklar olmasının sebeplerini anlamak ve bu farklılıkları gidermenin bir yolunu bulmak için kullanmak istediğini” söylebilir. Burada bir çelişki değil, tam tersine yukarıda söylediğimiz çerçevede bir bütünlük bulunmaktadır.   

ASYA PASİFİK: TRUMP- Xİ GÖRÜŞMESİ

Saldırının gerçekleştiği günün ilerleyen saatlerinde, ABD başkanı Trump ve Çin Devlet Başkanı Xi, ABD’nin Florida eyaletinde gayrı resmi olarak buluştu. Buluşma, önümüzdeki bir kaç yıl boyunca emperyalist-kapitalist sistemde var olan hegemonya mücadelesinin hangi tonda seyredeceğine ilişkin önemli ipuçları vermekle birlikte, resmi görüşme statüsünde gerçekleşmemesi, bir süre daha iki ülkenin belirli alanlarda birbirlerine kaslarını göstereceğini işaret ediyordu. Zaten ilk hamle de, Obamacare’in iptaline dönük attığı adımların boşa düşmesi  ve Göçmen Yasası’nın iptal edilmesiyle karizması çizilen Trump’tan gelmişti. Çizilen karizmasını bir nebze olsa da toparlamaya dönük olarak Twitter hesabından yaptığı açıklamada, ‘ABD’nin büyük ticaret açıkları ve iş kayıplarına tahammülü yok’ dedi Trump.

Görüşmenin içeriğine dair elbette bir bilgimiz yok. Lakin, Trump’ın seçim döneminde Çin’i “ABD ekonomisinin ırzına geçmekle” suçlamasından tutun, Güney Çin Denizi’nde yaşanan ve dozajı giderek artan sürtüşmelere, oradan yine seçim döneminde vaad ettiği Çin menşeili ithalat ürünlerine %45’lik gümrük vergisi uygulamasına ve de Kuzey Kore gibi bir dizi başlığı içerdiğini tahmin ediyoruz.

O halde, iki ülkenin ilişkilerinin nerede gerilip nerede gevşeme potansiyeli taşıdığına biraz yakından bakalım.

Trump’ın başkan seçilmesinden önce yürüttüğü kampanyayı izleyenlerin dikkatine çeken nokta, ABD’nin Rusya ilişkileri yumuşarken, Çin ile ilişkilerin sertleşeceğine yönelik güçlü sinyallerdi. Trump başkan seçildi ve beklenen de oldu. Trump’ın başkanlığı devralmasından önce Çin, ABD’nin Güney Çin Denizi’ndeki insansız denizaltısına ‘casus faaliyeti’ çerçevesinde el koydu. Trump, Kuzey Kore’nin nükleer gücüne sürekli vurguladı ve Çin’in Kuzey Kore’nin “uluslararası alanda izole edilmesine dönük çalışmalara karşı” sorumsuz davrandığını buna karşı ciddi tedbirler alınması gerektiğini söyledi. Suriye saldırısının Xİ ile yapılacak görüşmenin hemen öncesinde gerçekleştirilmiş olmasının sembolik anlamı ise açıktır. Zaten görüşmenin hemen sonrasında, Kuzey Kore’ye doğru çıkan ABD deniz kuvvetlerine bağlı filonun varlığı bu sembolik anlamı da kanıtlamaktadır. Kimyasal silah bahanesi ile Suriye’nin vurulmasını Kuzey Kore’ye tahvil edecek olursak, kimyasal silahın yerini nükleer füze denemelerinin alacağını biliyoruz. Diğer yandan ilk olumsuz tepkinin Çin’den ziyade Güney Kore’den gelmesi oldukça anlamlıdır. Çünkü olası bir çatışmanın merkez üssünün Güney Kore olacağı yine herkesin bildiği bir sırdır.

Trump, yaklaşık 40 yıldır ABD dış politikasının müntemim cüzi olarak tabir edeceğimiz ve aslına bakılırsa, SSCB’ye karşı Çin’in desteklenmesi olarak yorumlayabileceğimiz “Tek Çin” politikasının revize edilmesi gerektiğine dair açıklamalarda bulunmuştu. Bu açıklamaların iki ülke ilişkilerini hayli gerdiğini biliyoruz.

Bilindiği üzere, Çin Devrimi sonucu yenilgiye uğrayan karşı devrimci burjuva-milliyetçi güçler, Çin’den ayrılarak, bugün dünyada Tayvan olarak bilenen Milliyetçi Çin Cumhuriyeti’ni kurdular. Çin, Tayvan’ı kendi toprağı saymakla ve Tayvan’ı illegal bir devlet olarak tanımlıyor. SSCB’ye karşı geliştirilen kuşatma stratejisinin bir parçası olarak emperyalistler Tayvan yerine, Çin Halk Cumhuriyeti’ni muhattap aldılar. Trump iktidara gelişi ile birlikte, Tayvan başbakanı ile telefon görüşmesi yaptı ve bir bakıma Tek Çin politikası artık umrumuzda değil mesajı verdi.

Bir diğer husus, TPP anlaşmasının iptal edilmesiydi. Uzun vadede bakıldığında ABD açısından, Çin’e karşı Asya Pasifik’te bir blok oluşturmanın ve ilişkileri askeri açıdan germemenin kalıcı bir yoluydu bu antlaşma. Trump, bunu umursamadı. Umursamamakla yetinmeyip çok daha şahin bir poziyonu zorluyor. Çin’in ise buna sessiz kalması düşünülemez bile. Çin’in en anti-amerikan yayın organı olarak tarif edebileceğimiz Global Times’da ocak ayında yayımlanan eski hava kuvvetleri generali Dai Xu ile yapılan bir röportajda, Çin’in ABD ile karşı karşıya kalmaktan hiçbir çekincesi olmayacağını söylüyor. Özellikle, Güney Çin Denizi’nde yaşanacak bir askeri kapışmadan ABD’nin büyük zararla çıkacağını ve Trump’ın başkanlıkta ikinci dört sene için hiç şansının kalmayacağını anlatıyor.

Gerçekleşen görüşmeye Trump tarafı “oldukça zor geçecek bir toplantı” olarak yaklaşsa da, Çin heyecanlı yaklaşmıştı. Bu yaklaşımı, Çin dışişleri bakan yardımcısı Zengu Zeguang’un gazetecilere verdiği mülakattaki  “Her iki taraf da başarılı bir toplantının yapılması için sabırsızlıkla beklemektedir. Böylece ikili ilişkilerin gelişmesi için doğru yönde ayarlama yapılabilir.” sözlerinde de görebiliriz.

Buradan hareketle bu görüşmede, Xi’nin Çin’in “küreselleşme”yi savunur pozisyonunu ya da daha doğru bir ifade ile söylersek, inşa aşamasındaki kendi küreselleşmesine zarar vermemek adına ekonomik ilişkiler konusunda kısmi tavizler vermesi olasılık dahilinde. Bu olası tavizleri bir bakıma, öngörülemez bir siyasi figür olarak Trump’ı öngörülebilir hale getirmek için atılmış bir adım olarak da değerlendirebiliriz.

ABD sermaye sınıfı içindeki farklı kesimlerin çıkar çatışmasının bir sonucu Trump. Dolayısıyla söz konusu Çin olduğunda, bu farklı kesimlerin Çin’e dair uzun vadeli stratejileri de bir hayli  farklı. Clinton-Trump ile somutlaşan bu çıkar çatışması, Trump’ın başkan seçilmesi ile nihayete ermediği gibi hala da çeşitli dolayımlarla devam ediyor. Kısaca Clinton’un ağırlıklı olarak temsilcisi olduğu sermaye kesimleri  Çin’i ‘’zararsız ve ucuz bir yatırım üssü’’ olarak tanımlıyor. Oysa, Trump’ın temsilcisi olduğu sermaye kesimleri Çin’i ticari anlamda öncelikli rakip olarak görüyor. Bu kesimlerdeki genel algı, Çin’in ABD’ye karşı bir ekonomik savaş ilan ettiği yönünde.

Çin’in ABD’ye sattığı mallar Çin ekonomisinin %4’ünü oluştururken; ABD’nin Çin’e sattığı mallar ekonomisinin %0,7’sine ancak karşılık geliyor. Bu dengesizlik sonucunda da ABD ekonomisinin ticari açık verdiği en büyük ülke Çin haline geliyor. 2016 sonu rakamlarına bakıldığında, ABD’nin Çin’e sattığı malların toplam değeri 115,7 milyar dolarken Çin’in ABD’ye sattığı malların değeri 462,8 milyar dolar. (2) Oluşan açık, 347,03 milyar dolar gibi devasa bir rakam.

Diğer yandan, bu malların bir çoğunun hammaddesi ABD’den Çin’e gidiyor, orada düşük maliyetlerle bir araya getirildikten sonra da yeniden ABD’ye satılıyor. Artık değerin büyük kısmı da dolayısıyla ABD’li şirketlerin cebine giriyor. ABD’nin Çin’den gelen tarım dışı mallara %2,9, tarımsal mallara da %2,5 vergi uyguluyor. Çin’in ABD’den gelen mallara aynı kategorik sıraya göre uyguladığı vergi oranları ise sırasıyla %5 ve %9,7. Bu rakamlar makasın ne kadar açık olduğunu teyit etse de, Çin’in DTÖ üyeliğinden bu yana geçen sürede %14 düzeyinden bu rakamlara geldi.  Buradan çıkarılacak sonuçların başında, çok yavaş bir tempoda dahi olsa, açığın kabul edilebilir bir dengeye ulaşma potansiyeli barındırmasıdır. Lakin, kapitalizmin krizine evrilen bir dönemde bu yavaş temponun emperyalist sistemin hegemon gücü olarak ABD’nin ne kadar tolerans tanıyacağı cevabı verilemeyen bir başka soru olarak duruyor.

SON SÖZ YERİNE

ABD hegemonyasındaki gerileme, Rusya’nın pozisyonu, Çin’in yükselişi…

Dünya solunda bahsi geçen konular hakkında son bir kaç yıldır epey bir külliyat oluştu ve oluşmaya devam ediyor. Bu külliyatın jeopolitika temelli olduğu ise bir başka gerçek. Bunun nedeni 21. yy kapitalizminde, bir önceki yüzyıl kapitalizmden farklı olarak siyasal alan ile iktisadi alanın birbirinden farklılaşmış olmasıdır. Bu farklılaşma, her iki alanın birbiriyle ilişkisiz iki yapı olarak algılanmasına neden oluyor. Oysa, farklılaştığını kabul etmekle ilişkisiz olduğunu kabul etmek iki ayrı şeydir. Dolayısıyla her iki alanın farklılaştığını kabul etmekle birlikte birbirinden ayrı ve ilişkisiz olarak ele alınmaması gerekir. Bu aynı zamanda bütünlükü bir bakış için oldukça elzemdir.

Emperyalist sistemin bugün pek alanda istikrarsızlık dinamiği barındırdığını son Suriye saldırısı ve Kuzey Kore örneklerinde görüyoruz. Bu dinamikleri özgül bağlamlarını da içererek üç ülkenin yönelimlerini incelediğimizde ortaya çıkan nokta; dostlar, rakipler ve düşmanlar arasındaki çekişmelerin yansımalarıyla karşı karşıya olduğumuzdur. Bu bize, özellike her üç ülkenin de birbiriyle ilişkilerini mekanik bir tezatlık çerçevesinde görülmesinin önüne geçmek için elverişli ama aynı zamanda geçişken bir zemin sunmaktadır. Buradan hareketle bugün ABD ve Çin, düşmanlık potansiyeli taşıyan rakip devletler, ABD ve Rusya ise dostluk potansiyeli taşıyan rakip devletlerdir.

Bu potansiyellerin hangi yöne evrileceği ise, başta rekabetin yoğunlaştığı Ortadoğu ve Asya Pasifik’teki dinamiklere bağlıdır.

1-https://www.ft.com/content/c735dc00-dccf-11e6-86ac-f253db7791c

2-https://www.census.gov/foreign-trade/balance/c5700.html