Yakın tarihimizdeki mücadele içinden Yırcalı, Somalı, Diyarbakırlı, Barış için imza veren akademisyen, üniversite öğrencisi kadınlar, direnişlerini, mücadelelerini, öğrendiklerini, umutlarını İleri Görüş’e anlattı.
Yırca Köyü’nün direnen kadınlarından Hamide Akın:
Biz Soma’nın Yırca Köyü kadınları olarak öncelikle 8 Mart’ın tüm kadınlarımıza kutlu olmasını, mücadelelerine ilham vermesini, yeni umut ve direnişlere vesile olmasını temenni ediyoruz.
Soma 13 Mayıs 2014’te maden faciasında kaybettiğimiz 301 işçinin ölümüyle gündeme girdi. Daha yaralarımızı sarmadan zeytinliklerimiz üzerinde termik santral açmaya kalktılar ve tabii biz de izin vermedik. Bu defa direnişin sesiyle Soma’mız Türkiye’nin dört bir yanında gündeme girdi. İşte bizim hikâyemiz de burada başladı.
17 Eylül 2014’te iş makinaları zeytinliğimize girince bizler de yaşlı, çocuk, erkek, en çok da kadınlar direnişe geçtik. Böylece “ölmek var dönmek yok yol”a girmiş olduk. Her girişimde makinaların önünde durduk. Özel güvenlikçilerin saldırılarına maruz kaldık, dayak da yedik ama asla geri çekilmedik. 7 Kasım gününü asla unutamam; iki-üç saatin içinde 6 bin zeytin ağacını, üzerinde meyveleriyle, gözümüzün önünde kesip yere yatırdılar, çok uğraşmamıza rağmen birkaç gün önceden taktıkları jiletli teli aşıp zeytinliğe giremedik. En acısı da o akşam yürütmeyi durdurma kararı gelmesi oldu. Sonrasını biliyorsunuz, davayı kesin olarak kazandık, şimdi zeytinliğimize yeni fideler diktik. Şunu çok iyi biliyoruz ki eğer direnmeseydik, tabii ki en başından beri yanımızda olan dostlarımızla beraber, mahkeme süreci de bu şekilde işlemeyecekti. Yani biz Yırcalı kadınlara; haklarımızı almanın ve korumanın tek yolunun birlik ve mücadele olduğunu bu süreç çok iyi öğretti.
Şimdi ne yaptığımıza gelince 2014’ün o çalkantılı günlerinde bir dernek aracılığıyla 25 kadın bir araya gelip kokulu, süs sabunları yapmaya başlamıştık. Hem birlikteliğimizi sürdürüyor hem de üretimin içinde oluyorduk. Ürünleri çeşitlendirerek üretimimize kendi kurduğumuz ve hepimizin üye olduğu Yırca Çevreyi Koruma ve Kalkındırma Derneği’yle devam ediyoruz. Bu çatı altında “Yırca Hanımeli” İktisadi İşletmesi’ni açmayı planlıyoruz. İşte bu noktada bizim direnişimizi önemseyen tüm güçleri bizimle dayanışmaya çağırıyoruz.
Yaşasın kadın emeği- kadınların direnişi! Yırcalı kadınlardan tüm kadınlara sevgiler, selamlar!
Cerattepe direnişçilerinden Aydan Yerlikaya:
Kadınların Artvin’deki direnişte önde olması gerekir, neticede 20 yıllık bir mücadele ve yerel güçler ile ayakta duruyor. Kadınlar, erkeklerin gerisinde kalıyordu. Coğrafi olarak da mevkii 2000 rakımda olduğu için direnmeye erkekler gidiyordu. Kadınlar da bu nedenle eve kapanmış oluyordu. Nöbetle başlayan bu süreçte Artvin’de Kadın Dayanışma Platformu’nun kurulması ile kadınlara daha fazla rol biçilmesi gerektiğini ifade etmeye çalıştık. Çünkü burada derneklerde, partilerde, sendikalarda örgütlenen kadınlar da Artvin’de bir kadın çalışması olmadığı için bir rol üstlenemiyordu. Özgecan Aslan’ın katledilmesinden sonra Platform kuruldu. Platform aracılığı ile Artvin’in kadını kendini yeniden tanımaya başladı. Öncesinde kış nöbeti vardı fakat mahkeme sonucundan ötürü kısa sürdü. Kış nöbetine kadınların katılımı çok azdı, 2-3 kadın olarak kış nöbetine katılabildik. Kış koşulları da etkili oldu. Ne zaman ki yaz nöbetleri başladı, insanlar ziyarete başladı, özellikle otostop ile gelen kadınları gördü, çadırlarda oturan kadınları gördüler, baktılar ki kadınlar kendi memleketlerinde, yaylalarında 24 saat nöbet tutuyorlar, o zaman karar verdiler “biz de işin içinde olalım”. Önce erkekler ile nöbet tutuyorduk, sayımızın artmasıyla kadınlar olarak nöbet tutmaya başladık. Buradaki ev işlerini zaten yapıyorduk, teknik işleri de gücümüz yettiğince yaptık. Gün geldi tuvaleti ile ilgilendik, gün geldi su borusu döşedik, odun yardık, sobayı temizledik. Türkiye’nin içinden geçtiği politik süreç ile birlikte buradaki durum da şekillendi. Örneğin, Jandarma ilk geldiğinde oturma eylemi ile püskürtüldü.
İnsanlar da bu denli yoğun bir saldırıya ihtimal vermiyordu. Atmaca Mevkii’nde yolu kestiğimiz ilk eylemde de kadınlar ağırlıktaydı. Müdahale başladığında gazla tanışan kadınlar kısa sürede gaza alıştı ve şiddet ile tanıştı. Kadınlar olarak devamlı güçleniyorduk ve insanların şiddete dayanma gücü artıyor. “ O zaman kadınlar olarak önde biz yürüyelim” kararı verdik ve 8 Mart’ı da direnişe katmayı böylece başarmış olduk ve Artvin’deki kadınların gücünü göstermiş olduk. Ses çıkartma eylemleri yaptık. “Lokmamızı paylaşırız, toprağımızı paylaşmayız”, davullarla “biz sadece davul çalarız, toprağımızı çaldırmayız” ve en son çocuklarla bir etkinliğimiz oldu. Velhasıl kadınların da süreci şekillendirdiği Artvin’e yeni bir bakış açısı kazandırmış olduk.
Sosyal Haklar Derneği’nin Soma’daki kadın aktivistlerinden Kamile Çiftçi:
Gerçek mücadeleye Sosyal Haklar Derneği’nde örgütlenme ile başladım.
13 Mayıs 2014 tarihinde SOMA A.Ş.’de yaşanan 301 maden işçisi katliamından sonra, biraz da zorunlu olarak, örgütlenmeye, mücadeleyi öğrenmeye başladım.
Kadınlarla iletişime geçmek hiç de zor olmadı, çünkü Soma’da yaşıyordum ve hepsi tanıdığım, komşum, arkadaşım ve her sabah selam verdiğim insanlardı ve eşleri, kardeşleri, babaları, oğulları katledilmişti, böyle demekte sakınca görmüyorum, bu bir kaza değil katliamdır.
Aslında bu mücadeleye kadın çalışması yapmak üzere başlamadım. Soma’da gözle görülecek çıplaklıkta devlet terörü vardı ve kendimi yaşam hakkımı savunmak için savaşmak zorunda hissettim. Zordur katliamların yaşandığı memlekette kadın olmak ve her türlü aile ve toplum baskısına karşı ayakta dimdik durmak! Katliamların yaşandığı memleketlerde kadınlar kadınlıklarını unutuyorlar çünkü. Acıları büyük olduğu ve üzerlerine çok büyük bir yük bindiği için o yükü taşımak için mücadele ediyorlar.
Ona inanarak ve mücadele ettiğim yoldaşlarımla birlikte kendime ve ilişkide bulunduğum kadınlara umut taşımayı başardım. En önemlisi de hepimizin eşit olduğunu savunarak mücadelemizi güçlendirdim.
Soma’dan Diyarbakır’a… “Acı acıyla yarıştırılmaz”
Soma’daki mücadelemizin anlamını, Diyarbakır’a “Barış için 1000 Kadın” bulaşmasına gitmeden önce kendime sorduğum: “Neden ya da kim için gidiyorum ya da vicdanımı rahatlatmak için mi gidiyorum?” sorularını yanıtlarken anladım. “Acı acıyla yarıştırılamaz” ben oradaki kadın yoldaşlarıma güç vermek için ve onlarla mücadeleyi güçlendirmek için orada olmalıyım diye düşündüm. Bir çocuk gibi heyecanlandım ama korkularım da vardı. 10 Ekim Ankara patlamasının ortasından çıkmıştım, korkularımın sebebi: Diyarbakır’a gidip bir bombaya maruz kalıp “ölmeme” korkusuydu. Sümer park’a geldiğim de kendimi güvende hissetmiyordum, etrafıma bakıyordum sürekli. Basın açıklaması bitinceye kadar kadınların içine girmeden dışardan seyrettim. Basın açıklaması bitti ve o zaman anladım ne kadar güvenli bir yer ve utandım. Bizler için bu kadar güvenli bir yer oluşturuyorlar fakat az ilerimizde bombalar patlıyor ve her gün insanlar ölüyor.
Diyarbakır’da bir kadın olarak yaşamanın zorluğunu düşündüm o an. Her gün bomba sesi ile sabaha uyanmayı ve hayatına devam etmek zorunda kalmayı ve hâlâ barış umudu taşıyor olmayı inanılmaz buldum. Bu kadınlar; eşleri, çocukları, anneleri, babaları katledilmiş, hatta cesetleri sokağın ortasında günlerce bekletiliyor olmasına rağmen, hâlâ umutla, dirençle barış diyorlar, insanca yaşam diyorlar.
Tabi Diyarbakır’daki bu görüntüleri görmek bana da bir kadın olarak daha güçlü ve daha da direngen olmam için güç verdi. Farklı acıları görüyor insan, Soma’da iken kendi acımızdan büyük başka bir acı olacağını düşünemiyorduk. Diğer bölgelerdeki kadın arkadaşlarla dayanışma içinde bulunmamız çok önemliymiş. Oradaki kadınların gözünde bunu açıkça gördüm. Soma’da başlayan mücadeleden çok şey öğrendim, bu mücadele içinde yoğruldum, öğrenmeye de devam ediyorum.
Ülkemizde ve dünyada kadınlar katledilmeye devam ediyorsa bu ülkenin duyarlı bir kadını olarak zulme dur demek tabii ki boynumun borcu olacaktır...
Barış için imza veren akademisyenlerden Prof. Dr. Gülser Öztunalı Kayır:
“Bu suça ortak olmayacağız” diyerek bildiri imzalayan akademisyen sayısı ilk gün 1.128 iken Cumhurbaşkanı’nın ağır hakaretler sonucu “baskının olduğu yerde direnme hakkı” evrensel kuralı işledi ve imzacı sayısı 2.500’ün üzerine çıktı.
Bu akademisyenlerin istediği neydi? İmzaladıkları bildiriyle, savaş isteyen Saray’a karşı barış, özgürlük, IŞİD’e yardımın kesilmesi, savaşın durdurulmasıydı. Akademisyenleri “terörist” ilan eden, onlara hakaretler yağdıran, aşağılayan, soruşturmalar açarak tutuklanmalarını sağlayan Cumhurbaşkanı’na yönelik büyük tepkiler oluştu. Demokrasi ve yönetme sorumluluklarını inkar eden hükümete karşı dünyanın ünlü akademisyenleri, Avrupa Parlamentosu üyeleri, birçok ülkenin hak mücadelecisi kurum ve kuruluşlarından destek geldi. Haklıyız! İsyanımız buna!
Faşist baskılar, engellemeler, öldürmeler, her gün yaşanıyorsa, kız çocuklarına dönük ensest fetvaları veriliyorsa, “vajinaya ateş etmek” otopsi raporlarında yer alıyorsa ülkenin geldiği noktayı açıklamak için çok fazla söze gerek yok. Bunlar, toplumsal umarsızlığın yaygınlaştığı, korkunun içselleştirilmeye çalışıldığı ülkemizde faşizmin acı kanıtlarından sadece birkaçı. Dinci, ırkçı, emperyalist, cinsiyetçi ideolojilerle hükümetler yıllardır bu ülkeyi kasıp kavuruyor, hak ihlalleriyle, hukuk dışılıklarla, savaşla, kadına ve çocuğa şiddetle anılır bir ülkeye dönüştürdü. İsyanımız buna!
İnsanlık İçin Küresel Kadın Şartı’nın (2004) “Barış” başlığında “Bütün insanlar, savaştan ve çatışmadan uzak yaşama hakkına sahiptir. Hiç kimse, bireylerin ve halkların yaşaması ya da ölmesi konusunda karar verme hakkına sahip olamaz” diyen beyana kulak verelim. Ülkemizde insanca yaşamaya yönelik, demokratik, anti-emperyalist, anti-faşist, akademik, iletişimsel mücadeleyi sürdürmekten vazgeçilmesinin mümkün olmadığını vurgulamak isterim. Akademisyen olarak temel görevimin toplumumun önünde ve ilerisinde olmak, onu aydınlatıcı, uyarıcı ve doğruya götürücü ilerici adımları atmaktır. Çocuklarını korumayan bir ülke geleceğini kuramaz. Çocuklar ölmesin, insanlık yaşasın demenin suç olmadığı, insan onuru ve özgürlüklerinin sağlandığı, gelir dağılımının dengeli ve yoksuldan yana olduğu, bilimin, akademinin ve medyanın ifade özgürlüğünün engellenmediği, hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu; direnme hakkını kullananların çoğunlukta olduğu niteliklere sahip bir toplumsal düzen hayal ediyorum.
FKF üyesi Hazal Destina Alarcın:
Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF); Aralık ayında düzenlediği üçüncü kongresinde toplumsal alanı dinsel ideolojiye göre şekillendirmeye çalışan AKP zihniyetinin düşünen, sorgulayan ve direnen Türkiyeli kadınlar için açık bir tehdit haline geldiği tespitiyle “FKF’li Kadınlar” imzasıyla bir çalışma başlatmayı karar altına aldı. FKF, kadın sorununun bir kimlik sorunu olmanın çok ötesinde, sınıflı toplumların varlığından kaynaklandığını ve egemen sınıfın gericilikle kurduğu ittifakla ise daha da derinleştiğini saptıyor. Bu doğrultuda FKF'li Kadınlar olarak kadın mücadelesini sınıfsal ve gericilik karşıtı bir eksenden ele alıyoruz.
Bugün 8 Mart için örgütlenirken; neoliberalizmin ve dinci gericiliğin yükselişinin kadınlar için yarattığı karanlığın farkında olarak yobazlığı doğrudan karşısına alan, laiklik mücadelesi eksenli bir çalışma yürütmeyi tercih ediyoruz. Ülkemizde ve dünyada kadına yönelik sistematik şekilde artan baskı ve şiddetin bizlere yansıması üniversitelerde ve liselerde yaşanan taciz ve tecavüz vakaları, kadınlar için belirlenen yurt giriş-çıkış saatlerindeki cinsiyetçi tutum, kılık kıyafetimize dair sözde “ahlaki” düzenlemeler şeklinde oluyor. Bu düzenlemelerin ve saldırıların şüphesiz ki AKP iktidarı ve onun kadın düşmanı gerici politikalarının doğal uzantısı olduğunu biliyoruz. Bu sebeple bugün 8 Mart bizler için bundan 157 yıl önce eşit çalışma koşulları için canı pahasına mücadele eden emekçi kadınların günü olduğu gibi; "Kızlı-erkekli aynı evde kalıyorlar" diyenlerin karşısında “kızlı-erkekli” omuz omuza yürümenin, "Kadınla erkeğin eşit olması fıtratımıza ters" diyenlere karşı "Fıtratımızda direnmek var!" demenin günüdür.