“Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez”…

Geçen haftaki yazının sonunu şöyle bağlamıştım!

“Öyleyse bir şeyler yapmak gerek”…

İçeriğini hem olumlayan ve yanı sıra hem de “soran” kimi eleştiri ve katkılar aldım…

Soru genelde şöyleydi:

“İyi de nasıl?”

***

“Malumun ilamı” ile meşgul olmayacağım demek isterdim; oysa ve galiba, meseleye bir nebze değinmek gerekiyor…

İlkin şuna vurgu yapılabilir; memlekete dair gelecek kurgusunda, “nasıl” sorusunun yanıtı, adeta ülkeye ve topluma yaşatılan bunalımlarla, şimdiye değin defalarca verildi.

Bu kâbustan silkinip uyanmak gerek.

Bunun biricik yolu “toplumsal kurtuluştur”.

Yani düzenin dümen suyunda, düzende iyileştirmelerle ve düzenin içinden ve onu yeniden sürdürebilir kılarak bir Türkiye manzarası yaratmak, neredeyse olanaksızlaşmış bulunuyor. Zaten benzer bir kabus görmemek için eskinin ehven-şer olanını, yerine koymak doğruda sayılmaz.

Kısacası “toplumsal kurtuluş”, düzen içinden değil, düzenin karşısından ve onu tepetaklak edecek yeni bir toplumsal tahayyül, eylemlilik ve örgütlülük olmak durumundadır… Yani Türkiye, hem kurtuluşu ve hem de kuruluşu yeniden kurgulayacak yeni bir devrimle bu gidişattan kurtulur.

Birleşik Haziran Hareketi Türkiye Meclisi’nin aldığı kararları ve topluma yaptığı çağrıyı, bu bağlamdan okuyup, değerlendirmek yararlı olacaktır…

***

Çok geriye gitmeye gerek yok!

AKP-proje partisinin, iktidar kılındığı 2002 den bu yana, ülkede olan gelişmelere bakmak bile, çözümün neden “düzen içinden” olamayacağını, görmemizi anlamaya yetecektir.

Bu gün öyle bir ülkede yaşamaya alıştırılmış vaziyetteyiz ki, kamusal değerlerin haraç mezat sermayeye peşkeş çekilmesi kılımızı kıpırdatmıyor…

Dinin siyasallaşması, toplumun yarısında çaresiz bir kabullenmişliği her geçen gün daha da ateşliyor…

Kadına ve çoluk, çocuğa tecavüzde sınır tanımayan; cana kastın adi bir suç olmaktan bile çıktığı bir kara kirlilik ve yozlaşma çağını yaşadığımıza hiç şüphe yok…

Işid örneği başta olmak üzere, terörün olağanlaştığı ve toplumsal psikolojinin bozuklukta tavan yaptığı kara bir dönemden geçiliyor.

Söz gelimi, Atatürk Hava limanına saldırının gerçekleştiği gece, “Survivor” programı, medya istatistiklerine göre “prime time” seyredilme rekorları kırıyor…

Yargı tam teslim yürütmenin elinde…

Burjuva hukukundaki kuvvetler ayrılığı bile tam boy iğdiş edilmiş vaziyette…

Yürürlükte olan anayasa ise, kendine başkan bir zihniyet eliyle, fiili olarak ilga edilmiş vaziyette…

Ve daha istemediğiniz kadar örnek; yazması ve okuması insanı boğan, sıkan kâbus gibi bir memleket manzarası, pek çoklarında bu memleketten nasıl kaçabilirim düşüncesini daha da pekiştiriyor…

Oysa kaçıp gidilecek ve bu ülkenin insanları için yaşanacak başka bir iklim yok…

Neden mi?

***

İlkin bir genellemeye vurgu yapmak gerekir.

Yani kapitalizm eşitsizlik üretir…

Genelde bu eşitsizlik o denli keskindir ki, sermaye, başka sermaye bölükleriyle bile acımasız bir rekabet halindedir.

Kapitalizmin merkezinde oturan ülkelerin sermaye sınıfları ile çevre coğrafyalardaki sermaye sınıfları arasında rekabet ise kaçınılmaz bir olağanlıkta sürmektedir.

Eşitsiz gelişim, toplumların emekçi sınıfları ile sermaye arasında da, var olan uçurumları derinleştirmektedir.

Böylece ulusal ve uluslararası ölçekte kapitalizmin krizi süregenleşmektedir.

***

Mesela, “Brexit” ile Birleşik Krallık halkları, Avrupa Birliğinden ayrılmaya karar vermiş bulunuyor. Gelecek için derin ve öğretici bir örnek olmaya aday olan bu tercih, Avrupa emperyalist kapitalizmi açısından hem yeni bir durum, hem de ağır bir bunalımdır.

Çıkma kararından sonra, “elim kırılsaydı da o oyu referandumda vermeseydim” havası, şimdi adada hâkim görünmektedir. Geri dönüş isteği galebe çalmakta ve siyasi belirsizlik tavan da yapmış olmaktadır. Nereden bakılırsa bakılsın, kapitalist sistemin domino taşı ülkelerinden birisinde oluşan bu durum, kapitalist sistemi düne göre daha da kırılgan hale getirmiş durumdadır.

Buradan bir dağılma çıkar mı kehaneti ise benim işim değildir…

Ne ki, Birleşik Krallığın bu siyasi krizi, kapitalizme iktisadi yeni eşitsizlikler yaşatacak denli önemli keskinliktedir…

Kapitalizmin giderek derinleşen krizi, merkez ülkelerin yönetememe krizini de ateşlemektedir.

Bölgesel güç ve hegemonya tesisinde söz sahibi aktörler vaziyet etmekten çok, durumu idare etmeye yönelmiştir. Bekle gör politikası ve çevre ülkelerdeki çıkarların kollanması için her türlü manipülatif siyaset manevrası kan, gözyaşı ve insanlık dışı yaptırımlar olarak uygulanmaktadır…   

Uzun lafın kısası; kaçılacak dünya burasıysa, “kurtuluş yok, tek başına; ya hep beraber, ya hiç birimiz” sloganının gerçekliğiyle yüzleşmek esasen boynumuzun borcudur…

***

RTE, giderek girdabında yuvarlandığı derin yalnızlığından sıyrılma adına yeni manevralar peşindedir. Adama öyleyse neden yaptın dedirtecek cinsten “u” dönüşlerini maharetle yerine getirmektedir. Rusya ve İsrail’le varılan anlaşma ve özürler, doğrusu kimin yanına kâr kalmıştır; hiç belli değildir. Bundan böyle de, tereddütsüz “değerli yalnızlığını” indirgeyecek her türlü manevrayı atacağına dair bütün sinyalleri vermektedir…

Yerli memurlar verdikleri demeçlerle bunu açık etmektedir…

Cumhurbaşkanı baş danışmanı olan İlnur Çevik, İsrail ve Rusya işlerinde atılan adımları olumluyor ve şunları söylüyor: “Dış politika, basın ve diğer birçok konuda bir tür vites değişikliği yapmamız gerekiyor, Amerikan kamuoyuna gerçek yüzümüzü göstermemiz gerek. Şu an tamamen yanlış anlaşılmış durumdayız.”

Eski TBMM Başkanı Cemil Çiçek ise AKP hükümetinin Rusya ve İsrail ile ilişkileri düzeltmek adına attığı adımların doğru olduğunu vurguluyor. Ve ekliyor, "Şimdi sırada içerideki dostlarımızın sayısını arttırmak var".

Hızını alamadığı demecinde şunlara da yer veriyor: "Bir yandan, ülkede birlik ve bütünlüğe ihtiyaç var diyoruz, öbür taraftan bütünlüğü darmadağın eden, ülkenin dikişlerini yıpratan konuşmalar yapıyoruz. İçerideki dostlukları arttıracak, ilişkileri normalleştirecek bir üslup ve anlayışa ihtiyaç var. Ramazan iyi bir iklimdi ancak iyi değerlendiremedik. Önce özeleştiri yapmak gerekiyor. Buna da kendimizden başlamak lazım. Bunu yapmadığınız sürece ‘Ben haklı, başkaları haksız’ noktasında kalırız.”

***

Anlaşılan gelinen nokta Ziya Paşanın şu beytine uygundur…

"İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez. Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez."

Yani, olguları anlamak ve değerlendirmek küçük aklın kârı değildir. Yoksa tartı, bu denli ağır yükü çekmez…

***

Gerçekten bıçak kemiğe çoktan dayanmıştır…

Öyleyse özgüveni korumak gerekir. Kısaca yarınlarımıza dair çare de, umut da kendi ellerimizde ve irademizdedir.