Zemmour ve olağanlaşan faşizm

Olağanlaşan faşizm örneklerini ülkemizde artık her gün görüyoruz. En son örneği mahallelinin istememesine rağmen Validebağ korusuna AKP iktidarının ısrar ve tehditle cami yapma projesi. Üstelik cami yapılacak yere 200 ile 500 metre uzaklıkta tam beş tane cami bulunmasına rağmen. Geçen yazımızda bahsettik. Laiklik ilkesinin ortadan kaldırılması ile beraber daha fazla İslami sanat gelişmedi. Ya ne oldu? Her yere zorla cami doldu. Fakat bugünkü yazımızın konusu Türkiye değil Fransa.

Eric Zemmour’un Le Suicide Français (Fransız intiharı) adlı kitabı bugünlerde Fransa’da çok tartışma yaratmış durumda. Bu kitabı okumadık fakat bu yazımızda Fransız basınından çıkan haberler üzerinden bir yorum yaparak, meselenin Yahudi düşmanlığından hareketle neo-liberalizme indirgenebileceğini iddia etmek olacaktır. Zemmour önce kim ve kitabında ne yazmış? Eric Zemmour Le Figaro’da gazetecilik yapan ama aynı zamanda polemik kitapları da olan gelenekçi sağcı bir yazar. Peki, kısaca ne demiştir Zemmour? Nazilerle işbirliği yapan Fransız Vichy hükümetinin Almanlara Auschwitz’de yakılmak üzere Fransız Yahudileri yerine başka ülke vatandaşı Yahudileri teslim ettiğini iddia etmiştir. Yine basından okuduğumuz kadarıyla çok kalın olan bu kitaba (500 küsur sayfa) Fransızlar çok itibar göstermişler ve kitap hâlihazırda çok satmaktaymış. Kitaba karşı yoğun ilginin kitabın yazarının, Fransız devletinin Yahudi soykırımındaki rolünün söylenildiği kadar çok olmadığını ve bu konuda fazla suçluluk duygusu içinde olmamak gerektiği yaklaşımından kaynaklanıyormuş. Le Monde’un 19 Ekim sayısında yayınlanan Serge ve Arno Klarsfeld’in yorumunu okuyarak Zemmour’un yalan söylediğini anlıyoruz. Çünkü o dönem Fransa’dan Nazi’lere yakılmak üzere teslim edilen 80 bin Yahudi’nin 25 bin’in Fransız Yahudisi olduğunu öğreniyoruz. Aynı zamanda işbirlikçi Petain hükümetinin 1942 yılının 3 Temmuz’unda aldığı kararla 16 yaşından küçük çocuklar dâhil olmak üzere Fransa topraklarında yer alan tüm Yahudilerin Nazi’lere teslim edileceğine dair Almanlara güvence verdiğini ve bunun sonucunda da 17 Temmuz ile 30 Eylül arasında çoğu Fransız Yahudisi olan 3000 çocuk annesinden kopartılarak Auschwitz kampına götürüldüğünü öğrenmiş oluyoruz.

Ortada Nazi’lerin yaptığı bir Yahudi soykırımı gerçeği var ve bunda Fransızların Nazilerle işbirliğinin de payı da var. Peki Zemmour neden tersini iddia ediyor? Buna yine aynı gazetede Nicolas Truong "reaksiyonluğun pazarlaması" diyor. Başka bir değişle ırkçı, cinsiyetçi fikirlerin yeniden hortlaması ve toplumda beğeni toplaması olarak yorumluyor. Le Monde yazarı bunun sebebi olarak 1968 olaylarının sorgulayıp koparttığı aile, devlet vs.. gibi geleneksel değerlerin Zemmour gibilerinin yeniden önemsemesine bağlıyor. Başka bir değişle Zemmour özelinden faşistlerin gelenekçi ulus-devlet anlayışından yola çıkarak günümüz kadın, etnik vs… özgürlükleri sorgulamasını eleştiriyor. Tabii burada bir kere ulus-devlet gelenekçi midir? İlk olarak bu soruyu sormak gerekir. Tersine faşistler için ulus-devletin ve Rousseau Cumhuriyetinin kendisi geleneği yıkan ve bu açıdan karşı gelinmesi gereken bir oluşumdur. Liberaller ise yine Rousseau’nun merkezi otorite eleştirisinden yola çıkarak, Cumhuriyeti küçümsemek için “gelenekçi” derler. Çünkü onlara göre monarşi zamanındaki Kralın otoritesi ile Cumhuriyetteki merkezi otorite arasında bir fark yoktur. Fakat ondan önce bununla bağlantılı olarak Truong kitapta ilgimizi çeken bir bölümden bahsediyor. O da Zemmour’un eski Fransız Komünist Partisi Genel Sekreteri Marchais’nin yabancılara yönelik konuşmalarını ve onun SSCB’nin Afganistan’ı işgalini olumlamasından övgüyle söz etmesidir. Şimdi malzeme bunlar. Burada aklımızdaki sorular da şunlar. Fransızların reaksiyonerliği olumlaması Fransızlara özgü müdür? Mesela 1968 olaylarını yaşamayan toplumlarda aynı reaksiyon olmuyor mu? Yani başka bir değişle mesele bir ulus-devlet meselesi mi, yoksa Wallerstein’ın demiş olduğu gibi 1968 sonrası başlayan üçüncü küreselleşme evresine çok iyi konumlanmış neo liberal siyaset uygulamaları mı? İkisi birden olur mu? Olmaz. Yani sorun hem ulus-devlet meselesidir hem de neo liberalizmdir denildiği zaman, neo liberal siyasetin küreselleşmeden beslenip yaşadığını inkâr etmek olur. Bu acele yorumlar aslında yazının konusu değil, her zaman olduğu gibi biraz dağıldık. Toparlamaya çalışalım.

İlk olarak Zemmour bize göre bir faşisttir. İşbirlikçi Vichy hükümetini temize çıkarmakla uğraşmaktadır ve 20’nci yüzyılın en büyük insanlık trajedisi olan Yahudi soykırımının önemini en azından Fransa için azaltmak istemektedir. Zaten hemen ilk desteği aşırı sağcı Le Pen’den almıştır. Bu kesindir.

İkinci olarak Zemmour’un derdi Le Monde yazarının ufaktan da olsa değinip geçtiği gibi 1968 falan değildir. Tersine Zemmour’un kendisi 1968’in bir yan ürünüdür. 68 Fransız devrimcileri ulus-devleti, modernizmi, 30 mutlu yılları sorgularken aslında tüm bu değerlerin ikinci dünya savaşı sonrası anti-faşizm üzerine oluşturulduğunu da dolaylı olarak sorgulamaktadır. Yani başka bir değişle 68 sonrası cinsiyetçi özgürlük hareketleri ve etnik mücadeleler beraberinde her türlü modern-devlet kalıplarını sorgularken aynı zamanda faşizm dahil her türlü düşüncenin konuşulabilmesinin de önünü açmıştır. Elbette ki, 68 sosyalistlerinin amacı faşizmi yeniden sorgulayarak olumlamak değildir ama onların modern-devlete karşı saldırıları 1789 Cumhuriyetinin yasakladığı her türlü ucube ve reaksiyoner fikirlerinde (faşist, dinci vs..) ortaya çıkmasına ve ulu-orta konuşulup toplumda sempati toplamasına vesile olmuştur. Örneğin Hitler’in Kavgam’ının satış oranları Avrupa’da hâlihazırda çok yükselmesi buna örnek olarak gösterilebilir. Türkiye ve Orta doğu ülkelerinde laikliğe karşı “demokratik” mücadeleler o toplumlarda kafa kesen İşid militanlarına ve diğer radikal İslamcılara sempatiyle bakanların sayısının artmasına neden olmuştur. Türkiye’de, Mısır’da, Cezayir’de, Tunus’ta hatta Fas’ta yapılan muhtelif seçimlerde bu gibi radikal İslam ve türevleri çok yüksek oylara ulaşmışlardır. Aynı çevreler Avrupa’da gençler arasında gittikçe daha fazla sempatizan toplamaktadır.

Zemmour’un bir faşist olduğunu söyledik ama neo-liberal bir faşisttir. Onun için bu tipler sadece ulusalcılık üzerinden faşist avcılığı yapan liberal solcuların gözünden kaçabilir. Ya da Le Monde yazarının yapacağı gibi Zemmour’u sadece bir ulusalcı olarak görüp onun Marchais örneğinden hareketle Faşizm ile Komünizmin aslında aynı şey olduğu savına destek sağlayacaktır. Tıpkı neo-liberal Hayek ile, gelenekçi Salazar sempatizanı Baudin’in zamanında yaptıkları gibi. Yani bir başka değişle Le Monde yazarı Truong reaksiyoner Zemmourun aynı zamanda onun bir türevi olan Komünistleri de olumladığını söylemektedir. Olumladığı doğrudur ama Komünistler Zemmour’un türevi midir? Öyle olsun istenilmektedir belki ama öyle değildir.  

1968’den beslenen neo-liberalizm kendisine doğrudan tehdit olarak görmediği tüm özgürlükçü fikirleri hemen kabul etmiş ve sosyal norm olarak neo-liberalizmin demokrasisine (post-demokrasi) dâhil etmiştir. Bunlar nelerdir? Ulusal devletin laiklik ilkesine aykırı olan dini öğretilerin ve geleneksel fikirlerin yaygınlaşmasıdır. Bunların sermaye birikimi üzerinde bir olumsuz etkisi yoktur. Kadın hareketleri ve kadınların özgürleşmesi de sermayeyi rahatsız etmeyecektir. Aynı şekilde etnik hareketleri de içine koyabiliriz. Onlarda sermaye birikimini doğrudan etkilemez. Avrupa Parlamento’sunda yer alan aşırı sağ partilerin çoğunluğu neo-liberal ve gelenekçidir. Kendisini ulusalcı olarak tanımlayan aşırı sağ partiler arasında olan FN’de, Marine Le Pen ile beraber neo-liberalizme kayan bir yaklaşım söz konusudur. Hatta partinin ismini bile değiştirmek gündemlerindedir. Bulgaristan ve Yunanistan aşırı sağ partileri haricinde Avrupa’nın diğer aşırı sağ partileri kendilerini gelenekçi neo-liberal olarak adlandırırlar. Komünizm bir tehlike olmaktan çıkınca Avrupalı Faşistler için komünizme karşı korunacak ulus yoktur. Üçüncü küreselleşme evresi ve neo-liberal politikalar sol’un bitirilmesinde faşistlerden çok daha etkili olmuştur. Bundan dolayı Zemmour gibileri için nefret ettikleri komünizme atıfta bulunmak, eskisi gibi tabu değildir tıpkı revizyonizmi konuşmak gibi. Tabii tam bir eleştiri yazısı yazmak için kitabı okumak gerekir. Başta da söylediğim üzere bu yazı basında çıkan yazılarla sınırlı kalmıştır.

Fakat son olarak şunu söyleyebiliriz faşizmin teorik alt yapısı modern-devlet üzerine kurulu değildir. Tersine gelenekçidir, monarşisttir, kralcıdır, Katolik’tir vs… Kısacası Rousseau’cu Cumhuriyetle çatışırlar, On altıcı Louis’yı giyotine yollayan 1789 devrimiyle hiç anlaşamamışlardır, hele kendilerinden gördükleri Rusya Çarlığını yıkan 1917 Bolşevik devrimine karşı hınçları çok daha büyüktür. Günümüz faşizmi ise, komünizmin tehlike olarak kalkmasını da fırsat bilerek tekrar eski gelenekçi, şiddet yanlısı ucube fikirlerin toplumda yeşermesine neo-liberal siyaset aracılığıyla sağlamaktadır. Neo-liberalizmin kendilerine sunduğu her türlü fikir özgürlüğünü, faşistler modern devletin yasakladığı ırkçı, dinci şiddet yanlısı fikirleri geliştirmek suretiyle kullanmaktadır. Wallerstein’ın küreselleşmesinin 3’ncü evresiyle barışık solcularda, neo-liberal siyasetin boş alanlarını, etnik, dinsel, kültürel bireysel özgürlüklerin gelişmesi yönünde kullanmaktadır. Son tahlilde ulus-devlet karşıtlığı üzerine kurulu günümüz “sınırsız” toplum yapısında her kesim kendi özgürlüklerini sonuna kadar kullanacaktır. Bunun içinde radikal dincilik de, negasyonizm de olacaktır.