Halkın gerçeği öğrenmesi için sınırları zorlayan az sayıdaki gazeteciden biri olan İsmail Saymaz ile İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi dekanı Prof. Dr. Adem Sözüer arasındaki ilginç twitter yazışmaları cumartesi günü bu portalda yer aldı.
Saymaz, Akademisyenler Bildirisi ile ilgili olarak hukuk profesörüne şu soruyu yöneltti: "Yeni TCK'yı siz hazırladınız, sizce TCK'ya göre bu imza metni suç mudur ve hangi maddeye girer?"
Dekan hazretleri bu soruyu önce, "Neyin suç olduğuna yargı karar verir" diye geçiştirmeye çalıştı. Saymaz’ın ısrarı karşısında “suçtur” da, “suç değildir” de diyemedi. “Sorumsuzluktur” dedi. Saymaz yazışmayı, “hüküm” değerinde bir soruyla kapattı: “Hocam kınanacak davranış ile yargılanacak davranış arasındaki fark kaybolursa yargı makamı hükmünü ‘zamana’ göre vermiş olmaz mı?”
Olur! Öyle oluyor.
Sorunumuz, “hüküm”lerin şu içinde yaşadığımız “zamana göre” veriliyor olmasıdır.
İçini başka türlü dolduramadığımız “zaman” her şeyi, herkesi içine alıyor.
Zamanın efendisi tek adamdır. Sermaye, devlet, düzen, dincilik, militarizm, ırkçı milliyetçilik tek adam rejiminde cisimleşmiştir. Kasım seçimlerinden sonra, fren ve balans ayarları iyice bozulmuş, cüreti ve pervasızlığı tavan yapmış kapkara bir tren gibi hareket ediyor.
Zamanın ve efendisinin asıl gücü ise karşıtlarını ve arada kalanları kendine benzetmesinden, düşünce ve değerler bütününü (paradigma) yalnızca etkinin değil, tepkinin de referans kaynağı haline getirmesinden kaynaklanıyor. Bu öyle bir etki-tepki mekaniği ki, zıddında düşünüp davranan da aynı eksende kalmış oluyor. Varlık nedeni AKP karşıtlığı olanların hallerine, örnek olsun, Cuma fetvasına destek veren CHP’ye, ya da bir zamanlar Erdoğan’a karşı mangalda kül bırakmayan nutuklar atan Türkiye Barolar Birliği başkanı Metin Feyzioğlu’nun Akademisyenler Bildirisi için söylediklerine bakın!
*
Bu dayatmayı “paradigma”sıyla ve “zaman”ıyla toptan reddetmek, başka bir düşünce ve değerler bütününü her şeyiyle kuvveden fiile çıkarmak, içini eşitlik, özgürlük ve kardeşlikle dolduracağımız, gücünü geçmişten ve gelecekten alan bir yeni “şimdiki zaman” yaratmak durumundayız.
Bunun için en başta, bu çağrının toplumsal karşılığı olduğuna inanmak, iletiyi ve çağrıyı oraya yöneltmek gerekiyor.
Sınıfsal bir içeriği olmayan, oklarını bu aşağılık gerici düzene çevirmemiş bir AKP karşıtlığının kısırın kısırı bir döngü olduğunun “artık” anlaşılması gerekiyor. Yalnız AKP karanlığının değil, bu düzenin çilesini çeken büyük emekçi kitleler bunu görüyor. 1 Kasım’dan sonra, emekçileri ve ilericileri içine alan moral bozukluğunun, hareketsizliğin en önemli nedeni, AKP ve düzen karşıtlığını birleştiren, sahici, etkili, güvenilir bir toplumsal muhalefet hareketinin/merkezinin, bunun anlatımı olan bir siyasal odağın yokluğu ve bu algının yarattığı çaresizlik duygusudur. Böyle bir ortamda, sahte umutların peşine takılmamak, değerlendirilebilirse sağlıklı bir eğilimin habercisidir.
Değerlendirmekten kastım, sömürüye, yoksulluğa, yoksunluğa, devlet terörüne, ayrımcılığa, kadın cinayetlerine, iş cinayetlerine, yeşil yola, Kürt imha savaşına vb. tepki ve direnişleri desteklemek, ama bununla yetinmeyip, düzenin karşılayamadığı/karşılayamayacağı, yaşamsal toplumsal özlem ve istekler için mücadelenin sözünü, eylemini ve araçlarını inşa etmektir.
*
Bu amaçları gerçekleştirme ortamı ve yöntemi tek sözcükle siyasettir.
Siyaset, bir zamanlama ve deyim zorlama da olsa “mekânlama” sanatıdır.
Başkanlık anayasası ve demokratik özerklik/öz yönetim başlıklarına buradan bakmak gerekir.
Anayasa konusunda, solda, bu orta oyununun parçası, tarafı olmamak, olma eğilimi içindekiler üzerinde ideolojik-siyasal basınç uygulamak biçiminde özetlenecek son derece doğru bir yaklaşım var ve güçleniyor. AKP’nin çoğunlukta olduğu bir meclisten çıkacak bir anayasa taslağını tartışmayız; bütün gücümüzle usulden ve esastan reddi için mücadele ederiz; bir biçimde geçirirlerse zamanı geldiğinde çöp sepetine atacağımızı ilan edip işimize bakarız.
Demokratik özerklik/özyönetim konusu farklı. Farklı; çünkü, bu öneri, Türklerle Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti içinde birlikte yaşamasını sağlayacak son formül, köprüden önceki son çıkış olabilir.
Ne var ki, Kürt coğrafyasında kent kuşatmalarının, imha savaşının sürdürüldüğü, Erdoğan rejiminin Kürt hareketini tecrit ve tasfiye için topyekûn saldırıda olduğu bir zaman ve ortamda sağlıklı bir demokratik özerklik/ özyönetim tartışması olanaksızdır.
Bizim de, silahların konuştuğu bir ortamda eleştiri silahını doğru ve etkili biçimde kullanma şansımız yok. İçeriği, esası hakkını vererek tartışacak koşullar yok.
Yine de konuya ilişkin dört önemli notu şimdiden yazalım: Bir: Kürt halkının kendi geleceğini, siyasal statüsünü belirleme hakkı tartışma konusu olamaz. İki: İmha ve tasfiye savaşına karşı destek ve dayanışma görevdir. Üç: Demokratik özerkliği Türkiye’nin tümü için önermenin, bu öneriye ek bir meşruluk sağlayacağı düşüncesi liberal bir yanılgıdır. Doğru olan, demokratik özerkliği, bir halkın ve bölgenin Türkiye bütünlüğü içindeki siyasal statü sorunu olarak koymak ve bu açıklıkla tartışmaktır. Türkiye’nin yönetsel yapısı ayrı bir konudur. Dört: Kürt kardeşlerimizle yolları birleştirmenin yolu, “özgürlük”, “eşitlik” ve “demokrasi” kavramlarının toplumsal/sınıfsal içeriğiyle ilgili ciddi bir tartışma yapmaktan, emek-sermaye mücadelesinde de ortak tutumlar almaktan geçiyor.
2009’dan bu yana yaşanan “açılım” ve “çözüm” gel-gitlerinden bu hamurun daha çok su kaldıracağını biliyoruz. Bu yüzden tartışmayı zamanından önce tüketmek yerine, gerçek dönüştürücü güçlerin kararlaştırıcı olacağı “zaman”a bırakmak, bugün ise bizi oraya taşıyacak güncel mücadele ve dayanışma görevlerini öne çıkarmak daha doğru olacaktır.
Bu “zaman” Erdoğan/AKP iktidarının iktidardan ve hegemon konumdan düşürüleceği zamandır. Bugünkü mücadelenin ana halkası tek adam devletine son vermektir.
*
Burada ele aldıklarımız da içinde, Türkiye toplumunun önündeki sınıfsal, siyasal, kültürel başlıkların halk çoğunluğunun özlem ve istekleri doğrultusundaki mücadelenin konusu, bir düzen değişikliği hedefi haline getirilmesi komünist-devrimci çekirdek ve odağın birleşik ve birleştirici gücüne bağlı görünüyor.
Öyleyse, strateji sorununu komünist odağın güç biriktirme stratejisi olarak da düşünmek gerekiyor.