Geçenlerde Yusuf Ziya Bahadınlı telefon etti. “Anadolu Aleviliği-Batınilik ve İslam Fanatizmi” kitabının yeni baskısını hazırlıyorum, dedi. Bu konuda kitapları olan bir yazarı yeni fark ettiğini ve o yazarın eserlerindeki verilerle kitabı zenginleştirmeye çalıştığını, bu yazarın telefonunu bulup bulamayacağımı sordu. Araştırayım, dedim. Bu yazarın facebook sayfalarında izini ararken, Pazarören Köy Enstitüsü mezunu Yusuf Ziya Bahadınlı’nın sönmeyen araştırma merakına ve yaşlanmayan heyecanına bir kere daha hayran oldum. Bu kuşak son nefesine kadar düşünceleri doğrultusunda yaşamaya ve mücadeleye devam ediyordu. İçlerinde inanılmaz bir yenileyici yaşama enerjisi vardı. Daha doğrusu, bilinçleri onları sürekli yenileyecek ve yorulmak bilmez işe koşacak bir inanç ve umutla donatıyordu.
Yazar Yusuf Ziya Bahadınlı, 9 Eylül 1927’de Yozgat’ın Bahadın köyünde doğdu. 35 kişilik bir ailede büyüdü. Otuzlu yıllar ve hemen arkasından İkinci Dünya Savaşı yılları köyde yoksulluğun daha da koyulaştığı bir dönemdi. Yazar, anılarında ilk kez “pantolon, ceket ve ayakkabıyı ortaokulda giydim.” diyerek yetişme koşullarının ipuçlarını verir.
Türkiye sağının önemli mekânlarından biri Orta Anadolu’da Kırşehir-Yozgat-Çankırı bölgesidir. Bu anlamda Türkiye’da hâlâ günümüzü de belirleyen gerilimlerin birçok göstergelerini bu coğrafya üzerinden okumak mümkün. Bu çevreye tarihsel ve sosyolojik bakışın verimli kaynaklarından biri Yusuf Ziya Bahadınlı’nın eserleridir. Bahadın, çevresi Sünnî köyleriyle kuşatılmış bir Alevî köyüydü. Alevî kültürü ve Alevîlere yönelik baskılar Yusuf Ziya Bahadınlı’nın yaşamında belirleyici bir rol oynadı.
Anılarında bu baskılara değinirken şöyle der: “Yozgat Ortaokulunda, arkadaşlarım, öğretmenlerden çoğu, sokaktaki insan sürekli beni aşağı gördü. Adım onlarca ‘Kızılbaş Çocuğu’ idi!” Yazarın özellikle ilk romanı Güllüceli Kâzım’da bu baskı ve horlanmanın boyutları gözler önüne serilir. Romanın kahramanı Kâzım, tıpkı yazar gibi, Alevî olarak doğmuş olması yüzünden önyargıların, yanlış anlaşılmaların, saldırıların hedefi olacaktır. Yazar, soyadını “Bahadınlı” olarak değiştirerek buna tepkisini, meydan okumasını dile getirmek istemiştir. Öyle Bir Aşk kitabında bu soyadı değiştirme girişiminin öyküsünü ve gerekçelerini ayrıntılarıyla anlatır.
Bruno şansı
Yusuf Ziya’nın yaşamında dönüm noktası oluşturan olay, Kayseri-Pazarören Köy Enstitüsü’ne yazılmasıdır. Enstitülerden yetişen birçok köy çocuğu gibi, o da hümanist kültürün kaynaklarıyla tanışma imkânı buldu. Enstitüde kütüphane kolu sorumlusuydu. Sabahattin Ali, Sait Faik, Nâzım Hikmet, Balzac, Stendhal, Gorki okuduğu ve etkilendiği yazarlardan bazılarıydı... “Emek” ve “sermaye”yi bu kitaplarla keşfetti. Köy Enstitülerinin amacının ve eğitim programının ötesine geçen insanlar yetişmesini de, bu okuma özgürlüğüne bağlayan yazar, anılarında bunu “Bruno şansı” olarak adlandırıyor. Giordino Bruno, Hıristiyan dininin dogmalarını sarsan düşüncelerinden ötürü yakılmıştı; bilgilendikçe egemen ideolojinin dışına çıkan ve bu yüzden baskıyla karşılaşan insanın simgesiydi. Köy Enstitülü yazarlar ve onlardan Yusuf Ziya da yakılmasa bile değişik baskı ve şiddet biçimleriyle karşılaşmıştı. Yusuf Ziya Bruno şansını çok iyi değerlendirdi, kitapları birinci raftan başlayarak sırayla okumaya girişti.
Mezun olduktan sonra köyünde üç yıl öğretmenlik yaptı. Kitaplardan öğrendiklerini hemen yaşama geçirmeye çalışan Yusuf Ziya on dokuz yaşındayken, köylüleri sosyalist bir tarım örgütlenmesi, “kolhoz” kurmak için ikna etmeye uğraştı. Bu çabası başarılı olamadıysa da, gençlik yıllarının güzel ve ders verici bir anısı olarak önemliydi; köylülerin durumunu değiştirmek için daha köklü değişikliklere ve bilgilere ihtiyaç vardı.
Uçaktan görülen orak-çekiç
Köy öğretmenliğinin sınırlarını gören Yusuf Ziya, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne gitmeye karar verdi, ancak enstitülere karşı gerici tepkilerin yoğunlaştığı bir dönemdi ve enstitüler kapatılmaya, etkisiz hale getirilmeye çalışılıyordu. Yüksek Köy Enstitüsü’nün sınavlarını kazandı, ama burası kapatılmıştı; nasıl kapatılmasın, binalar uçaktan bakıldığında orak-çekiç biçiminde görünüyordu, demek açık açık komünizm propagandası yapılıyordu. Öğrenciler Balıkesir Eğitim Enstitüsü’ne aktarıldı. Enstitülü öğrenciler buradaki öğretmenler ve yöneticiler tarafından pek iyi karşılanmadılar. Yusuf Ziya, burada çok zor koşullarda geçen iki yıllık eğitimin ardından, Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’ne geçti. İki yıl da orada okuduktan sonra, iki yıllık eğitim enstitüsünü zorunlu olarak üç değişik okulda ve dört yılda bitirdi.
Erzurum İspir’de ortaöğretimdeki ilk öğretmenliğini yaptı. Ardından sırasıyla Kars-Cılavuz Köy Enstitüsü, Konya-İvriz Öğretmen Okulu, Düzce Ortaokulu, Bakırköy Lisesi ve İstanbul Erkek Lisesi’nde görevlendirildi. 1958’de öğretmenlikten kesin olarak ayrıldı. Öğrendiklerini daha özgürce ve daha geniş kesimlere öğretmek için yayınevi kurarak kitaplar yayımlayacak ve başkalarını da Bruno şansına kavuşturacaktı.
Hür yayınevini kurarak yayıncılığa başladı. İlk yayımladığı kitaplar, alanında ilk örnekler olan Atasözleri ve Deyimler sözlükleriydi. Bunlar Yusuf Ziya’nın da ilk kitapları oldu. Hür yayınevinde gerçekçi yazarların çeviri kitaplarını yayımladı.
Kuruluşundan kısa süre sonra Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu. Partinin haftalık yayınında görev aldı. İlk öykü denemelerini burada yazdı. Bu çalışmalar daha sonra 1962 yılında İtin Olayım Ağam adıyla yayımladığı ilk öykü kitabını oluşturdu.
İlk romanı Güllüceli Kâzım, 1965’te yayımlandı. 1960’tan sonra “hür” kavramına daha çok sağcıların sahiplenmesi Yusuf Ziya’nın yayınevinin adını “Yeni Dünya” olarak değiştirmesine neden oldu.
Yusuf Ziya Bahadınlı mücadelesini yayıncı ve yazar olarak sürdürmekle yetinmedi, Türkiye İşçi Partisi’nde, Yozgat örgütünün kurulmasında görev üstlendi; hemen arkasından 1965 seçimlerinde aynı bölgeden milletvekili adayı oldu. Bunun zorlu, trajikomik öyküsü Öyle Bir Aşk kitabındadır. 1965 yazında, hemen bütün Yozgat köylerini, kiraladığı bir ciple ve yanında bir tek bu cipin şoförü olduğu halde gezmiş ve TİP’i anlatmıştır. TİP mucizesinin meclise soktuğu milletvekillerinden biri de odur. Mecliste içinden çıktığı köylülerin, işçilerin sesi olmak için var gücüyle çalıştı.
Gemileri Yakmak
Yusuf Ziya Bahadınlı yetmişlerin başında İlke ve Yeni Dünya dergilerini yayımladı. Yetmişlerin sonunda yurtdışına çıktı. Ülkenin koşulları ve 12 Eylül darbesi uzun süre dönüşünü engelledi.
Köylünün serüvenini 70’lerin koşullarında sorgulayan ve köye giren politik çelişkileri gündeme getiren Güllüce’yi Sel Aldı romanını yazdı. Bu romanında Güllüceli Kâzım’ın köylülerinin yeni durumunu ele alıyordu. Köye altmışların siyasi tartışmalarının gölgesi düşmüştü ve gençler TİP’in çekimine kapılmışlardı. Köylünün tek gözlük evininin bir köşesinde Hazreti Ali cenklerinin kitapları yanında Maksim Gorki’nin ve Aziz Nesin’in kitapları da yer bulmuştu. Yusuf Ziya, bu romandan sonra, Antep özgülünde işçi sınıfının örgütlenme ve mücadele sürecini işleyen Gemileri Yakmak romanını yazdı. Yayımlandığı dönemde geniş yankı yapan kitap, Cumhuriyetin kuruluş yıllarından başlayarak ülkede süren sınıf savaşımını tarih bilincinin ışığında usta bir kurguyla romanlaştırıyordu. Kitaba esin veren Kürt Reşit, faşist kurşunlarıyla öldürülen bir TİP militanıydı. Reşit’in çocukları Gemileri Yakmak romanındaki Memo’nun babalarına tam benzemediğini görünce bozulmuşlardı. Yazar ise gerçekle romanın aynı şey olmadığını anımsatarak kendini savundu. Yazar onu daha etkili kılmak için bozup yeniden kuruyordu. Gemileri Yakmak, yalnız Reşit veya Memo’nun romanı değil, Antep özgülünde, Kurtuluş Savaşından başlayarak verilen anti emperyalist ve anti kapitalist mücadelenin romanıydı.
Yusuf ziya Bahadınlı yurtdışı döneminde Açılın Kapılar, Devekuşu Rosa ve Lidya, Gözleri Yaprak Yeşili romanlarını yazdı. Öykü yazmayı da sürdüren yazar, bunları Haçça Büyüdü Hatiş Oldu, Geçeneğin Karanlığında, Titanik’te Dans kitaplarında yayımladı. Bunlardan yapılmış bir seçmeler kitabı ise Tavandaki Kırmızı adıyla 1999’da çıktı. Yusuf Ziya Bahadınlı’nın öykülerini, daha da genelleştirerek bütün yapıtlarını kucaklayan temel bir tavırdan söz edebiliriz; bu, bütün yaşadıklarına ve buluştuğu insanlara, giderek bütün insanlığa duyulan bir borçluluk, sorumluluk duygusudur. Bu nedenle yazar, üvey anası Evcili Ana’yı anlatmak zorundadır. Herkesin yitip gitmesini istediği, yaşamasını soluk alıp vermeye indirdiği bir insana karşı borcudur, onun öyküsünü yazmak. Ermeni kıyımından, ekin yığınlarına saklanarak kurtulmuş kız çocuğuna duyduğu insanlık borcunu Gâvur Kızı öyküsüyle dile getirir. Gemileri Yakmak, Güllüce’yi Sel Aldı, Öyle Bir Aşk kitapları bu sorumluluk duygusunun hiç eksilmediğinin belgeleridir.
Enstitülerde köylü çocukları kitap okuma ve düşünme olanağına kavuşmuşlardı, yani “Bruno şansı”na; ortaçağda bu şansın bedeli ateşlenen odun yığınları üzerinde yanarak ödeniyordu. Yirminci yüzyılda ve Türkiye’de ise, bu şansı elde edenlerden Ümit Kaftancıoğlu, bir sabah evinden çıkmış işe giderken sokağa pusu kuran faşistlerin kurşunlarıyla can vermişti. Bruno şanslı Yusuf Ziya, Meclis salonlarında dayak yemekten Çorum’da taşlanmaya, mahkemelerde yargılanmaktan uzun yıllar Avrupa’da sürgünlüğe uzanan bir dizi ağır bedel ödedi.
Köylünün köy edebiyatı
Öteki Köy Enstitülü yazarlarda olduğu gibi Yusuf Ziya’nın eserleri de, köy gerçekliğine aydınlanmış bir köylünün gözünden bakmaktadır. Bu yanıyla bu gerçekliğin içten bir tanıklığı ve savunusunu içermektedir. Yusuf Ziya’nın özgül yanı, bu tanıklığı Alevi bir köylünün gözünden, Alevi-Sünni ilişkisi, karşıtlığı ekseninde ortaya koymasıdır. Aynı zamanda, Yusuf Ziya’nın eserleri 30’lardaki ulus inşası süreçlerinin köydeki yansımasını araştırmak için verimli bir kaynak niteliğindedir. Köy Enstitülerinin kuruluşu ve etkinliği Cumhuriyetin ulus inşası araçlarından biri ve belki de en önemlisidir. Çünkü toplumun en durağan, cemaat yapısında, yerel kabuğunda yaşayan sınıfını, köylüyü eğitmek, ulusal bilinçte ortaklaştırmak, değiştirmek için geliştirilmiş bir girişimdir. Kısa sürede buradan yetişen köylü çocukları, toplumun bütünüyle bağlar kurdukları gibi, evrensel bir bilinçle öğretmenliğe başladıkları köyleri de toplumsal yapıya bağlayacak düşüncelerin öğreticisi olmuşlardır.
Enstitü deneyimi, Yakup Kadri’nin Yaban’da ortaya koyduğu sorunsalı, köyün içinden çıkan, dolayısıyla da “yaban” olmayan aydınlarla aşmaya çalışacaktır. Buradan yetişen yazarlar kuşağı, köyü ve köylüyü şehirlinin gözüyle değil, köylünün gözüyle ortaya koymuşlardır. Bu tanıklığın edebi olduğu kadar sosyolojik değeri de göz önünde bulundurulmalıdır.
Yusuf Ziya Alevilik-Sünnilik bilinç ve kültürünün Yozgat-Bahadın yerelliğinde araştırılması için zengin veriler sağladığı gibi, Güllüceyi Sel Aldı romanında bir köyün belediyeleşmesi ve belediye seçimleri aracılığıyla politikleşmesini sergilerken, ülke bütününe ve tarihine açılmaktadır. Coğrafya ve tarih iç içe genişlemektedir. Bu bilincin kurduğu imgelemde Alevilik-Sünnilik çatışması eleştirel bir zenginlik içinde yansıtılmıştır.
Köyden sürülen köylünün öyküsü
Yazarın öykülerinin bütününe baktığımızda belli bir dönemin insanını değişim içinde anlatma çabasını görürüz. Dönemin tipik gelişmesi, özellikle, 50’lerin başından itibaren hızlanan, köylerin şehirlere akışıdır. Bacım öyküsü, göçün köylüdeki etkisini sorgular. “İş bulduk şehirde. Enişten çok para kazanıyor, amelelik ediyor yapılarda.” (İtin Olayım Ağam, s. 24-25) Şehirleşmenin köylü açısından ilk anlamlarından biri şöyledir: “Daha önce hiç yapmadığın şeyleri yapacaksın, tatmadığın zevkleri tadacaksın. ‘Sabahları çay içeceksin, aynı şehirliler gibi. Radyo dinliyeceksin, gazete okuyacaksın...’” (s. 25)
Enstitülerin temel dayanağı, “köylüyü köyde tutma ve okumuş köylüyle köyü canlandırma” politikası, kapitalizmin yeni ihtiyaçlarıyla bir kenara atılmış ve köylü şehre, şehirli gibi yaşama vaadiyle ucuz işgücü ve tüketici olmak üzere sürülmüştür. Kısa bir tanışma ve yerleşme süreci sonunda köylü şehirdeki yerini sorgular. “Niye bir göz oda yetmiyor şimdi? Niye çevrendekilerden utanır oldun? Yemeleri başka, içmeleri başka? Giyinişleri, konuşmaları, düşünceleri başka değil mi? Aranızda karlı dağlar var. Gün ortasında karanlıkta gibisin. Hekimi öğrendin, gidemiyorsun; sinemayı öğrendin, gidemiyorsun; yemesini, giymesini öğrendin, bulamıyorsun. Aradan yıllar geçti. Düşünden sıyrıldın. Çevreni, insanları görür oldun. İşin en kötüsü (!) kendini gördün. İşte o zaman ağlamağa başladın.” (s. 25-26) Şehrin çelişkileri köylüye yeni bir eşik atlatmıştır.
Yazarın Öyle Bir Aşk kitabındaki anılardan, köy enstitüsünün, çocuklara köylü ve şehirli arasındaki çelişkiyi abartarak sunduğunu biliyoruz. Şehre yerleşen ve günümüzde artık bir şehirli olan köylü, toplumun daha temelli çelişkileriyle yüz yüze gelecektir.
Daha şehri bütünüyle sindirmeden köylünün Almanya göçü başladı. Arasında tarihsel gelişme farkları bulunan üç değişik toplumsal ortamı tek kuşakta yaşamak zorunda kalan bir köylü gerçeği çıktı ortaya: Köy, ülkenin büyük şehri ve Avrupa’nın sanayileşmiş şehri; her üçünü de kopuk kopuk yaşayan bir insan tipi... Yusuf Ziya’nın içinde yaşadığı gerçeğe sıkı sıkıya ve sorumlulukla bağlı öykücülüğü bu tipin gelişmesini, kırılmasını, sarsılmasını kitaplara taşıdı.
Haçça Büyüdü Hatiş oldu, köyden Almanya’ya göçmek zorunda kalan bir ailenin yaşadığı kültür çatışmalarını sergiler. Öykü on yıl sonra köyüne dönen Haydar’ın ilkokul çağında köyü terk eden ve bir genç kız olarak geri dönen kızı Hatice ile çatışmaları ekseninde bu değişimin acılı ve komik yönlerine dikkat çeker. Haydar bile on yıllık aradan sonra köyünü yadırgayacaktır.
Yazar da bu göçün sürüklediği taşlardan biridir; ama onun deneyimi, edilgin biçimde sürüklenip çakıla dönüşmek yerine, yaşananları sorgulayarak edebi imgelere dönüştürmeye ve insanlara anlatmaya kaynak yaratır.
Bahadınlı olmak
Bahadınlı olmanın belirleyici nitelik olduğu bir edebiyat yapıtı var karşımızda. Yazar soyadını seçerken, yaşamının en belirleyici işini, yazarlığını da anlamlandıran bir bağı ortaya seriyor. Peki, neden Bahadınlı olmak bu kadar belirleyici? Anadolu’nun ismi bilinmedik binlerce köyü içinde adını duyurmak için bu köyün hangi özellikleri var? Bunu Güllüceli Kâzım’da araştırabiliriz.
Güllüce, Bahadın köyünün bir yöresinin adıdır. Yazarın ilk iki kitabında Bahadın’ın karşılığı olarak kullanılmıştır. Burada anlatılan köyle, anılarda, Öyle Bir Aşk’ta okuduğumuz köy, doğal ve kültürel özellikleriyle aynı köydür. Bu köy, otuzlardan itibaren neler yaşadı, hangi korkuların içinde debelendi, Alevî olmanın kuşatılmışlığı içinde nerede çıkış yolu aradı; Kâzım’ın öyküsünü okurken bu soruların cevabını da buluruz. Güllüceli Kâzım, romanın ana kişisi kadar bir köyün öyküsüdür. Bahadınlı Yusuf Ziya, kendi yaşamından fazlasıyla izler taşıyan Güllüceli Kâzım’da köyünü romanın baş köşesine yerleştirir. Bir kişinin yaşamı, bir köyün yaşamıyla, bir kültürün, Alevîliğin anlatımıyla iç içe kurgulanır. Daha sonra, yazarın, bu köyü Güllüce’yi Sel Aldı romanında, Türkiye politikasına bağladığını görürüz. Güllüceli Kâzım bir coğrafya çalışması yapar; toplumsal ve tarihsel topografyayı araştırır; bunun üzerinde verilecek politik savaşımların zeminini belirler. İkinci kitapta ise, Bu coğrafyayı ülke toprağına bağlayan geniş bir perspektif vardır. Güllüce ile Ankara arasında politik bir bağ kurulmuştur. TİP’in ülke toprağında yaptığı sarsıntı Güllüce’ye kadar ulaşmıştır.
Yazar ilk romanında bir köy sınırları dışına fazla çıkmadan, bir süre eğitim için büyük şehre gitmek zorunda kalan baş kişisi aracılığıyla, Alevî bir Anadolu köyünün otuzlardan ellilere uzanan bir dönemde tipik bir imgesini oluşturur. Bahadın’ın belirleyici özelliği Sünnî köylerle çevrelenmiş bir Alevî köyü olmasıdır. Alevîliğin yasaklı olduğu koşullarda, köyün hissettiği belirgin Sünnî korkusu yazarın yetişme koşullarında belirleyici olmuştur. Kâzım’dan şunları okuyoruz: “Değirmene gidiyordum bir gün. Önümde eşek, sırtında bir çuval buğday. Tek bir şey düşünüyordum, ‘Alevileri keseceklermiş!’ Bir arkadaşım söylemişti. Ona da bir başkası mı söylemişti ya da o da benim gibi durmadan düşündüğü için öyle mi sanıyordu, bilmiyorum. Nereye saklanırdım? Ben duymuştum, kendimce bir çözüm yolu arıyordum. Ya duymayanlar! Uzunca bir kâğıda: “Alevileri kesecekler”, diye yazdım iri harflerle. Kâğıdı yolun ortasına uzattım. Yel atmasın diye iki ucuna iki iri taş koydum. Dönerken kâğıt yerinde yoktu. Önce çok sevindim, görevimi yapmıştım. Nice sonra aklıma geldi. Kâğıdı alan ya Alevi değilse!...” (Güllüceli Kâzım, s. 55) Bahadın’ın, Yusuf Ziya’nın eserlerine bu kadar etkili bir biçimde yerleşmesini böylesi bir kuşatılmışlığın yazarın yetişme yıllarındaki derin izlerine bağlayabiliriz.
Hepimizin toplumsal kaderinde doğduğumuz yer belirleyicidir kuşkusuz, ama herkes bu ilişkiyi edebi bir yapıta dönüştüremez. Yusuf Ziya bu ilişkiyi romanları ve hikâyelerinde özgül nitelikleriyle ortaya koyuyor.
Romanı yazılan şanslı köylüler
Bahadın yerel yönetim deneyi başlangıcından itibaren Güllüceyi Sel Aldı romanına konu olmuştur. Bu romanın belgelediği Altmışlar köy gerçeğiyle bugünün Bahadın gerçeği çok değişmiştir. Haydar’lar artık Almanya’da emekli olmuşlar ve köylerine betonarme evler yapmışlardır. İkinci ve üçüncü kuşaklar Hatiş’ler yaz aylarında tatillerini geçirmeye köye dönmektedirler ama bu köyün tüketim alışkanlıkları da giderek yaşardıkları kentlere benzemiştir. Artık sütü, yoğurdu ve suyu marketten almaktadırlar.
Yusuf Ziya’nın eserleri Aleviliğin kültürel yapısı, politik bağlamı, Sünniliğin bu politikaya yaklaşımı, 60’lar, 70’ler Türkiye’sinde politik saflaşmanın bu temeldeki dışavurumları açısından zengin veriler sunmaktadır.
Yazarın eserleri Türkiye’nin 30’lardan 90’lara değişim sürecini köyden başlatarak, şehre, ardından Avrupa’ya açan bir çerçevede izlemektedir. Bu değişim sürecinde belirleyici iki önemli kuruluş ve hareketin içten tanıklığını barındırmaktadır: Köy Enstitüleri ve Türkiye İşçi Partisi. Bu değişime politik bir iradecilikle katılan Yusuf Ziya, yayıncılığıyla kültürel altyapısına da katkıda bulunmuştur.
Yusuf Ziya Ağabeyle yazları birkaç günlüğüne Bahadın’a gideriz. Orda kültürü ve yaşamı edebiyata taşınmış, kişilikleri, tipik özellikleri romanlarda, hikâyelerde çizilmiş, okuduklarımla uzun bir süredir çok iyi tanıdığım şanslı insanlarla buluşur, sohbet ederim. Yaşama eleştirel ilgisini ve heyecanını hiç yitirmeyen Yusuf Ziya ise, Türkiye’nin tarihselliği ve toplumsallığının kahvelerde boş boş okey oynayan edilgin, vurdumduymaz insanlara dönüştürdüğü köylülerine kızgınlığını söylenerek dışavurur. Yedi sekiz yıl önce inşa ettirdiği Yusuf Ziya Bahadınlı Kültür Merkezi’nin balkonundan köyüne eleştirel bakışlar atmayı daha çok sever. Anlarım ki, Yusuf Ziya köylüleriyle de gemileri yakmak ister. Ama bunu yapamaz. Yapamadığına, yıllar sonra köyüne inşa ettiği, balkonundan baktığı şu kültür merkezi kanıttır…