Sosyalizmin iktidar mücadelesi dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye'de de yurtsever bir mücadeledir.
Yurtseverlik, işçi sınıfı iktidarını kurmak istediğin topraklarla kurduğun aidiyet ilişkisidir. O toprakların geçmişine ve geleceğine sahip çıkma güdüsüdür. Bu güdüye sahip olmayan herhangi bir aktörün, ülkenin kaderini tayin edecek bir tarihsel rol oynaması mümkün olamaz.
Yurtseverlik kavramı ve yurtsever mücadele, kaçınılmaz olarak, emperyalizm çağının ona yüklediği kodları fazlasıyla barındırıyor.
Uluslararası sermayenin, emperyalist ülke ve kurumların hedefindeki coğrafyalarda halkların kendi yurtlarını savunmaları, bu savunu sırasında söz konusu kurum ve ülkelere karşı söylem ve eylemlerin sivrilmesi yurtseverlik mücadelesinin bugüne kadarki temel seyrini oluşturdu.
Örneğin Türkiye'de yurtsever mücadele, Kurtuluş Savaşı dönemi dışında, kimi istisnaları olmakla birlikte genel olarak ABD karşıtı bir çerçevede ilerledi. Enerji kaynakları, kıtalar arası bağlantı vb. bakımından oldukça değerli bir bölgede bulunan, uzun yıllar Sovyetler Birliği ile komşuluk yapmış Türkiye'deki devrim mücadelesinin doğal olarak ABD'yle derdi var. Dahası, Türkiye'nin fikir dünyasına son birkaç yüz yılda geri kalmışlığın, Batı'yla ilişkilerin yarattığı bağımlılığın damga vurmuş olması, Cumhuriyet'in kuruluşunun bir Kurtuluş Savaşı'na yaslanması, sosyalizmin toplumsallaştığı dönemlerde anti-emperyalist tavrın da belirginleşmesi, milliyetçiliğin suniliği gibi veriler de düşünüldüğünde yurtseverliğin Türkiye devrimine katkısı olduğu/olacağı açık.
Yurtseverliğin emperyalizm çağıyla ilişkili olduğunu söyledik.
Ama güncel tespitlerimiz de var ve devrim mücadelesiyle yurtseverlik arasındaki ilişkilerin somut durumda yeniden ele alınmasını gerektirecek kadar önemliler.
Birincisi; emperyalist-kapitalist sistemin dünya genelindeki bunalımı...
Bu bunalım, doğalında, emperyalist hiyerarşiyi, emperyalist aktörlerin etkili müdahalelerini zorluyor. Ezberler değişiyor, Türkiye'nin göbeğinde olduğu bölgede, ABD oyun kurmakta zorlanıyor.
Karşınızda yaptıkları ve yapacaklarıyla açık bir hedef varsa, işiniz rahat.
Kurtuluş Savaşı dönemi böyleydi.
Soğuk Savaş dönemi, hele Vietnam Savaşı dönemi düşünüldüğünde, böyleydi.
Avrupa Birliği'nin yıldızlarının parladığı dönem böyleydi.
Irak ve Afganistan işgalleri böyleydi. Ya şimdi?
İçinde bulunduğumuz dönemi en fazla 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başıyla mukayese etmek mümkün.
Üzerinde güneş batmayan imparatorluğun tahtının sallandığı, yeni emperyalist güçlerin devreye girdiği, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin yoğunlaştığı, yerel çatışmaların arttığı bir dönem olarak özellikle 20. yüzyılın birinci çeyreği çok şey anlatıyor.
Ve Lenin bu döneme "Emperyalizm" kitabıyla giriyor. Kitap analiz kolaylığı veriyor, mücadele ölçeğini ortaya koyuyor, emperyalizmden bağımsızlığı sağlıyor ama dönem gereği emperyalizmi, "her şeye gücü yeten bir üst akıl" olarak görmeme ve bir siyaset serbestisi kazanma hakkını da veriyor komünistlere... Bunu da Lenin'in pratiğinde görmek mümkün.
Öyleyse, Lenin sonrası dünyanın yerleşik kodları üzerine bir kere daha düşünme zamanı gelmiştir. Bir kez daha, Lenin’in Emperyalizm kitabını yazdığı dönemin koşullarına benzer bir sürece giriliyorsa, devrimci mücadelenin emperyalizm faktörüyle ilişkisi de yeniden gözden geçirilmelidir.
Ve ikinci tespit: Türkiye sermaye sınıfı ve onun bir numaralı temsilcisi, var olan bu bunalımlı ortamı, kendi nüfuz alanını genişletmek, emperyalistlerle ilişkilerini savaşkan bir karakterle yeniden güçlendirme, yeni bağımlılık ilişkileri kurma politikası izliyor.
Türkiye'de AKP rejimi bir boşluğa oynuyor. Yeni konsepti "yurtta savaş, dünyada savaş olarak" belirliyor ve bölgesel yayılmacı hedeflerin baş aktörlerinden biri olmak istiyor.
Suriye’de alınmaya çalışılan misyon, Rus uçağını düşürülmesi, Kürtlerle savaş, IŞİD’e kalkan olmak, mülteciler sorununu AB ile ilişkilerde koz olarak kullanmak, İsrail’le yakınlaşma, İncirlik’in Almanya ve Fransa’ya açılması…
Uluslararası büyük güçlerin ülkenizi, ülkenizin kaynaklarını sömürdüğü, sizin de buna direndiğiniz bir manzaradan ziyade, kendi sermaye sınıfınızın da bölgesel yıkımın aktörü olduğu, yayılmacı ve savaşkan bir karakteri ürettiği bir durumda yurtsever mücadelenin yeni kodlara sahip olması kaçınılmaz hale geliyor.
Yurtsever mücadelenin odak noktasının; Türk, Kürt ve Arap halklarının kendi topraklarına, kendi topraklarının zenginliklerine ve kaynaklarına sahip çıkacak, uluslararası sermayenin müdahalesine karşı bariyer oluşturacak bir mücadele çizgisine çekilmesi gerekiyor.
Bölgenin ve ülkemizin, kan ve şiddetle dolu tarihinin iki sorumlusu varsa, bunların emperyalist güçler ve dinsel gericilik olduğu açık. Önerdiğim çizgi, bu iki olguya karşı netlik ve bu netlik üzerinden örülmüş bir emekçi aydınlanması ve yurtseverliğinin örülmesi anlamına geliyor.
Bölgede akan kandan emperyalizmin sorumlu olduğunu teşhir etmek; emperyalist müdahalenin bölge insanına daha fazla yıkım, daha fazla bağımlılık ve daha fazla gericileşme dışında bir getirisi olmadığını tekrar ve tekrar anlatmamız gerekiyor. Bundan sonra da her türlü dış müdahale, yıkım, bağımlılık ve gericilik dalgasına bir yenisini ekleyecek. İşte bu nedenle, kendi bölgesini, ülkesini, toprağını, halkını, zenginliklerini koruyan, Türk, Kürt, Arap halklarının yaşadığı bu coğrafyayı tanımayı, geliştirmeyi ve savunmayı görev bilen bir anlayış öneriyorum yurtsever mücadelemize...
Bu çizgi, emperyalist ilişkilerin çatallandığı ve kaotik bir hale geldiği bir dönemde her sabah yeni bir Amerikancı vb. aramak ve bir sonraki gün rezil olmak yerine, daha tutarlı ve sadeleştirici bir söylem anlamına geliyor.
Çok karmaşık bir şeyden bahsetmiyorum.
Açık konuşalım…
Kendi memleketinin gerçek sorunlarından uzaklaşan; ülkesinin sanayisinden, tarımından, kıyısından, denizinden, akarsuyundan, tohumundan, hayvanından bihaber, üç-beş köşe yazarı okuyup ABD şunları yapacak, üst akıl şuna karar verdi diye uyduruk analizler attıran, bunu da yurtseverlik/antiemperyalizm diye pazarlamaya çalışan bir kadro profili artık miadını doldurmuştur.
Bize ülkesinin, halkının sorunlarından beslenen, onlara yanıtlar üretmeye çalışan, direniş ve dayanışmayı gerçekleri tanıyarak, bilerek örgütleyen bir yurtseverlik gerek…