Yunanistan’da seçim sonrası ve sol

Pazar günü yapılacak Yunanistan seçimlerinden birinci parti olarak çıkması beklenen Syriza’nın (Radika Sol Koalisyon) seçimlerden sonra hükümette yer alması durumunda nasıl adımlar atacağı az çok netlik kazandı. Parti temsilcileri birçok platformda bir ‘Avrupa borç konferansı’ düzenlenmesi için çaba harcayacaklarını, bu konferansla birlikte yalnızca borçların yeniden yapılandırılmayacağını, aynı zamanda Avrupa çapında yüksek büyüme oranlarına yeniden ulaşılabileceğini ve kemer sıkma politikalarına gerek kalmayacağını ifade etti.

Syriza’ya nasıl yaklaşılması gerektiği üzerine İleri Haber’de daha önce Erkin Özalp bir köşe yazısı yazdı, Doruk Cengiz ise partinin iktisat programını ele alan kapsamlı bir değerlendirme kaleme aldı. Bu nedenle bu konuları burada tekrar ele almayıp, daha çok Syriza’nın açıkladığı adımların olası sonuçlarına dair bazı değerlendirmeler yapmak istiyorum.

Öncelikle Syriza’nın Avrupa’da sermaye iktidarlarıyla uzlaşma çağrısına Alman burjuvazisinin hemen “tamam” diyerek masaya oturmasını kimse beklemiyor. Borçlar ve bütçe açığı konularında bazı tavizler verebilecek durumda olsa bile, Alman devletinin masaya güçlü oturabilmek ve Yunanistan işçi sınıfın mücadele azmini düşürmek adına süreci uzatabileceği öngörülüyor.

Öte yandan, bilindiği gibi Syriza bu konferans için Alman devletine “1953’te nasıl Almanya’nın borçları bir konferansla yeniden yapılandırıldıysa, sıra şimdi Yunanistan’da” tezini öne sürdü. Ancak bu benzetenin günümüzle karşılaştırılabilir bir yanı bulunmuyor. 1953 konferansında, kapitalizmin “altın çağı” olarak adlandırılan, tarihin en yüksek büyüme oranlarının yakalandığı ve reel sosyalizm ile en yoğun rekabet koşullarının olduğu bir dönemde bir emperyalist devletin yeniden ayağa kaldırılması söz konusuydu. Bugün ise her açıdan tam tersi koşulların bulunduğunu görmek zor değil.

Bir diğer dikkat çekici nokta da, Syriza ile AB arasındaki pazarlıklarda Yunanistan’ın faşist partisi Altın Şafak’ın önemli bir rol oynayacak olması; çünkü bütün taraflar faşizmi bir tehdit unsuru olarak masaya sürme hazırlığında. Bilindiği gibi Alman ve Yunanistan burjuvazisi işçi sınıfı üzerinde bir tehdit olarak bu hareketin güçlenmesi ve devlet içinde mevziler kazanması için ne gerekiyorsa yaptı. Öte yandan Syriza’nın yaptığı açıklamalarda da, örneğin parti lideri Alexis Çipras’ın dün Financial Times’da yazdığı yazıda “Biz başaramazsak aşırı sağ gelecek” tezine rastlamak mümkün. Bu anlamda Almanya ve Yunanistan burjuvazisi ile uzlaşma arayışının tek alternatifinin faşizm olduğu tezinin kabul görmesi için bütün taraflar çaba harcıyor.

Burası önemli bir nokta, çünkü Syriza’nın önerdiği gibi bütün Avrupa çapında veya sınırlı bir kapsamda bir anlaşma sağlanırsa, bunun işçi sınıfı ve sol üzerinde büyük etkisi olacağı açık. Öncelikle Syriza’nın süreci Yunanistan’dan çıkararak bütün Avrupa’ya yayma çağrısı gerçekten dikkat çekici. Pazarlığı küçük ölçekli Yunanistan’dan çıkararak krizlerle boğuşan bütün Güney Avrupa hattına yaymaya çalışan Syriza, böylece pazarlıkta elini güçlendirmek istiyor. Bir Avrupa konferansının gerçekleşmesi ve buradan bir uzlaşma ve anlaşmayla çıkılması durumda bunun bütün dünya üzerinde büyük bir etkisi olacağı açık.

Sonuç olarak varılan noktada, yoksulluk dayatılan işçi sınıfının karşısına bir kez daha sermaye ile uzlaşma veya faşizm tehdidi ikilemi çıkarılmış durumda. Burada sınıf uzlaşmacılığını eleştirirken kast ettiğim şey, burjuvazinin verdiği hiçbir tavizi kabul etmemek anlamına gelmiyor kuşkusuz. Bir grev sonucunda patronlara geri adım attırıldığında ve talepler elde edildiğinde masaya oturulabilir ve bir anlaşma sağlanabilir. Sosyalist devrimcilik örneğin grevlerin hiç bitmemesi ve devrime kadar sürmesini savunmak demek değil kuşkusuz. Bu somutlukta ele alındığında, devrimci duruma kadar somut pratikte “uzlaşma” kaçırılmazdır.

Burada eleştirdiğim uzlaşma işçi sınıfının tarihsel ve siyasal çıkarlarıyla ilgilidir. Yunanistan örneğinde işçi sınıfına önerilen şey, asgari ücrette bir düzeltme ve işsizlikte bir düzeyde azalma karşılığında özelleştirme, Avrupa Birliği ve Avro bölgesi dayatmalarına karşı mücadele etmeyi bırakmasıdır. Syriza zaten masaya bu taleplerle oturacağını söylemiştir ve varılacak sonucun bundan bile daha kötü olma ihtimali yüksektir. Diğer boyut ise varılan uzlaşmada kapitalist sisteme karşı tavır alan ve sosyalizmi talep eden bir mücadele hattının ortadan kaldırılmasıdır.

Kamulaştırma ve bağımsızlık mücadelesinden vaz geçilmesi ve sosyalizm hedefinin bir kenara bırakılması durumunda sınırlı kazanımların da kısa ömürlü olacağını yakın tarih defalarca kez gösterdi. Dolayısıyla Syriza’nın önerdiği uzlaşma işçi sınıfı açısından kabul edilebilir değil.

Bununla birlikte Yunanistan işçi sınıfının çoğunluğunun Syriza’nın uzlaşma çağrısının arkasında durmakta olduğu görülmektedir. Yukarıda değindiğim gibi, böyle bir uzlaşmanın, özellikle de bütün Avrupa ölçeğinde gerçekleşmesi halinde, bütün dünya solu üzerinde büyük etkileri olan bir sınıf uzlaşmacılığı dalgasına neden olacağı görülmektedir. Bu dalga sosyalizmin güncelliğinin ortadan kalktığı algısın oluşmasına, özelleştirmeye karşı kamulaştırma talebinin geriye çekilmesine ve kapitalist düzenin sorgulanmasına büyük oranda son verilmesine neden olabilir.

Bu dalga karşısında kararlı bir duruş için en önemli güç kuşkusuz komünistlerdir. Ancak “faşizm” tehdidi komünistlerin bu konuda atacağı her adımda gündeme getirilmektedir ve Alman devletinin resmi söyleminde olan “faşizme de komünizme de hayır” yaklaşımı Yunanistan’da komünistlere karşı bir silah olarak kullanılmaktadır. Uzlaşmaya itiraz eden komünistlere, faşizmin gelmesine destek oldukları yönünde suçlama yöneltilmektedir.

Bu zor durum karşısında komünist partilerin geriye çekilerek, ilkesel/ideolojik bir tutumla yetinerek ve dalganın geçmesini bekleyerek bu dönemi geçirmesi gerektiğini savunan bir yaklaşım var. Ancak bu yaklaşım, yukarıda bahsettiğim, gelmekte olan dalganın gücünü küçümsemektedir. Bu dalga karşısında ilkesel/ideolojik düzlemin korunakları yetmeyecektir.

Geçmişte benzer bir öyküyü yaşadık. Sosyalizmin 80’ler ve 90’lardaki siyasi yenilgisi sonucunda sosyalist ideoloji büyük yara almış ve liberal saldırı karşısında korunmayı başaramamıştı. Bugün de bütün zorluklarına karşın dayatılan ikilem karşısında siyasi bir mücadele hattının yükseltilmesi gerekiyor ve ideolojinin güvenli sığınaklarına saklanmak bir çare oluşturmuyor.

Bu noktada Yunanistan Komünist Partisi (KKE) ile ilgili bazı değerlendirmelere yer vererek yazımı bitirmek istiyorum. Sosyalizme giden yol kuşkusuz doğrusal değil ve bu yol geriye gidişler veya sıçramalarla dolu. Bu nedenle son seçimlerde KKE’nin oylarının azalması mutlaka bir başarısızlığın göstergesi olarak yorumlanmak zorunda değil. Bu durum bazı açılardan kaçınılmaz sayılabilecek bir sürecin de sonucu olabilir. Biz bu ikisinden hangisinin gerçekleştiğine dair kesin yargılarda bulunabilecek bir konumda değiliz.

Sonuç olarak Yunanlı komünistler bu hafta sonu yapılacak seçimlerin sonuçlarından bağımsız olarak Syriza’ya kaybettikleri mevzileri ilerleyen süreçte geri kazanabilir ve yukarıda bahsettiğim dalgaya karşı en etkili güç haline gelebilir. Bunun için gerekli en önemli şey, siyaset yapma iradesi ve kararlılığından vaz geçmemektir. KKE’ye seçimlerde başarılar diliyorum.