Yüksel Aksu'nun söylemleri Sinan Çetin'inkilere mi benzemeye başladı?

Türkiye popüler sinemasının dikkate değer yönetmenlerinden Yüksel Aksu’nun hafta başında 53’üncü Antalya Uluslararası Film Festivali kapsamında düzenlenen “Sinema sinemadır, sadece arthouse değil” başlıklı söyleşisi İleri Haber dahil medyada genişçe yer buldu. Aksu’nun gerçekten de dikkat çekilmesi, üzerinde durulması gereken kimi konuları bazı genel geçer doğrular ve hatta bir takım içi boş ezberlerle içiçe geçmiş halde sunduğu anlaşılan konuşması aslında bu yönüyle Türkiye’de yaygın bir tarzın tipik bir örneği.

Aksu’nun “sinema sanatı sadece festival filmleri olarak anılan kategoriye ya da bağlama sığmayacak kadar geniştir" ifadesi ve devamındaki pek çok benzer ifadeleri aksini kimsenin iddia etmediği genel geçer doğrular. Örneğin SİYAD üyeleri Türkiye’de 2015’in en iyi yabancı filmi olarak bir “festival filmini” değil Mad Max: Fury Road’u seçmişti! Peki yabancı sinemaya dair bu geniş ufuklu bakış acaba yerli sinemaya gelince mi kaybediliyor diye itiraz edilebilir. Yanıtım ise sanki Türkiye sineması kendi Mad Max: Fury Road’unu çıkardı da görmezden mi gelindi olur. Sorun, bir yönüyle, Türkiye’de popüler sinemanın hepimizin arzu ettiği nitelikte ürünler ortaya koyamaması (diğer bir yönüyle de, nitelikli yerli popüler sinema ürünlerinin dahi gişede pek karşılık bulamaması –konunun bu yönüne aşağıda ayrıca değineceğim). Aslında besbelli Aksu da –hemen hemen herkes gibi- Türkiye’de izleyiciyle buluşacak nitelikli sinema ürünlerinin yokluğundan/azlığından dert yanıp bir çare, bir çıkış arayışı fişeklemek istiyor ama bu durumun müsebbibi olarak yanlış yerleri işaret ediyor, hatta daha kötüsü yanlış yerleri suçluyor.

Türkiye’de festivallerin eleştirilecek, eleştirilmesi gereken çok ama çok yönü var fakat Türkiye’de sinemanın bu halinin sorumlusunun veya en önemli sorumlularından birinin festivaller olduğu iddiası gerçekliğe denk düşmeyen bir iddia. Basına yansıdığı kadarıyla Aksu’nun da tam olarak böyle büyük bir iddiada bulunup bulunmadığını söylemek zor, önce spesifik olarak festivallerin gişe filmlerine kapılarını kapalı tuttuğunu ve bunun yanlış olduğunu dile getiriyor. Sonra da bir filmin Türkiye’deki festivallerde ödül almış olmasının seyirciler nezdinde olumsuz bir gösterge olarak işlediği şeklindeki çok bilinen ezberi yineliyor. İstediğiniz kadar falanca arkadaşım da bana öyle söyledi diye anektodal örnekler getirin, festivalde ödül almış filmlerin seyirciden az ilgi görmesinin sebebinin bu filmlerin festivallerde ödül almış olması olduğu iddiası kuşlar geçti yağmur yağdı, yağmurun sebebi kuşların geçmesidir iddiası kadar ciddiye alınması gereken bir iddiadır. X filmi ödül almış ben ona gitmem diyen kişi aynı X filmi ödül almamış olsa o X filmine gidecek midir ki sanki? Ödül alan filmler izleyiciden az ilgi görüyor ama izleyiciden az ilgi gören filmler ödül alan filmlerden mi ibaret?

Bu absürdlüğün dışına çıkıp ödül almış olmanın, hatta festivalde gösterilmiş olmanın ötesinde festival filmi diye bellenmiş kalıplara yakın olmanın da sorunun kaynağı olup olmadığını kısaca irdeleyelim. Geçtiğimiz yıl yerli sinema içinden iki örneği ele alalım: Takım: Mahalle Aşkına ve Limonata. Her ikisi de herhangi bir festival ödülüne sahip olmamanın yanısıra “festival filmi” diye bellenmiş kalıplara son derece uzak, öyle “minimalizmle”, “sigara içerek uzaklara bakıp duran adamlarla” uzaktan yakından ilgisi olmayan, son derece eli yüzü düzgün çalışmalardı. Ama her ikisi de gişede çöktüler. Üstelik nispeten yaygın gösterime girmelerine karşın, hatta salon başına çektikleri izleyici oranları ödüllü festival filmlerininkinden bile azdı.

Bugün Türkiye’de nitelikli diyebileceğimiz ürünlere seyircinin ilgisinin çok az olmasının, popüler sinemamızdan da seyircileri sürükleyecek ve malum formüllerin dışında, kalburüstü ürünlerin çıkmamasının ya da çok az çıkmasının sebepleri olarak “olağan şüphelileri” günah keçisi haline getirmek kafamızı kuma gömmekten öteye yaramaz. Gerçek şu ki, son yıllarda Türkiye’de televizyon dizilerinde ve benzeri mecralarda tutulmuş popüler isimlerin, simaların yeraldığı filmler rağbet görmekte (kaldı ki bu rağbetin  de artık azalmakta olabileceğine dair emareler var, bu noktaya yıl sonu değerlendirmemde eğilmeyi planlıyorum) ve bunlar dışındaki filmler nitelikleri ne olursa olsun nitelikleri uyarınca hak ettikleri ölçüde rağbet görmemekte; bu arada Yüksel Aksu imzalı İftarlık Gazoz’un da bu yıl bir milyonu aşan izleyiciye ulaşabilen şu ana dek yedi yerli filmden biri olabilmesinde Cem Yılmaz’ın bu filmdeki varlığının belirleyici payı var. Bu demek değil ki (popüler isimler içinde en takdir edilesi isimlerin başında gelen Cem Yılmaz olmazsa!) havlu atalım. Ancak kolay ve sihirli reçeteler yok. Bir yandan mutlak rakamlarda değil ama salon başına izleyici çekebilmede dikkate değer bir başarı göstermiş olan İtirazım Var (2014) üzerinde tefekkür etmenin faydası olabilir örneğin, diğer yandan ise tanıtım sürecine sübvansiyonlar getirilmesi gibi yapısal reformlar formüle etmek üzerinde durmak gerek (bu arada bağımsız sinemacılarımız da tanıtım konusunda biraz daha akılcı davranmalı; örneğin bir psikolojik gerilime Sarmaşık diye ad verilmez!, öyle kötü afiş tasarlanmaz!!); öte yandan da bütün bunların üst sınırını belirleyen, Türkiye’ye dair daha makro parametrelerin ayırdında olunmalı.

Son olarak tüm bunların ötesinde Aksu’nun, basına aktarıldığı kadarıyla, konuşmasında çok daha sorunlu ve çok daha rahatsız edici bir noktadan sözetmek istiyorum. Evet, gönül arzu eder ki “iyi filmler” daha çok yapılsın ve de daha çok izleyiciye ulaşsın. Ticari sinemanın kaygısı zaten çok izleyiciye ulaşmaktır. Siyasi sinemanın da belli ilkeler çerçevesinde böyle bir kaygısı olması gerekir. Ancak sinema aynı zamanda bir sanatsa, her sinemacı filminin sonuçta olduğunca çok kişiye ulaşmasını ister ama illa her sinemacı illa her eserini öncelikle seyirciyi düşünerek yapmak zorunda değildir. Aksu’nun “bedava versen anası babası izlemeyecek” diyerek bazı filmleri aşağılaması hem kendisi de bir sinemacı olduğu ve sözettikleri de meslektaşları oldukları için meslektaşlarına karşı nezaketle bağdaşmıyor, hem kendi filminin milyon izleyiciyi aşmış olmasından kaynaklı bir kibiri yansıtıyor gibi görünüyor, hem de ilkesel olarak doğru değil çünkü az önce söylediğim gibi illa her sinemacı illa her eserini öncelikle seyirciyi düşünerek yapmak zorunda değil, hele anne babasının izleyeceği filmler yapmak zorunda hiç değil (öte yandan, söylemeye bile gerek yok, bir filmin çok az kişiye ulaşmış olması illa kötü olduğu anlamına, hatanın, kusurun yönetmende olduğu anlamına da gelmez). Bir zamanlar, yükselen yıldız yönetmen olduğu dönemlerde, Sinan Çetin benzer bir üslupla ve de benzer içerikle habire demeçler verirdi. Sonra zaman geldi, kendisinin filmlerini kimse izlemez oldu...