Yönetememe durumunu yönetme

Önce, rejimin bugün geldiği noktaya ilişkin kısa bir değerlendirme:

“Yönetemedikleri” kesindir. Rejimin kendisi de bunun farkındadır ve bugün yaptığı, yönetememe durumunu yönetmeye çalışmaktan ibarettir. Salt yönetememe durumundan daha tehlikeli sayılmalıdır. Çünkü yönetememe durumunu yönetmeye çalışandan her şey  beklenir.

Görebildiğimiz kadarıyla, bundan sonra ne yapılabileceğiyle ilgili alternatifler rejimin kendi içinde şekillenmemiş olsa bile belirli yönlere doğru basınç uygulayanlar vardır ve bugünkü bileşke bir iç savaş kışkırtıcılığına işaret etmektedir. 

Kastettiğimiz, bir kaos ortamının yaratılmasına yönelik girişimlerdir. Öyle bir ortam olacak ki herkes “iç savaş kapıda”  diyecek, ülkenin çeşitli yerlerinde yaşananlar bunu akla getirecek, böyle büyük bir tehlikenin kapıda olması da rejime şu an elinde olmayan yeni fırsatlar, çıkış yolları sağlayacak…   

Belki kapıdaki tehlikeyi “savuşturma” adına başvurulacak ve bu arada seçimleri de garantiye alacak olağanüstü uygulamalar, belki bu büyük tehlike karşısında geniş bir kesimi “huzur ve sükun” adına pasifleştirme ve bazı şeylere razı etme, belki de gene aynı gerekçeyle muhalefeti dişi tırnağı sökülmüş bir hale getirip gerisine ondan sonra bakma…

Hangisi denenecek bugünden bilemeyiz. Bugünden bilinebilecek olan sadece şu: Kaos ortamında, iç savaş tehlikesinin adını anmakla, uzaktan ucunu göstermekle yetinilemez; “kapıda” dedirtecek durumların yaratılması gerekir.

Bizce bunu yapacaklardır.

***

Yazıya rejimin durumuyla başladık, ama asıl konumuz bu değil.  

Konumuz, muhalefetteki partiler de değil.

Konumuz, bugünkü rejime karşı olduğu su götürmeyen, çoğunluğu kendini solda tanımlayan, seçimlerde kime oy vermiş/verecek olursa olsun kendini belirli bir siyasal partiye “angaje” hissetmeyen, duyarlı ve güncel siyaseti izleyen insanlardan oluşan geniş bir kesimdir.

Gözlemimiz ise şu: 2013 Gezi Direnişini esas alıp bakacak olursak bu kesim 2013 yılına göre genişlemiş olsa bile 8 yıl öncesine göre bugün belirgin bir “akıl dağınıklığı” içindedir. Aşırı kırılgandır; çok çabuk ve kolay umutlanıp gene çok çabuk ve kolay umutsuzluğa kapılabilmektedir. Öfkesini, iktidara olduğu kadar kendi yanında bildiklerine karşı aynı şiddetle yöneltmekte beis görmemektedir.

Gene belirgin bir başka özellik daha var ki buna da “Afgan sığınmacılar” konusuyla ilişkili olarak değinelim.

***

Az önce betimlediğimiz kesimin diğer belirgin özelliği, sahiplenilen etik/ahlaki/insani değerlerin, siyasal olguların değerlendirilmesinde hem ilk hem de son söz olabileceği inancıdır.

Türkiye’deki Suriyeli olsun, Afganistan ve başka ülkelerden olsun sığınmacılara her tür insani yardımın yapılmalıdır, bu insanlara temel hizmetler sağlanmalıdır, kimse kendi isteği dışında ülkesine geri gönderilmemelidir, vb. Bunlar, tartışma götürmeyecek gerekliliklerdir.  Ancak, bunlar yapılırken dikkate alınması gereken bir gerçek daha vardır:   Suriyelilerde biraz daha geri planda, Afganlarda ise apaçık ortada olmak üzere bu “kabullerde” Türkiye’deki iktidarın kendi özel tasarrufu, beklentileri ve hesapları da söz konusudur.

Karşılaştırma açısından bir örnek: 2017 yılında Myanmar’da 800 bin kadar Rohingyalı ülkedeki baskı ve yok etme politikalarından kaçarak komşu ülke Bangladeş’e sığınmıştır.  Bu örnekte, Bangladeş yönetiminin herhangi bir tasarrufu, teşviki, talebi, vb. söz konusu değildir. Bangladeş fiili bir durumla karşılaşmıştır.

Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar söz konusu olduğunda ise durum pek böyle değildir, son Afganistanlı girişlerinde ise hiç değildir.

Durumun farklı olması elbette Türkiye’deki sığınmacılara farklı davranılmasını gerektirmez. Bu konuda bir tartışma, görüş ayrılığı yok; anlam verilmesi mümkün olmayan nokta, rejimin sığınmacılarla ilgili başka hesapları da olabileceği söylendiğinde gelen tepkiler. Örneğin, Türkiye’deki rejimin sığınmacıları Avrupa’ya karşı koz, içerde ucuz işgücü olarak kullanma gibi zaten belli yönelimleri dışında başka niyetleri de olabileceği ileri sürüldüğünde bu neden “ırkçılık” olsun ki?  

Özellikle yukarıda değinilen ve “kapıda” görünmesi istenen iç savaş bağlamında…

Ama öyle sayılacak, “ırkçılık” denecektir; çünkü Türkiye’de özellikle solda duranların önemlice bir bölümü etik/ahlaki/insani değerlerin siyasetin büsbütün dışında, apayrı bir alan olması gerektiğini ve olabileceğini düşünmektedir.     

***

İstanbul Sözleşmesi’nden çıkarak “batının sapkınlıklarına” hayır mı dedik?  Deniz Poyraz cinayeti bir manyağın münferit eylemi, Konya katliamı da ailevi bir husumet sonucu olamaz mı? Orman yangınlarının PKK uzantısı birtakım örgütlerin işi olması büsbütün ihtimal dışı mıdır?

İşte, rejim muhalifi geniş kesimler bunları düşünür…

Rejim de kendi yönetememe durumunu böyle yönetir…