Yoksa donar kalbimiz

Dışarı buz gibi. Kar yok ama feci ayaz var. Güneş göstermelik tepemizde, günü aydınlatmış, yine de var olsun. Sıcak evimdeyim. Elimde buharı üstünde salınan çay fincanım, masada okumayı yeni bitirdiğim kitap göz kırpıyor hınzırca. Merakla beklemiştim bu kitabı ama içimi üşüttü biraz, çünkü Ahmet Cemal'in dediği gibi 'Her değişim, dönüşüm değildir.'

Karşı apartmanda günlerdir süren hummalı bir çalışma var. Biri ellili yaşlarında, diğeri yirmilerinde iki adam hiç konuşmadan dış cephe giydiriyorlar. Eşime sordum geçen akşam. Bir süresi varmış, bilmem hangi ayın kaçına kadar bazı bina sakinlerinin bunu mutlaka yaptırması gerekiyormuş, üstelik ciddi bir ısı yalıtımıymış bu yaptıkları. Epey sıkıntılı ve çetin bir iş gözlemlediğim kadarıyla. Daha önce hiç görmediğim malzemelerle kaplama, sıvama, onarım ve boyama çabaları. İki adam o kadar az konuşuyor ki. Genç olan Tatlıses gibi türkü falan söyler diye umuyorum ama yok öyle bir şey. Türkü yok, sohbet de yok. Sabah sekizden akşam hava kararana kadar ağızlarından bir kelam çıkmıyor. Öğlen bir ara kayboluyorlar, mutlak yemek saati.

Perdenin arkasındayım. Dedim ya, hava buz. Ellerinde eldivenler, başlarında bereler var. Kurdukları derme çatma iskelenin üstünden yetkin bir akrobat edasıyla bir balkondan diğerine geçiyorlar. İş güvenliği hususunun esamesi okunmuyor. Bir ara yaşlı olan balkonda çömeliyor, dudağında sigarası, öyle bakıyor boşluğa. Dayanamıyorum. Açıyorum balkon kapısını. "Bir bardak çay içer misiniz? Hava çok soğuk," diyorum. "Sağ ol abla, zahmet olmasın" diyor koskoca adam. Benim yaşım kaç yahu? Muhakkak nezaketten. Bunu bir kabul yanıtı olarak algılayıp mutfağa koşuyorum. Elimde çay fincanlarını koyduğum tepsiyle geri geliyorum. Yaşlı adam kendinden beklenmeyecek bir atiklikle iskeleden yanaşıp tepsiyi alıyor. (Apartmanların neredeyse birbirine yapışık inşa edildiğini ve nefes alamadığımızı biliyorsunuz.) "Sağ ol abla," deyip Kürtçe bir iki laf ediyor genç olana. Genç adam da elindeki işi bırakıyor, balkonun gerisine çömelip çaylarını içiyorlar sessizce, sigaralar dudaklarına yapışık sanki.

"Çok zor işiniz, hem hava da pek soğuk," diyorum. Genç olan katiyen yüzüme bakmıyor, maazallah yanlış falan anlarım, kesinkes çekiniyor. Yaşlı adam "Napalım abla? Ekmek parası, söylenen günde bitirmezsek patron bizi paralar," diye karşılık veriyor. "Hiç konuşmuyorsunuz, iş çabuk bitsin diye herhalde, oyalanmak istemiyorsunuz," diyorum. Genç olan yine suskun, başı önünde. Yaşlı adam kaçamak bakışlar atarak "Konuşacak mecalimiz  kalmadı, abla. Evde on beş kişi olduk. Sur'dan akrabalarımız geldi. Çoluk çocuk perişanlar, yani geriye kalanlar," diyor. Ve o an sanki söylediğine pişman olmuşçasına elinde tuttuğu fincanı içindeki çayı bitirmeden tepsiye koyuyor, genç olanın fincanını da elinden kapıp tepsiye bırakıyor. Alelacele tepsiyi uzatıp "Sağ olasın abla, ölmüşlerinin canına değsin," diyerek arkasını dönüyor.

Elimde tepsi bakakalıyorum bir an. Sur dedi, perişanız dedi, geriye kalanlar dedi. Sonra pişman oldu dediğine. Ürktü mü, kızdı mı kendisine? İçeri girip tepsiyi mutfak tezgahına öylece bırakıyorum. Bilgisayarın başına geçiyorum. Haberlere bak: "Çatışma ortamında beş çocuk öldürüldü!" "46 mülteci çocuk boğularak öldü!" "6 bin çocuk cezaevinde!" Dünyada “çocuk bayramını” kutlayan tek ülke olmakla övünen ve 1995 yılında Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi'ni kimi maddelere şerh koyarak imzalayan Türkiye'de devlet görevlileri tarafından son 24 yılda 569 çocuk katledildi, son üç yılda 298 çocuk tutuklandı. (Son birkaç aydır sayılamaz hale geldi.)  Çoğuna ilişkin açılan davalarda çeşitli gerekçeler sunularak “takipsizlik” kararı verildiği için davalar sonuçlanmazken, birçok olayda ise soruşturma açılmasına dahi izin verilmedi. Ceylan Önkol, Enes Ata, Halil İbrahim Oruç,  Roboski, Berkin Elvan, vb. nice vahşetle ilgili başlatılan soruşturmalara “gizlilik” kararları konuldu. Seyfi Turan davasında 14 yaşındaki çocuğu bayram günü dipçikle döven polisin çocuğa “olayın gerginliği içinde dengesiz vurduğu” söylendi, sanki çocukların kafasını dipçiklemek hakmış da dengesini tutturmak lazımmış gibi. Ah, sonra üç aylık Miray'ın fotoğrafı beliriyor bir haberde. Ter basıyor vücudumu. Utanıyorum insanlığımdan.

Dayanamayıp kapatıyorum bilgisayarı. Acı, öfke, kin birikiyor yüreğime. Perdenin ardından bakıyorum, sessizce çalışıyorlar hȃlȃ. Karşı apartmanın üçüncü kat  balkonunda görünen bir kadın adamların yüzüne bakmadan konuşuyor bağırarak. "Kaç gündür bitiremediniz şu işi, ne ağırkanlı adamlarsınız, rahatça oturamadık evimizde!" Genç adam suskun, başı yerde, aman yanlış anlaşılmasın. Yaşlı adam "Yarın bitecek, abla, kusura bakma," diyor. Kış boyu sen üşümeyesin diye bu soğukta evinin dışını giydiriyorlar be kadın! Hava buz gibi. Dondu adamlar, dondu. Belli ki onların yürekleri alev alev yoksa dayanılmaz bu ayaza.

Perdeleri tamamen çekiyorum. Seslerini yutan bu adamlara bağırmayı hak biliyor densiz kadın. İstemsiz elim gidiyor masada duran kitaba. Köşesini kıvırdığım sayfayı açıyorum. "Etrafım yüzlerce zenciyle sarılıydı, onlar tarlalardaki emekçilerdi, pamuğu toplayanlar, yolları yapanlar, evlerimiz için ağaç kesenlerdi. Yoksuldular, hastalıklı veya pistiler, kimileri tembel ve miskindi, ama yaşamım boyunca bana onlardan tiksinmem, içlerinden birinden korkmam, içlerinden birine kabalık etmem gerektiği ya da onlardan birine kötü davranabileceğim, bunun da yanıma kȃr kalabileceği fikri asla aşılanmadı. (...) Bana zihinsel, toplumsal konum ya da refah düzeyi açısından benim kadar talihli olmayanları asla ezmemem, sömürmemem öğretildi." (Lee 2015: 153) Scout! Doğrularından vazgeçmemeyi, en umutsuz zamanlarda bile doğruları için mücadele etmeyi, kimsenin kimseden daha üstün ya da daha aşağı olmadığını, eşitliği, karşısındakini anlamadan kesin yargılara varmamak gerektiğini bilen Scout! Böyle büyütelim çocuklarımızı, başka türlü değil. Yoksa donar kalbimiz temelli.

*Tespih Ağacının Gölgesinde, Harper Lee, Çev: Püren Özgüren, Sel Yayıncılık, Kasım 2015.