Refah devleti yahut sosyal devlet dediğimizde akla önce devletin vatandaşlarının iktisadi ve sosyal haklarının korunması gelir. Daha da açarsak ekonomik, sosyal, kültürel bakımdan vatandaşının insanca yaşayabilmesi için gerekli olan tedbirleri alan, toplumsal barış ve adaleti sağlamayı amaçlayan devlet sosyal devlettir. Devletin tüm eylemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu, vatandaşların hukuki güvenlik içinde yaşadığı devlet de hukuk devletidir. Laik devlet; din işleri ile devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı, devletin tüm dinlere eşit mesafede olduğu devlet şekliyken, demokratik devlet de ülkedeki farklı görüşlerin serbestçe temsil edildiği, halkın yönetimde söz sahibi olduğu devlet biçimidir. Çok şükür, biz bunların hepsine sahibiz. Açlık/yoksulluk sınırı rakamları telaffuz etmiyoruz, ekonomik krizler bizi teğet geçip gidiyor; herkesin aşı, işi, evi var, halklar kardeşçe birbirine gülümsüyor, yolsuzluk yok, arsızlık yok, din veya mezheple ilgili yaşanan sıkıntı yok, tecavüz yok, katliam yok, ifade özgürlüğü almış başını gidiyor, herkes dilediğini söylüyor, basın desen aman aman en parlak dönemini yaşıyor...
Felsefenin önemli başlıklarından biri olan 'Devlet' tartışması antikçağdan bu yana süregelmiştir ve devletin aynı zamanda ezici bir iktidar aygıtı olduğu düşünülüp ideal devletin nasıl olacağı üzerine fikir yürütülmüştür. Devletin baskı gücü olarak savunulmasına çoğunlukla 'insan doğası' tartışması da eşlik eder, buna göre insan doğuştan kötüdür ve bu kötülüğü sınırlamak için baskı kaçınılmazdır. Thomas Hobbes'un mutlak güç ve yetkilere sahip egemen bir devleti ifade etmek üzere kullandığı ünlü 'Leviathan' adlı eserinde (ki Leviathan, Tevrat ve İncil'de kötülüğü temsil eden bir su canavarının adıdır) "Kılıç zoru olmadan ahitler sözlerden ibarettir ve insanı güvence altına almaya yetmez," der. Halbuki devlet sosyal consensusa dayalı bir kurum olmalı, devletin sahip olduğu güç ve yetkiler tek bir elde toplanmamalı; yasama, yürütme ve yargı organları arasında dağıtılmalı, devletin sahip olduğu siyasi güç ve yetkiler anayasayla sınırlandırılmalı, dahası devlet halk egemenliğine dayalı bir kurum olmalı, yönetimde şeffaflık sağlanmalı, devletin varlık sebebinin bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunması olduğu, dini veya örfi kurallarla değil hukuk kurallarıyla idare edileceği; ırk, din ,dil, etnik köken gözetmeyeceği unutulmamalıdır. Tıpkı bizdeki gibi yani.
Şimdi gelelim ülkemizdeki refah ve huzuru görüp fesadından çatlayan Batı'ya... Her birinde bir diktatör vardır, inanın. Ve bu insanların belirgin ortak özellikleri bulunur. Örneğin; çok konuşurlar, her konuda konuşurlar, karşılarındakinin ne düşündüğünü, ne hissettiğini umursamadan sürekli konuşurlar, dinlemeyi sevmezler, kitlelerini coşturma hususunda çok mahirdirler. Üstelik yüksek sesle konuşurlar, çünkü öfkelidirler ve bağırdıkları oranda kendilerini güçlü hissederler. Evet, en önemli özellikleri yalan söylemeleridir. Us dışı her yalanı inanılmaz bir özgüvenle söylerler. Onlar hata yapmaz, gökten zembille inmişlerdir; hatalarını katiyen kabul etmezler, çünkü kendilerini seçilmiş kişi olarak görürler. Zirveye yanaşmaya çalışan kişileri yakınlıklarını önemsemeden ezerler, toplumun ahlakını korumayı görev addederler, bu uğurda gereğini yapmayı da bilirler. Mizahı, özgürlükleri sevmezler, dolayısıyla sansürden vazgeçmezler. Cinsiyetçidirler ve elbette bu hususlardaki söylemleri kibar değildir. Hukuk sistemini gereksiz görüp yasaları bitmeyen bir hırsla tekrar tekrar düzenlerler. Koruyucusu gibi görünüp doğayı, sanatı, edebiyatı, kültürü hor görürler. Milliyetçi/dini duyguları kullanıp insanları aynı hizaya sokma peşindedirler.
Ya Latinlere ne demeli? Guatemala sürgünü Asturias'a kulak verelim. Kitabın tanıtım yazısında belirtildiği üzere "Sayın Başkan'ın yüksek yerinde bir başkasının bulunacağını düşünmek bile ulusun iyiliğine karşı bir suikasttır; bunu aklından geçirmeye cüret eden kimse buna cüret etmemeli, toplum için tehlikeli bir akıl hastası olarak hapsedilmeli, aklı yerindeyse yasalara göre vatan haini olarak damgalanmalıdır. Sayın Başkan'ın ülkesinde 'üstün demokrasi' hüküm sürer - ki bu aslında, hiç kimsenin sarayda mı ağırlanacağını yoksa hapislerde mi sürüneceğini bilememesi demektir. İhanet, espiyonaj ve siyasi kumpaslarla beslenen korku, bir yılan gibi kendi kuyruğunu yutar." Elbette tüm bu anlattıklarım sizlere yabancı gelmiştir, nitekim bizde böyle bir şey yok.
Bir arkadaşım imalı bakışlarla Arno Schmidt'in "Leviathan ya da Dünyaların En İyisi" adlı kitabında altını çizdiği bir yeri gösterdi geçenlerde: "Salt güdüsel bir alışkanlığın eseri olmayan çoğu günlük eylemin nedeni, duyusallığın ve kuruntunun harekete geçirdiği ihtiras ve nefret, korku ve ümit değil sadece: can alıcı çoğu durumda binlerce, yüz binlerce insanı, özellikle de hayatın mutluluğu ya da mutsuzluğu, halkların refahı ya da sefaleti: en çok da tüm insan ırkının iyiliğiyle ilgili meselelerde, doğru ya da yanlış olduğuna, sonuçlarına bakmadan harekete geçiren şey, başkalarının tutkuları ya da ön yargıları, münferit ellerin baskısı ya da itmesi, tek bir zevzeğin dur durak bilmeyen gevezeliği, tek bir hayalperestin vahşi ateşi, tek bir sahte peygamberin riyakȃr coşkusu, kendini tepeye koymuş tek bir maceraperestin çağrısı..." (Schmidt 2016: 108 - 109) Haydi canım, yok böyle bir şey, nereden çıkarıyorsunuz...
* Sayın Başkan, M. Angel Asturias, Çev: Zeyyat Selimoğlu, Yordam Kitap, Haziran 2016.
* Leviathan ya da Dünyaların En İyisi, Arno Schmidt, Çev: Zehra Aksu Yılmazer, Everest Yayınları, Haziran 2016.