Mirasımız ile “Gezi özgürlükçülüğü” arasındaki gerilimin verimli olduğunu düşünüyorum. Sonda söyleyeceğimi başta söylersem; yirmi yıl öncesinin baskı dönemiyle şimdiki baskı dönemi, öncülük iddiasındaki herkes için ciddi farklılıklar barındırıyor. Bu gerilime yirmi yıl önceki kalıplarla bakmaktan vazgeçelim.
İki on yıl kadar önce Türkiye, hem kirli bir iç savaşın en karanlık günlerini yaşıyordu, hem de "parlamenter demokrasi" alanı, aynı günümüzde olduğu gibi, fonksiyon olarak zaten başından beri kötü seyreden bir grafiğin en dip noktalarındaydı. Türkiye solu, 1980’lerin ağır baskı ve likidasyon günlerinden tam çıktığını düşünürken ve işçi sınıfının 1989 hareketliliğine tanık olmuşken, devlet zorunun kafasına indiğini görüyor,bir yandan da sermayenin “ideolojilerin sonu” kampanyasına göğüs germeye çalışıyordu.
Bu kampanya, içi boşaltılmış bir demokrasi ve sivil toplum anlayışını sınıfsal bakışın yerine ikame etmeye çalışmakla kalmıyor, mevcut sol birikimin tümünü “çöken sosyalizm” ile birlikte çağ dışı ilan ediyordu. Bu yoğun saldırı altında sermayeye sağlanan sınırsız özgürlüğü eşitliğin düşmanı ilan eden bir direniş, bugünlerin sol birikiminin ana gövdesini oluşturdu diyebiliriz.
Gelin görün ki bizim ortodoks kuşağa yer etmiş bu özet kavrayışın bir zayıf noktası bulunmakta. 90’larda pompalanan “tarihin sonu” fikriyatının karşısına antikapitalizmle çıkarken, hızla kentlileşen ve yapısal sorunlar nedeniyle periyodik krizlere mahkum bir rejimin yarattığı yeni insan, bugün sol bir kimliğin alanına, sermaye karşısında eşitlik kapısından değil, özgürlük kapısından girme eğilimi taşıyor.
Tarihsel materyalist bir bakış açısıyla ilk yazabileceğim argüman çoğumuz için “genel doğru”: İçinde bulunduğumuz siyasi ve toplumsal hayatın sınırlarını en çok belirleyen faktör, Türkiye hakim sınıflarının – genel ve dinamik bir uzlaşı olarak - Dünya sermaye düzeni içinde nasıl bir pozisyon almaları gerektiğine ilişkin tasarımdır.
Dinamik bir hakim sınıf uzlaşısı derken “AKP düzeni”nin barındırdığı havuç-sopa faktörlerinin en çok hakim sınıf için çalıştığını da teslim etmek gerekiyor. Yani uzlaşı yerine "otoriter doktrin" demek belki daha açıklayıcı olacaktır.
Yirmi yıl öncesindeki saldırının (kamuculukla beraber) en önemli hedeflerinden biri olan halkçılık, “popülizm” olarak etiketlendiği haliyle küfür yerine geçmekteydi. Aslında saldırının karşılandığı, solun işleri çevirmeye başladığı ana cephe burası oldu.Başta Latin Amerika olmak üzere piyasacılığın darmadağın edildiği bir dönem başladı.
Bugün sol ideolojinin eşitlikçi ve özgürlükçü kapılarının çok yakınlaşmasında nesnel faktörlerin çok güçlü etkisi bulunduğunu vurgulamaya çalışıyorum. Ve aradan geçen süreçte rüştünü ispat eden halkçılık için artık eski doğrumuzu terk etme zamanı: Kapitalist ülkelerdeki halkçılık yönelimli iktidarlar, rejimin kriz sonrası kendini yenileme ve halk nezdinde yeniden meşruiyet oluşturma dönemleri olarak burjuvaziye geçici hizmet dönemleridir…
Ben, yeterince güçlü sol yükselişlerin burjuvazi için yukarıdaki gibi çalışabilecek bir süreci ters teptirerek antikapitalizme kitlesel meşruiyet kazandırma anahtarı haline getirebileceği umudunu taşıyorum. Daha önceki Syriza bahislerimde bunu vurgulamıştım.
İşte kitlesel kalkışma potansiyelinin, solun ezberini bozan bir şekilde sermaye karşısında eşitlikçi talepler yönünden değil özgürlükçülük yönünden gelmesinin yarattığı ikilemin çözümü burada. 2008 krizi sonrasında ideolojik cephede antikapitalizme evrilmesi artık çok kolay olacak bir halkçılık çerçevesinde örülecek sol mevzilerin 1990’larda yaşandığı gibi bir “kapitalist istikrar”ın öreceği düzen içi siyasi yelpazeye yem olma ihtimali çok zayıflamıştır.
Neden mi? Yukarıda formüle etmeye çalıştığım ana argümandan: Düzenin sıkışmışlığı, genel olarak - Türkiye, çok uluslu büyük sermayenin ne işine yarayacak? - sorusuna yanıt vermenin güçleştiği dönemlerde artıyor. 1951 sonrası "Sovyet bloğuna karşı kalkan olacak" yanıtı tüm devlet aygıtının genetiğini belirlemişti. 1990'ların ortası ise pusulanın şaştığı bir dönem oldu.
70 yıllık genç bir kapitalist cumhuriyetin tüm kurumları bir kefede, AKP'nin Yeni Osmanlı hayali bir kefede kaldı. Neticede 2001 krizi ile dağılan siyaset, Türkiye'nin büyük sermaye için başka işlere de yarayabilmesi amacıyla hazır edilmesine yönelik eşsiz bir fırsat oldu. Geldiğimiz noktada sadece 1990’larda olduğu gibi burjuva demokratik kurumların işlememesinden değil, tümüyle tasfiye edilmesinden bahsediyoruz.
Peki, bu dağıtma ve yeni alternatifleri ucuz parayla fonlama dönemi, net bir yeni angajmanı tarif ediyor mu? Yani dilimizi alıştırdığımız "Yeni Osmanlıcılık" tıpkı soğuk savaş döneminin kanat NATO ülkesi gibi net bir yönelim mi? yoksa kültürel/siyasi bir AKP karşıtlığı malzemesinden mi ibaret? Ben şahsen bu tartışmayı sonuca vardıramadım.
Bugün devletin 70 yıl biriktirdiklerinden boşanmasına karşı oluşan doğal bir düzen içi tepkiden bahsedemiyoruz. Kırıntısı kalmadı. Ama düzen içinde realize olamayan bu tepki, umudun bittiği yerde kentli ve eğitimli gençlerden geldi ve ne acıdır ki, bu kalkışmaya kısmen de olsa devrimci yön ve süreklilik verebilme kapasitesinde olduğu varsayılan hiçbir sol odak, bunu beklemiyordu.
Gecikmiş ve ufku düzenin dışına çıkmış bir halkçı devlet aranışının yoğun karamsarlıkla birlikte kentli nüfusun yarıdan fazlasında içkin olduğunu görebiliyorum. Tabii egemen ideolojinin tahribatıyla "varsayılan, çok sayıda halkçı devlet tasarımı" koşulları altında.
İki ihtimal var. Önce halkçı devlet tasarımlarını çarpıştırıp galibi belirliyeceğiz, amiyane tabirle yine dükkanlar yarışacak. Veya AKP karşıtlığının her seferinde daha halkçı sonuçlar doğurması için yanyana çarpışmayı öğreneceğiz. Sanırım bu sorunun cevabı, şimdilik pasifleşen halkçı seçenek peşindeki yığınların işaret edeceği birkaç başarı sonrasında daha sağlıklı verilebilecek.