Sadece siyaset de değil, hemen her iş böyle. Memlekette ne zaman ciddi bir iş yapmaya kalksan, birileri hemen ‘bozgunculuk’ yapar. Üstelik iş başladıktan çok kısa sonra devreye giren bu faaliyetin sarsıcı ve yıpratıcı olma ihtimali yüksektir. Bam teline nasıl dokunacaklarını bilirler.
Eleştiri kültüründen yoksun olduğumuzdan dem vurulur, bir yanıyla açıklayıcıdır ama yetmez. Evet, haklılık payı olsa bile eleştiriler çok sert, hatta yıkıcı tondadır, ama bu malum ortamda artık direnç geliştirmiş olması gerek eleştirilenin morali çoğu kez kolayca bozulup ilgili faaliyeti güçten düşebilir. Belki eleştiri yakından gelmez, elden veya düşmandan gelir, yakın olan eleştirmeyi ayıp sayar ondandır. Bu iki yanın da eleştiriyle büyümüş nesillere sahip kimi kültürlerde olmadığını görürüz. Örneğin çoğu Uzakdoğu toplumu bu açıdan görece örnek alınabilecek olgunluktadır.
Peki hem eleştirenin kötü niyeti, hem eleştirilenin kırılganlığı yüzünden sekteye uğramayacak iş nasıl olacak? Süreksizlik, birikim yaratamamış, rüşt ispatlayamamış olma, bu kısımdaki en önemli unsur. Daha önce benzerlerinin yapılamamış veya yapılanların kenarda kalmış olması, başarının, işe yararlığın henüz gösterilememiş olması…
Daha önce, öncülerinin siyasi ve teorik tercihlerinden bağımsız olarak Cumartesi Anneleri, HES Karşıtı Platform, ÇYDD, Oy ve Ötesi gibi çalışmaların toplumsal alandaki güçlerinin çok büyük kısmının sürekliliklerinden kaynaklandığını birkaç kez yazdığımı hatırlıyorum. Cumartesi Anneleri, sadece belki pek çok kesimce hor görülen bir işi 600. haftaya vardırmanın kazandırdığı güçle saygıyı ve desteği hak etmiyorlar mı?
“Toplumsal karşılık” sözünü kolay kullanıp üzerinde durmadan, geliştirmeden geçiyoruz gibime geliyor. Tarık Akan’ın ölümüyle bir kez daha gündeme geldi. Durum gerçekten CNN Türk spikerinin beylik yorumu gibi “herkes kendi Tarık Akan’ına ağlıyor” mudur, yoksa, Tarık Akan’ın ardından çocukluğumuzdan bugüne aradığımız ve hâlâ bulamadığımız ortak bir iyilik-güzellik haline mi ağlıyoruzdur? İkincisi doğruysa, bu kaybımızda yarattığımız ortak duyguda o günden bugüne yenik haliyle bile sol ideolojinin payı, çok ağırlıklı, ve tabii sermaye düzeni açısından çok korkutucudur.
1970’lerin popüler Türk Filmlerinin kapitalizmin o günden bugüne darmaduman ededurduğu sıcak, adalet arayan, karşı koyan hayatlarının 40 yıl sonra referans olabilmesi, sol ideolojinin 1970’lerde prestijinin doruğunda olmasıyla (istenirse nedensellik kurulmasın) eş zamanlıdır ve düpedüz antikapitalisttir. Siyasete tahvil edebilmeyi, insanlık mücadelesini buradan örmeyi bilene.
Çocukluğumuzdan bugüne aradığımız süreklilik, memleketin hemen tüm dokularından silinmek üzeredir. Cadde-sokak isimleri, binalar, parklar, ağaçlar, vapurlar sürekli şekil değiştirmekte, her üç-dört yılda bir tanınmaz hale gelmektedir. AKP öncesi Türkiye, bizim gençliğimizde büyüklerimizin 1960’ları anlattığı gibi tınlamakta, daha da kötüsü, 2012 öncesi Türkiye bile çok farklı bir ülkeyi çağrıştırmaktadır. Sözcükler bile, dil bile, tutunamamaktadır. Son dört yılda yaşadıklarımızı, dünyanın kalanında ancak tüm ömrüne sığdıran insanlar çoğunluktadır!
Süreklilik, güdüsel ihtiyaç, bir tür fantezi haline gelmiş durumda. Ve kadere bakın ki, bunu tarihin en gerici iktidarlarından biri icra ediyor! Onun için memlekette gericilik ile tutuculuk arasındaki bağ bile gevşemiştir ve tarihsel gerçeklerden kopuk hatta çoğunlukla düpedüz komik Osmanlı fantezileri ile idare edilmeye çalışılmaktadır.
Diğer bir sorun, hakim kültürümüzde süreklilik yaratmanın “amelelik” ile özdeşleştirilmiş, hor görülen bir durum olması! Bu kültürün geleneği amele partilerinden gelen bizlere sirayet etmiş olması ne kadar acı. Zulüm sayılacak eğitim veren, nesillere damga vuran köklü okullar, on yılı geçen çıraklık-kalfalık tezgahları, cin olmadan adam çarpmanın imkansız olduğu kurumsal yapılar… Bunlar kapitalizmin merkezlerine has kazanımlar ve kapitalizmin ekonomik temellerindeki çarpıklıkları, en azından kritik noktalarda kamufle eden, düzen için çok değerli ideolojik yanılsamalar sağlamaktalar.
Ülkemiz düzeninde dinci tarikatların bile hangisinin tarih boyunca tek parça kalabilmiş bir sürekliliği var? (Allahtan şizofren Amerikancılık ve Arapçılık bu topraklarda tutmuyor!) Okulları, kent yönetimlerini, siyaset aygıtlarını hiç saymayalım. Peki düzenimiz, sokaktaki hayatımız, sürekliliği erdem haline getiren bir tarzda çalışmadığı halde toplumsal muhalefetin kimi bileşenlerinin böyle bir kültürü yoktan yaratması mümkün mü?
Siyasette, Aziz Nesin’den, Tarık Akan’dan, Genco Erkal’dan, Müjdat Gezen’den bu açıdan feyz alamaz mıyız? Bir noktada durup ömrünü onyıllara yayılan kendi gücünün yetebildiği bir işe harcayan, ayağını toprağa basan ama ayakta kalan aydın tipolojisinin, bugünkü kaldığı kadarki haliyle bile örgütlü siyasi mücadeleden bu kadar uzak olması nedendir?
Yanıtının en azından bir kısmının bizlere düşüyor olması gerekir. Örnek olsun: Süreksizliğin öznel açıdan kalitesiz yöneticilik için özel bir avantajı vardır. “Arkadaşlar bu sefer durum başka” diye eldeki etkisiz olduğu ıspatlanmış araçlar küçük makyajlarla yeniden tedavüle sürülebilir. Kalitesiz yöneticilik, aklı başında ortalama kadrolar için bir mevsimlik angajman demektir. Ama ne gam, bir kısım kadro, başarısızlığı hesapta olmayan koşullara verip sorgulamadan kalıyorsa, yeni dönemde yeni umutlara gelenler kayıpları tamamlıyorsa, kayık sallanır ama hiç batmaz. Müjdat Gezen’in röportajında geçen “hepsi kendi çizgisine çekmek ister” hissi ise, hiç hak etmediğimiz halde, hakim olur…
@ErgunCagl