Hayır, bu başlıkla 19.yüzyıl Rus roman sanatının en büyüklerinden Dostoyevski’nin bir eserine atıfta bulunmuyorum.
21. yüzyıl Türkiyesi’nde, ülkenin en büyük şehri İstanbul’da, dev bir gökdelenin yapımında çalışan işçilerden on tanesinin bir ‘asansör cinayeti’ sonucu ölmelerine ve aynı inşaatta çalışmakta olan bin beş yüz işçinin o gökdelenin dört kat dibinde, toprağın dört kat altında, ‘eksi dördüncü’ katta sürdürmekte oldukları hayata dikkatleri çekmek istiyorum.
Yazımın başlığında sözünü ettiğim belgeler, bu işçilerin günlük mesailerini tamamladıktan sonra ‘dinlenmek üzere’ çekildikleri CEHENNEMLERİNE ait. Ve bu, bir Dante’nin bile anlatmakta zorlanacağı kadar korkunç bir cehennem.
Zaten o yüzden başlığım ile Dostoyevski’nin bir eserine falan atıfta bulunmadığımı özellikle belirtme ihtiyacını duydum. Hayır, kesinlikle yapamazdım bunu, yani Dostoyevski’ye atıfta bulunamazdım. Çünkü böylesi bir YERALTININ fotoğrafları karşısında karşısında bir Dostoyevski bile kendi kalemi ile kurgulamış olduğu ‘yeraltı’nın yetersizliğinden ötürü utanç duyabilirdi!
Neredeyse ancak bir hücre büyüklüğündeki odalara tıkılmış ranzalar.
Ranzaların üstüne serili çıplak şilteler ve kir pas içindeki battaniyeler.
Ranzalar işçilerin hepsine yetmediği için, taş zemine serilmiş paçavralar.
Ranzaları ve taş zemini nöbetleşe bölüşen işçiler.
Ranzaların yanı başında, içleri gökdelenin yapımında kullanılan kireç ve kumlarla, araç ve gereçlerle dolu el arabaları ve kaplar.
Yine ‘eksi dördüncü’ katta bulunan, içinde farelerin cirit attığı, pislik içindeki yemekhaneler. Pislikten geçilmeyen banyolar ve tuvaletler. Kokusu fotoğraflardan fışkıran bir pislik kokusu…
Böyle ‘hücreleri’ ortaçağın Enkizisyon’unun bile icat edebildiğinden çok kuşkuluyum!
Ve sonra – aynı gökdelen inşaatının 32.katından düşen, yıldırım hızıyla en alt kata çakılan asansörle birlikte paramparça olan on işçi …
Asansöre onlarla birlikte inşaat malzemeleri de yüklendiğinden, o malzemelerin ağırlığı altında ezilip cesetleri tanınmaz hale gelmiş on işçi …
“Severiz yaratılmışı Yaradan’dan dolayı…”
Bir iktidarın on yıldan fazladır sürdürmekte olduğu devasa bir yalan!
‘Yaratılmış’lar arasında tüyler ürpertici bir ayrım gözetmekten çekinmeyen bir iktidarın yalanı!
“Severiz yaratılmışı Yaradan’dan dolayı…” – ama bir şartla : Eğer ‘yaratılmış’ BİZDEN ise!
Peki ya SİZDEN olmayanlar? Ya sizden olmadıkları için ‘destan yazan’ polisinizin kurşunları ve tekmeleri ile can veren o sekiz gencecik can, hani öldüklerinden bu yana adlarını bir kez bile ağzınıza almadığınız, bir rahmet okumayı bile esirgediğiniz, rahmet okumak yerine analarını babalarını kitlelere yuhalattığınız o canlar?
Onları bir başka YARADAN mı yarattı ki, bunca nefrete layık gördünüz?
Ve sonra Soma’da yitirdiğimiz üç yüz candan hemen sonra indirdiğiniz tekmeler ve tokatlar – onlar hangi Yaradan’ın yarattıkları içindi?
“Severiz yaratılmışı Yaradan’dan dolayı…”
Dini alet ederek yalan söylemeyi bırakalım isterseniz artık. Bunca ölümden ve öldürmeden sonra.
Yalanı bırakalım, ve yalana sapmak yerine, bir başka yazarın, 20.yüzyıl dünya edebiyatının en büyüklerinden birinin, Elias Canetti’nin kısacık , ama sonsuzluk kadar etkili bir notuna göz atalım : “İnsan yaşamı ölçüt olmaktan çıktığından bu yana, artık hiçbir şeyin ölçütü kalmadı.”
Söyleyin, kimsiniz?
Kimlerdensiniz ki, böylesine korkunç bir insanlık suçunu işleyebildiniz?
İnsan’ın yaşamını nasıl böylesine hiçe sayabildiniz?
Ve ‘Yaradan’ınız’ aşkına söyleyin : Hangi Kitap’ta yazılmıştır böyle bir cinayetin cezası?