Yazmak ya da yazmamak...

Artık birilerinin ‘arkasından’ yazamayacak kadar güçsüzüm.

Ya da, yetmiş dört yaşında olmama rağmen, ve bu hayatın elli yılı boyunca hep yazmış ve çevirmiş olmama rağmen ‘utanma’ denilen duygunun çok özel bir türü ile ilk kez bugün tam anlamıyla tanışmış olmama rağmen –

Yaklaşık elli yıldır hep ‘öldürülen birilerinin’ arkasından yazdım.

Ve böyle yapmakla, ‘yazan biri’ olmanın sorumluluğunu yerine getirdiğime inandım.

Ama bugün, sanırım ilk kez bugün, yani yaşadığım ülkenin bir köşesinde – şimdilik – otuz iki gencin tek bir bomba ile öldürüldükleri günden bir gün sonra –

Böyle cinayetlerin ardından hayatta kalmanın ne büyük, ne korkunç bir UTANÇ olduğunun bilicine vardım. 

İlk defa bugün, doğduktan yetmiş dört yıl, yazmaya başladıktan sonra ise elli yıl sonra, düşünenlerin ve yazanların tüm olup bitenler için “Neden yaptılar?” ya da “Nasıl yaptılar?” soruları ile hesabı hep başkalarına çıkarttıkları bir ülkede, soruları biraz farklı sormayı – nihayet! – akıl edebildim. Şimdi kendimi, o soruları sorarak cezalandırıyorum:

“Ben ne yaptım veya ne yapmadım da, o gençler öldürülebildiler?”

Hep “Çok yazdım” derken, aslında çok mu az yazdım?

Ya da “Yazdıklarım, bu ölümleri önleyemeyecek kadar yetersiz miydi?”

Artık yazmanın sorumluluğunu yalnızca yazma eylemini gerçekleştirmekle sınırlamak, sanırım elimden gelmeyecek!

Yazmak – ama ne için ve ne kadar?

Bu soruyu yıllar önce, öldürülen ilk öğrencimin kırkı çıktığında ve bir arkadaşı tarafından bir fakülte koridorunun loşluğunda ölenin mevlit şekeri elime verildiğinde – “Hocam, o sizi çok severdi…” – sormam gerekirdi.

Beni çok sevmiş olan, ama benim ölümden kurtaramadığım o ilk öğrenciyle birlikte, yazmanın sorumluluğu üzerinde çok daha derin düşünebilmem gerekirdi!

Çok geciktim.

Aradan yıllar geçti, ve geçen yıllarla birlikte yazma dağarcığımda biriken genç ölülerin sayısı katlanarak arttı. 

Kalemi hep hayatı savunan ve hep ölüme, öldürmelere karşı çıkan bir silâha çevirmeden yazmanın hiçbir anlamı yok.

Yaşım gereği, kendime yaşlanmış biri diyebilirim. Ama bu yaşta kalemimi tam bir silâha çeviremeyecek kadar ‘ihtiyarlamadım’.

Artık öldürülen hiçbir gencin ‘arkasından’ yazmayacağım.

Bundan böyle öldürülen gençler için bir şey yazmak istediğimde, yarıda kesilmiş hayatlara bir Ali İsmail Korkmaz’ın, bir Berkin Elvan’ın, Gezi Direnişi’nde vurulan öteki gençlerin ve dün öldürülen otuz iki gencin gözleriyle bakmaya çalışıp, sözcüklerimin silâhlarını gördüklerime göre seçerek masamın başına geçeceğim.

Ve daha ilk sözcüğü kâğıda dökmeden önce: “BEN neyi eksik yaptım ki bu gençlerin ölmelerini önleyemedim!” sorusunun acısını iliklerime kadar duymadan kalemi elime almayacağım!